Müslümanların Kritik Tercihi

Kemal_Sunal_telif

Müslüman çevrelerde 2000 sonrası edebiyatın ahvali üzerine…

Doğrusu, yazımın başlığı beni de tatmin etmiş değil… 1990’lı yıllar içinde İslami bir duyarlıkla şiire başlayan gençlerin bilhassa şu son on yılda, türlü şekillerle içine düştükleri popülist batağı anlatmaya çalışırken, bunun, sonradan gelen kuşak için kritik bir tercih olduğunu bir başlıkla, tek seferde vurgulamak hayli güç. Bugün Müslüman duyarlıkla şiir yazanların önünde kolaycı, pragmatist, popülist tercihlerden ötürü oluşmuş, üçü de derece derece kitsch üreten üç vasat var. Şiir, edebiyat, düşünce ortamında bu vasatlar, bir avamileşmeye, bayağılığa neden oluyor. Bu tür durumları, Müslümanlara kondurmak benim asla istemeyeceğim bir şey. Ne yazık ki on yıldan fazla bir zamandır bir vakıa var karşımızda. Bunu doğru ifade etmek gerek ki hiç değilse zihni dosdoğru işleyenler meramımızı, niyetimizi doğru anlayabilsin. Vasatın içindekilere karşı zayıf bir umut duyuyorum. Kendilerini öyle var ettikleri için içine doğdukları düzeyi terk etmeleri zor. Bu yüzden onları değil de geriden gelenleri düşünerek söylüyorum ne söylüyorsam.
Evet, yazımın başlığı beni tatmin etmiyor… Çünkü zaten tatmin olma imkânı olmayan bir vasatı reddetmek adına konuşuyorum. İslamcı, İslamcılık gibi terimler Batı üzerinden Türkiye’yi, dahası tüm Müslümanları kasıtlı bir ayrıştırmaya, bölerek okumaya, anlamaya çalışmanın türlü sakatlarıyla, dahası hileleriyle dolu. Üstelik çıkış kaynağı itibariyle de buralı olmayan bir hareket olarak İslamcılık, manipüle edilmeye müsait bir vasatın da adı. Bunlar konumuz dışı şu an… Ayrıca kendisi açıkça İslam’dan çıktığını deklare etmedikçe bu topraklarda nefes alan her insan teki tasnife gelmeyecek denli birbirine raptolmuştur. Onun Marksist ya da liberal olması onda mündemiç pathos’u yok edemediği gibi ethos’a ilişkin endişelerini de izale edemez. Hatta bu nevi şeyler onu, belki kendine rağmen yedmeye devam eder. Böyleleri çoktur. Zamanlarının Müslümanlarına ait hayat algısı onları celbedememiştir. İslam’ın adalet düşüncesine vurulan nice benlik kendini sosyalist bulmuştur. Düşünce özgürlüğüne vurulan nicesiyse -eğer hedonistleşmediyse- anarşist de olsa İslami ideallerin yakınlarında dolaşır durur. Tanıdığımız kimi anarşistlerdeki derin etik endişeler ve bilhassa yadsıma gücü, bir Müslümandakinden uzak değildir. Bu bakımdan burada ele alacağım ‘hastalık’, başlık böyle diye sadece belli bir büyük gruba ait değildir.
“Müslümanların kritik tercihi” derken, bugünün Türkiye’sinden iktidarda olan bir partiyi de hesaba katmıyorum. Zira siyaset ve ticaret ‘hastalığımız’ın kaynağı oldu geçmişten bugüne. Siyasiler ve tacirler insan tercihlerinde kasıtlı şekilde ‘hastalığımız’la malul olanı arayıp bulurlar. Bulmazsalar da yaratırlar… Oysa klasik dönem siyasetimizin insan tercihi, en son Cevdet Paşa örneğinde görüleceği gibi, bunun tam aksiydi. Muamma gibi konuştuğumun farkındayım. Mesele beni çağırmadan da ben ona varamayacağıma göre, biraz daha meselemizin dolaylarında dolaşmamız gerekecek. Aslında şu dediklerim bile bizim ‘hastalığımız’ın bir semptomundan başkası değil. Bizler, bugün Türkiye’de yaşayanlar, her şeyin en hafifletilmiş olanına talip olmayı sever oluyoruz. Bilmem farkında mısınız ama artık üç beş sayfadan fazla yazıları kimseler okumuyor. Üniversite yıllarımda Türkiye Günlüğü dergisinin dopdolu sayfalarını dört gözle beklerdik. Şimdi bakın aylık, iki aylık çıkan düşünce, edebiyat dergilerine koca koca başlıklar ama yazılar bomboş. Şimdi bu boş yazıları kaleme alanların kabzettiği bir düşünce irtifasında düşünüp yazıyoruz. 1990’lı yıllarda Türkiye’de Atatürkçü sol olarak adlandırılanlar, rahmetli Ahmet Taner Kışlalı okurdu. Şimdi Yılmaz Özdil’in peşine takılıp anlama engelli haber bültenlerinde eğleşiyorlar. Bir yerde daha söyledim; bu, tam bir yere çakılmadır. Öyle görünüyor ki Türkiye’nin yegâne enerjisine sahip Müslüman duyarlıklı gençlerde de bu yere çakılma günleri yaklaşıyor.

