Ölümlülük”ü Yaşayan Şiir: M. Âkif İnan’ın El Gazeli Şiiri

El Gazeli

Ellerine sarın kalbimin içini
O ayla boyanmış nar ellerine

Bahar ellerine giydir düşleri
Göksel şarkıları sar ellerine

O kar ellerine yar ellerine
Deme sabah akşam var ellerine

Rüzgâr mı asker mi biçti yolumu
Önünde kaç engel var ellerine

Bitirip şu kara kuru ekmeği
Göç etsem diyorum yar ellerine.

Sanatçıların öldükten sonra eserleriyle yaşamaya olan tutkuları nereden gelir hiç düşündünüz mü? Greklerin pagan kültüründen gelir bu tutku. Akhilleus, Truva savaşına, kâhin kadının savaşta öleceği ama bu ölümle sonsuza dek adının yaşayacağına ilişkin sözlerinden sonra katılmaya can atar. Öldükten sonra adının kalması arzusu pagan Grek kültüründen Romalılara geçer. Hıristiyanlık bu düşünceye bir süre engel çıkarsa da hümanizm sonrası Batı kültürü Grek ve Romalı kültürüne dönüş yapınca yeniden Batılı dünyanın sanatçıları için bu tutku yaşamı çekip çeviren itici güç haline gelir. Öldükten sonra adının yaşaması için şairler, ressamlar, müzisyenler Akhilleus’un izinden giderler. Adlarının bir şekilde tebarüz etmesi için sanat alanlarında akla hayale gelmeyen yollar icat ederler. Marazî tutkuları sanatın da sanatçının da doğasını bozar zamanla. “Oluş”un değil “bozuluş”un estetiği doğar, gelir ve bugünkü haline ulaşıp tüm dünyaya yayılır.
İslam maneviyatından doğan sanat anlayışında ise sanatçı, eseri onun için açık bir amel defteri olabilsin, diye adını silmek ister. Bedir Savaşı’nda savaş öncesi düşmanın karşısına çıkan Hz. Ali’nin “tebarüz”ünde, Müslüman sanatçıların tebarüzünün anlamını bulabiliriz. Hz. Ali, kendi adı için tebarüz etmez. Akhilleus’un zıddıdır onun tebarüzü. İdeali yaşasın, diye kahraman olur. “Kahraman” idesi böylece şekillenir. Tıpkı sanat ve sanatçı idesinin İslam dünyasında şekillenişi gibi. Sanatçı, kendi adını silerek eserini var eder ve bu, onun için öldükten sonra vardığı yerde ona bir “ad” kazandırır. Öyle ki bu ad, onu paradoksal şekilde bu dünyada da “ad sahibi” kılar. Esasen bu odaklanılan husus da değildir.
Evet… İki dünya ve birbirine zıt iki algı. Hölderlin, “Yaşarken tanrısal hakkını alamayan Ruh / Rahat edemez yeraltı ülkesinde de” derken Batılı sanatçıları çekip çeviren düşünceyi tam ve tekmil söylemiş oluyordu. Müslüman sanatçılar ise yaşarken dünyadan alacaklı değil dünyaya borçlu olduklarını düşünürler. Yaşamları bu borcu ödemek üzerine tanzim edilmiştir. Hayyam başta olmak üzere tüm rubai, tuyuğ şairleri bu gerçeğin binlerce çeşitlemesini şiir donunda önümüze koyar. Modern dönemin küçük şiirleri de bu gerçek için son derece uygun birer yurt olur Müslüman şairlere. Batılı şairler, öldükten sonra yaşama derdiyle dönüp dururlarken Müslüman şairler, “ölümlülük”ün asıl büyük yaşam olduğunun hatırlatıcısı olurlar. Rahmetli M. Âkif İnan’ın yukarıdaki güzelim küçük şiiri bu misaldendir.
“El Gazeli”, Ölümlü olduğumuzu söyler her şeyden önce. Hümanist estetiğe bağlı şairlerin söylediğinin tersini yani. Onlar sanatçının ölümsüz olduğunu söyler. Marksistler de sanatçının bir Marksist olarak üretme sürecine katıldığı için yaşayacağını söylemiştir. İslam maneviyatından doğan meydana getirmenin estetiğine bağlı şairler ise tersini söylerler: Ölümlüyüz. Âkif İnan da tıpkı Zarifoğlu ve Karakoç gibi daha ilk şiirlerinden başlayarak su üstüne yazı yazdığın farkındadır. Bir oyundur dünya hayatı. O da burada geçen