Cenap Şehabeddin’in “Dekadizm Nedir?” Makalesinin Çeviriyazısı…

4538_Cenap_sahabettin889

Bir hiss-i  müstesnâyı ifade eden âsâr-ı ahîreye Fransızlar “ Dekadan” dediler, lügaten “geriye giden” mânasına olan bu ıstılâhın sebeb-i vaz’ı şu oldu ki yeni muharrirler bundan birkaç asır evvelki şuarâdan -meselâ Ronsard gibi- bazılarının üslûb-ı metrûkunu taklid ve ihya ediyorlardı; bundan başka yeni muharrirlerin teşrih etmek istedikleri müstesnâ hisler ale’l ıtlâk herkesin duyacağı şeyler olmadığından her biri bir maraz-ı manevînin alâmet-i garîbesi gibi telakki olundu, bütün Fransız üdebâ-yı cedîdesinin malûliyet-i asabiye içinde bulunduklarına hükmedildi. Bu ahkâm ve telakkiyat da dekadan ıstılahının bir meslek-i kalemîye alem edilmesine yardım etti.

Bu itibar üzre ilk dekadan Charles Baudelaire’dir. Zira bu şair maruf “Les Flaurs du Mal” namındaki eş’arını hep müstesna hislerin teşrihat-ı amikasıyla imlâ etmişti.

Böyle olduğu halde Charles Baudelaire zamanında “dekadan” kelimesi bir sıfat-ı ıstılah ile mevcud değildi. Paul Verlain ile Arthur Rimbaud –iki şair— Charles Baudelaire’in fikir ve üslûbuna bir meslek-i mahsus-ı edebî hali verinceye kadar dekadan ıstılahı işitilmedi. O iki şair, Baudelaire namını bir va’z-ı  meslek mertebesinde göstererek bir gayret-i mukallidâne ile neşr-i âsâra başlayınca filhakika Baudelaire’in lafzen ve mealen bir hususiyet-i meslekîyeyi haiz olduğu anlaşıldı. Şübban-ı erbab-ı kalem terbiye-yi edebiyesini bilhassa “Les Flaurs du Mal”den almaya başaladı. Verlain ile Rimbaud’nun muakipleri çoğaldı ortaya bir meslek-i nevin-i edebi çıktı; bu mesleğe bir isim vermek lazım geliyordu; bu vazifeyi mesleğin hilâfgirleri deruhte ettiler: Fihrist-i meslek-i edebiyeye dekadan tabiri lâ-hak oldu; münasebetsiz olmaktan ziyade haksız bir ıstılah…

 Zira bir geriye gidiş, bir meyl-i tedennî değildir: Felsefe-i lisân-ı kavliyle muhakkaktır ki hiç kimseyi taklid etmeksizin bir lisan, bir üslub sahibi olmak mümkün değildir, bir çocuk için ya validesini, ya pederini, ya dadısını taklid etmeksizin söze başlamak mümkün olmadığı gibi… Ancak her zamanın efkâr ve hissiyâtı başka olduğundan âsâr-ı sâbıkadan birinin üslûbu asr-ı lâ-hakkın fikr ü hissini tebliğ ederken bil-zarure bazı tadilâta uğrar. Bu tadilât kolaylıkla hissolunacak bir mertebeye resîde olunca zannolunur ki ortaya çıkan yeni, bütün bütün yeni bir üslubdur. Üslûb-ı lafzîye aid olan bu mecburiyet-i taklid hiçbir teceddüd-i edebîye manî değildir. İnsan pek eski bir muharririn üslubunu taklid ile başlayarak pek büyük bir teceddüd-i edebî gösterebilir; binaenaleyh Fransız üdeba-yı cedîdesinin Ronsard’ı taklid ile mesai-yi kalemîyeye başlaması mesleklerine “Dekadan” saffeti verilmesi için bir illet-i kâfîye, bir cihet-i istihkak olamazdı. Bahusus ki o taklid-i ibtidadîden  bugün bir eser görmek hemen hemen imkânsızdır: Ronsard’ın üslubu ile meselâ “Albert Samein’in üslûbu arasındaki fark Dekadizm istılahının pek haksız vaz olunduğunu bir feryad gibi ilan eder.