zamanını bir teselli olarak görür ve herkese aitmiş gibi görünen oyunu kendince oynar. Ne sanatı ne de sanatçı kişiliği yüceltir. Türk şiirinin estetiği olan meydana getirmenin estetiği, nicedir hümanist ve Marksist estetik tarafından örtüldüğü için şiir ve şair kişilik birer fetiş nesnesidir. Bu yüzden mahiyeti, şemaili bulanıklaşmıştır. İnan’ın şiiri günümüzün şiirindeki bu tür sorunlardan azadedir. Onun şiiri de yüzü yaşama dönük olarak ölüme doğrudur. Onun sahip olduğu “neşve”nin yaşamaya olan “tutku”su, ideallere yönelmiştir. Bu yüzden de “aşk”ın yine karşımıza çıkmış olmasına şaşırmayız. İslam maneviyatından doğan sanatın mahiyetini Aşk Estetiği adını verdiği incelemesinde ortaya koyan Beşir Ayvazoğlu’na bu bapta ne kadar teşekkür etsek azdır.
Niçin aşk? Ölümün neden olduğu ayrılığın cinsi, sair ayrılıklarla kıyas edilemez. Gurbete gidenin bir kavuşma umudu vardır. “Kav”, yani ateş almaya hazır kökünden türeyen “kavuşma” ihtimali gurbette olan için söz konusu edilebileceğinden ötürü onun duyduğu ayrılık neşvesi, bu dünyaya has bir umut ile sarmalanmıştır. Ölümün getirdiği ayrılıkta ise kavuşma umudu bu dünyanın kayıtlarından kurtulmuştur. Küçük şiirler, her yoğun ve derin duygunun yurdu olduğu gibi “ölümlülük”ün de yurdudur. “El Gazeli”, bunun enfes bir misali olarak karşımızdadır.
“El Gazeli”, ölünce kavuşulacak bir sevgili için midir? Müslüman şairlerin Rablerine duydukları sevgi inkılab eden bir sevgidir. Bir kararda durmaz. Şiirin geometrisindeki kopukluklar, bir görüntüden, anlamdan bir başkasına hızlı geçişler bu noktayla uyum içindedir. Bu sayede de kolayca aşka asıl anlamını verme istidadına sahiptir. Çünkü bir görüntü ve anlama odaklanmak o görüntü ve anlamı tecrübe ederek aşkı inkılab eden için manasız hale gelir.
Şiir için şairi “gazel” demiş. Kafiye örgüsü ve sesi itibariyle şiir, klasik bir şiirde alışık olduğumuz havaya sahip. Ancak ona, bu havaya eşlik ederek asıl gücünü veren, “o ayla boyanmış”, “göksel şarkılar” ve “rüzgâr mı asker mi biçti” ifadeleridir. Ellerin, sevgilinin yüzü gibi “ay”la boyanması, hayatın katı akışına karşı gökten gelen şarkılar ve tüm bunlarla oluşan ömür yolunun birden kesilmesi, şiirin görüntüler, anlamlar arası geçişlerini içten içe bağlayan şeye çağırır bizi: Ölümdür bu. Küçük şiirler, ölümü anlatmak için öylesine uygundur ki her büyük şair, ölümü anlamak, anlatmak noktasına geldiğinde küçük şiire de varır. Rahmetli Erdem Bayazıt’ın, işte bu nedenle hiçbir şiiriyle olmasa bile: “Ölüm ne uzak bize ne de yakın bize ölüm / Ölümsüzlüğü tattık bize ne yapsın ölüm” dizeleriyle yaşayacağını söylemek yanlış olmaz. Ancak onun yaşayışı yukarıda izah ettiğimiz gibidir: Hatırlatıcı olarak yaşamak.
Bu dediklerimize bakıp aklımıza şu soru gelmelidir? Peki, nasıl oluyor da Müslüman şairler, bu hassasiyetlere sahip olmalarına karşın onların tam tersine yaşama tutkuyla sarılan, hiç ölmek istemeyen, ölse de adı kalsın isteyen Batılı şairler gibi birer nekrofile dönüşmemektedir? Nekrofiller, sadece kendileri için değil başka insanlar için de ölümü çeken sapıklardır. Hitler’i destekleyen Heidegger, Paul Celan için ölümü çekmiştir. Lorca için Franko faşizmi ölümü çekmiştir. Mayakovski için ölümü çeken devrim ümitlerinin boşa çıktığı komünist Rusya’dır. Celan’ın “Ölüm Fügü” şiiri, Batılı hegemonyanın insanlık için getirdiği ölümü Almanların şahsında bakın nasıl somutlaştırır:

“Gece vakitlerinde içmekteyiz sabahın kapkara sütünü
sonra öğlen vakitlerinde ölüm Almanya’dan gelen bir ustadır
akşamları ve sabahları içmekteyiz, içmekteyiz hiç durmadan
ölüm bir ustadır Almanya’dan gelen gözleri mavi
bir kurşunla geliyor sana tam göğsünden vurarak
bir adam oturuyor evde senin altın saçların Margarete
köpeklerini salıyor üstümüze havada bir mezar
armağan ediyor
yılanlarla oynuyor ve dalın düşlere ölüm Almanya’dan
gelen bir ustadır”
(Çev.: Ahmet Cemal)

Truva Savaşı’na adı anılsın, diye katılan Akhilleus da Hektor için ölümü getiren bir ustadır. Celan’a, ailesine ve binlerce Yahudi’ye ölümü getiren Almanlar’a, kara Afrika’ya ölümü getiren Fransa’yı, Latin Amerika’ya ölümü getiren İspanya ve Portekiz’i, dünyanın dört bir yanına ölümü götüren İngiltere’yi eklememiz için tarihin şahitliği yetecektir. Almanlar, İkinci Paylaşım Savaşı’nda yaptıklarından ötürü suçlanınca ötekilerin suçları örtbas ediliyor maalesef. Bu yüzden de Filistin’deki Siyonist zulüm de kolayca ittifakla örtülüyor. Ve kimse soru işaretini köke kadar indirmediği için Batılı sanatçılarda görülen öldükten sonra adlarının kalmasına yönelik hastalıklı tutkunun esasen bütün bir topluma yayıldığı, Batılı siyaseti çekip çevirdiği görülemiyor. Pagan Greklerin bu tutkusunu laik Batı dünyası sürdürüyor. Celan’ın “Ölüm Fügü” şiirini pek seven hümanist dünya, bu şiirde duyulan çaresizliği, düştüğü çukurunda bir dünya yarattığı için yanlış yormaya devam ediyor.
Peki, “Ölüm Fügü”, bir küçük şiir olsaydı, “El Gazeli”nin ifade ettiği şeyi önümüze serebilir miydi? Celan’ın bir küçük şiir olan “Kristal” şiirine bakmak gerek:

“Benim dudaklarımda arama dudaklarını,
yabancıyı kapının önünde,
gözyaşını gözde arama.
Yedi gece yüksekliğindedir ufkun ufka yolculuğu,
el, yedi yürek aşağıdan çalar kapıyı,
yedi gül sonra, duyulur fıskiyenin şırıltıları.”
(Çev.: Ahmet Cemal)
Bu şiirde de görüntüler ve anlam alanları birbirinden kopuk görüntüler ve anlam alanları içinde sunuluyor. Yabancı kapının önünde değil evin içinde olabilir. Gözyaşı da dudakların kıvrımında bulunabilir. Kapıyı çalan el, yüreğe; ufuk ufka ve şırıltısını işittiğimiz fıskiye de sesini bize yedi gece, yedi yürek ve yedi gül sonra ancak ulaştırır. Celan, belli ki küçük şiirler yazmakta da mahirdir ama “Ölüm Fügü”, onda yaşamaya devam ettiği için olsa gerek küçük bir şiir olarak doğmadı. Küçük şiirler, şairlerinin terk ettiği, içlerinden sıyrıldıklarını, anlamlarını, mahiyetlerini kavradıkları tefekkür ve tahayyüllerin şiirleridir. “Ölüm Fügü”, Celan’ın içinde yaşamaktan bir türlü çıkamadığı bir şiirdi. Ondan ancak kendini Seine nehrine bırakarak çıkabildi. Âkif İnan ise, “ölümü yaşama”ya bambaşka bir dünya içine doğduğu için imkân bulabildi. Celan, içine doğduğu dünyada doğabilme imkanından mahrumdu. Tıpkı onun gibi onlarca vicdan sahibi sanatçı gibi.
Öyle görünüyor ki Batılı dünyayı “Nasıl Yaşanır?” sorusuna götüren nedenler, Müslüman dünyayı “Nasıl Ölünür?” sorusuna götürmüş. Batı’da felsefenin bir akademik disiplin halini almadan önceki temel meselesinin nasıl yaşanacağı sorusu olduğu malum. Esasen bu yaklaşım, ölüme hazırlanmaktan başka bir anlama gelmiyor. Ne var ki tüm topluma yayılan bir düşünce değildir bu. Schoupenhauer’dan Herman Hesse’ye uzanan hatta şairler, sanatçılar, müzisyenler, ressamlar bu düşüncelerle dolsalar da içlerine yerleşmiş Akhilleus’tan kurtulmakta zorlanıyorlar. Bugün Müslüman sanatçılar da İslam maneviyatından doğan meydana getirme estetiğini adları anılmasına mâni, diye dışladığı için Batılılardan farklı durumda değildir. Umuyorum ki rahmetli İnan’ın “El Gazeli” adlı küçük şiiri onları “küçük şiirler”in dünyasına yeniden çeksin…

1 thoughts on “Ölümlülük”ü Yaşayan Şiir: M. Âkif İnan’ın El Gazeli Şiiri

  1. Islam maneviyatından doğan eserler ile batılı sanatçıların ürettiklerinin kıyaslanması bakımından çok güzel bir yazı. Celâl Fadai hocamız bu konularda zihin açıcı yazılar yazıyor. Çok istifade ediyorum ve de çok faydalı buluyorum.Kalem sahiplerinin emeğine sağlık diyorum.Kalem sahiplerinin metinleri politik ve poetik acıdan derleyip analiz edip bizim önümüze koyan hocamıza da çok teşekkür ederim.

Yorum bırakın