Saniyen, her his bir iktiraz-ı asabîden başka bir şey olmadığına ve ihtiraz-ı asabî herkesin mizac-ı fıtrîsiyle mütenâsib bir derece-yi şiddette olacağına göre kendisi için meçhul her hissi bir nişane-yi maraz olarak kabulde ve bundan dolayı o hiss-i müstesnanın sahibi tedennî –yi uzvî ile ithamda hiç kimse haklı olamaz. Bundan başka bir şairin her hissi herkesin tecrübe-i kalbiyesiyle säbit olmuş bir hakikat değildir; öyle olsa idi şairiyet ancak emzice-yi mutedile erbabına nasib olurdu. Halbuki mizac-ı mutedil, ihtizaz-ı asabiyesi mülayim bir büyük bir hakiki şair gösterilemez. Her büyük şairirn mümtaz ve müstesna bazı hissiyatı olmak zaruridir. Ancak bu hissiyât-ı hususiye necîb ve zih olmak meşrutttur. Vakıa Paul Verlaine’nin şazz ve mümtaz olmak üzere şiire ithale çalıştığı hissiyat arasında tabiat ve nezamete dolayısıyla selamet-i ahlâka muhalif şeyler yok değildi; fakat bu şaibe yalnız o şairin bazı âsârına munhasırdı, diğerlerininki böyle çirkin lekelerden ma’sun ve müberra idi. Yalnız Verlaine’e ait bir seyyie ile bütün bir meslek-i edebiyenin merdûdiyetine hükmetmek caiz değildir.

Mesleklerinin bu ünvan-ı bi-şanı altında her şöhret-i ma’mule-i edebiyeyi lerzan ve girizan gören bu şairler tuttukları yolda devam ettiler. Her biri kendi peygule-i ruhuna çekildi; kürre-i hayalâtını musikîyi elfâz içinde tehziz içinde etmeğe başladı; en nazik en seriü’s seyr heyecanları bir sabr-ı âşıkâne ile tahlil ve ifadeye koyuldu; Ruh içinde sis gibi fısıltı gibi yekdiğerine karışan rakîk ve hafif hisleri birer narkiso gibi ayırdı. Her biri mizaç ve istidadınan göre birtakım infilât ile bir takımı hissiyât-ı müteellime ile uğraştı. Meselâ biri, güzâreş-i ezminenin te’sir-i dil-hıraşını anlatmak için büyük bir meydan saatini tasvir etti: Saatin hamûşî-i leyâl içindeki darbân-ı mevzûnunu bir düşmen-i gayr-ı mer’inin usvât-ı hatvatına benzetiyor; saatin caı arkasında beyaz mineyi tenhayi-i zulmet içinde solgun bir kurs-ı kamere teşbih ediyor; saatin heykel-i tarihi-i sükûta mıhlanmış bir tabuta her altmış dakikada bir kere ihtizaz eden nakusunu matraka-i ahbara kıyas ederek: “Saatler pergale tesiriyle hiss-i hırasımı tazyik eder…” diyor. Şair, hayatını anlatmak için saate bütün bir şahsiyet veriyor: Onun nazarında saat yürüyor, bakıyor, söylüyor, vuruyor, ve nihayet her darbesiyle bir zerre-i hayatımızı alıp gidiyor; adetâ bir düşman… Hakikatte saat yani zaman böyle değil midir?

Hissiyât-ı basite ve hakikiyeden – daha açık tabir ile- hissiyât-ı adiye ve tabiyeden ziyâde nadir, rakîk, seriü’l seyr, sabü’ttahlil hissiyâtın tarif ve tavsifiyle uğraşan bu üdebâya lisanın havsala-i kâmusiyesi pek dar, kavaid-i sarfiyesi ve nahviyesi pek behîl, ahkâm-ı inşâdiyesi pek gayr-i müsait geldi; o vakit birtakımı yeni kelimeler yaptılar, bir takımı sarf ve nahivi  ta’dil etti, bir takımı da ahkâm-ı inşâdiyeyi değiştirdi.

Bu tebdilât eseri olarak Fransız harekât-ı edebiyesini muntazaman takip etmeyenlere karşı bunların neşriyât-ı ahiresi  biraz sisli göründü. Fransız edebiyatı ale’d devam müteala edenler bu âsârı pek güzel anlıyorlardı ve anlarlar.

Bilâhare “René Ghil” gibi kısa nazarlı birkaç Fransız genci hakikati göremeyerek edebiyat-ı ahirenin güzelliğini iglâktan ibarettir sandılar, yazdılar, öyle şeyler yazdılar ki mümkün değil, serâpâ maskaralık…

Dekadizmin yetiştirdiği A. Samein, Rodenbach, Signoret, E. Verhaeren gibi ciddi, güzel şairler Röne Kil ve emsâli herze-nüvisânın kendilerinden olmadığını ilân ettiler. O zaman koca René Ghil  kemâl-i gurur ile: “ Zaten ben onlardan olmayı kabul etmem; ben, armonist-enstrümanistim; benim zâtıma mahsûs bir mesleğim var.” dedi ve bütün cihânı güldürdü. Bu gün René Ghil’e bir dekadan demek dekadizmden gaflet etmektir.

Fransa’da “dekadan” namını alan üdeba-yı muktedire yukarıda isimlerini saydığım dört kişiden başka Klod Seil, İvanoe Rapnoson gibi bir iki gençten ibarettir.

Biz dekadizmi mütealâ için işte bu şairlerin âsâr ve hissiyatını tahlil etmeliyiz.

Bu şairlerin hoşlarına giden. “müphem sesler, rakîk renkler… muhtez ve mütemevviç, lerzan ve rahşan şeyler… Güvercinler gibi yekdiğerini okşayan kafiyeler…” der; onlar memleketlerinin sema-yı sincabîsinden aldıkları yad-ı mağmumu ihya etmek istedikleri zaman: “ Şimâl semalarının  reng-i sincabîsi ruhunda kaldı. Ben o rengi incide, gözlerde, sularda ararım…Bir renk ki tarife gelmez: Bir teşrin-i evvel denizi gibi solgun, bir eski kabristan-ı mesturdaki taşın levni gibi uçuk…” derler; suda, toprakta, zeminde, semada, her şeyde bir hâl görünür ki, kendi ruhlarıyla telâki-i daimîdedir; onlar hâl-i tabiiden ziyade hâl-i maziyi tahlil ederler: O zaman, fikirleri  sefîd-pûş ve hamûş birer peri-i sehi-i endam gibi, hastaların ruh-ı pür-âlâmına yaklaşırlar; müşfik bir hemşire gibi o ruh-ı rencideyi rahm-ı teselliyetle istintak ederler; o ruhun bir heyecan-ı anisi, bir elem-i yek-demi, ellerinin semaya doğru bir hareket-i na-gehanîsi bir neşidenin zemin-i hazini olur.

Görülüyor ki bu meslek-i edebi öyle şayeste-i nefrîn ve istikrah bir şey değil; hatta sevimli cihetleri bile var: Ezcümle samimiyet…

Eğerçi dekadizm mesleği asr-ı hâzırda teessüs etti; fakat âsâr-ı sâlifedeki şuaranın bir kısmı mutlaka bazı âsârında herkesin anlayamayacağı hayat-ı hususiyeyi teşrih etmiş, mutlaka ömründe birkaç kere dekadan olmuştur.

(Servet-i Fünun, nr.334, 2 Teşrinievvel 1313/14, Ekim 1897, ss. 82-85) Çeviriyazı: Celâl Fedai

ASAF HÂLET ÇELEBİ: “SELAM SANA… LOTUS YAPRAKLIBÜYÜK RAHİP…”

lamelif-siirler-asaf-halet-celebi-ilk-baski-i10-58289894-0

“Burada duran kaba bir taş

Fiyatı da ucuz mu ucuz

Aptallar ne kadar hor görürse

Bilgeler o kadar sever onu”[1]

                                               Arnaldus de Villanova

 Carl Gustav Jung, bu dörtlükte sözü edilen taşın horlanan ve yadsınan simyacı taşı lapis olduğunu söylüyor. Simyacı Villanova’nın dörtlüğünüyse bir göl kenarına yap(tır)dığı evinin bahçesine, bir çeşit balbal olarak tasarlayıp diktiği taşın bir yüzüne kazıtmış. Jung için, taşın, çocukluğunda olduğu kadar yaşlılığında da dinginleştirici bir yanı var. Şöyle yazıyor Anılar, Düşler, Düşünceler’de: ” Duvarın önündeki yamaçta, dışa doğru çıkmış bir taş vardı. Bu benim taşımdı, çoğu zaman o taşın üzerine oturur ve zihnimde aşağı yukarı şöyle gelişen bir oyun başlatırdım: ‘Ben bu taşın üzerinde oturuyorum o da benim altımda.’ ‘Taş da, ‘Ben’ diyebildiği ve düşünebildiği için, ‘Ben bu yamaçta yatıyorum o da üzerimde oturuyor,’ derdi. Ondan sonraki soru şuydu: ‘ Taşın üzerinde ben mi oturuyorum, yoksa onun üzerinde oturduğu taş ben miyim?‘ Bu soru beni her zaman şaşırtırdı. Ayağa kalkar, kimin ne olduğunu düşünmeye çalışırdım. Soru tümüyle yanıtsız kalır kararsızlığımı garip ve büyüleyici bir karanlık duygusu sarardı. Önemli olan, bu taşın benimle gizemli bir bağı olmasıydı. Taşın bana sunduğu şaşırtmacayı düşünerek üzerinde saatlerce oturabilirdim. Okumaya devam et