1145_0437655_4

1. Popüler Politik Vasat
Nedir bu yaklaşan?.. Müslüman bir duyarlık taşımasam, İslam’ı bu topraklar için tarihsel bir vaka olarak görmesem de bahsettiğim bu durumdan endişe duyardım. Ben bu endişeyi 1960’lı yılların ikinci yarısından başlayarak ülkemizde gelişen sosyalist duyarlık için bir üzüntü olarak duymuşumdur hep. O yılların yürekli, yetenekli gençleri, kapıldıkları heyecanlardan ötürü Rusya’nın, sosyalizm üzerinden yürüttüğü, bugün çok açık olan, mistifikasyonu bir türlü göremediler. O yılların şairlerini toplumcu gerçekçiliğin popülizmi kabzetti. Kemal Özer, bunun nefis bir örneğidir. 1959 tarihini taşıyan ilk kitabı Gül Yordamı’ndaki şiirleriyle sonrakiler ile şiirsel kaliteler bakımından kıyas edemeyiz. İşçi eylemleri başta olmak üzere, gündelik politik olgulara gösterilen ilginin niteliği, 1960 ve özellikle de 1970 yıllar boyunca sosyalist duyarlıkla şiire yaklaşan şairleri birbirine benzetmiştir. Popülist (‘popülist’ kelimesini burada halkçı manasında kullanıyorum) yönelimler, sosyalizmin doğasında olabilir ancak bunun estetik dilini bulma çabası yakışırdı şaire. Ne yazık ki bunun yerine kolaycılık seçilmiş ve birbirine benzeyen onca şair çıkmıştır ortaya. Yakınlarınızdaki bir sahaf dükkânının şiir rafında, eni dar ve uzunca boylu, kırmızı ve beyaz renklerle kapaklanmış Yazko şairlerine bir göz atın… Durukluğu, tutukluğu göreceksiniz. Şimdi bunun bir benzerini Müslüman duyarlıkla şiire yaklaşan 1990 Kuşağı şairlerinde görmek mümkün. Yapılan şundan ibaret: 2000’lerden bugüne zenginleşerek yozlaşan Müslümanların gündelik hayatlarından aksayan yanları, gene günün çağa uygun vokabüleriyle güya eleştirmek. Böylelikle de kendini onların yavan, bayağı hallerinden soyutladığına vehmetmek. Bu şiirler bir gerçeklikten yola çıkıyor. Yazılanların hayatta nesnel görüntüleri de bolca var. Ancak biçem sorunu apaçık. Böyle onlarca şiir yazılmış durumda. Bu şiirleri birbirinden ayırmanızın imkânı yok. Şairlerin bir şair olarak şiirlerine yansıyan şair kişiliği siliniyor adeta. Çünkü bunlar, bir şairin yüreklice düzyazıya konu edeceği meselelerdir. Şiir, bu türden yavan yaklaşımların alanı değildir. Bu şair arkadaşlar, düzyazının gerektirdiği emeği veremedikleri için şiire düzyazı yükü taşıtmaya kalkıyorlar. Mehmet Akif, şiirde bunu yaptı ama onun durumu ve şiirde tuttuğu yol çok farklıydı. Yazdıklarındaki sert eleştiriler en çok onu incitir. En ufak bir mizaha da rastlanmaz ayrıca. Bizim arkadaşlardaysa bir ‘düttürü dünya’ havası duyuluyor. ‘Biz’ diliyle konuştuklarında bile, kendilerini, olanı görüp eleştiren olarak konumlandırıp rahatlama duygusundan kurtulamıyorlar. Olandan duyulan patetik acı yerine ethos menşeli bir mizah yoluyla bir arınma hissediliyor böyle şiirlerde. Şiirin asla hazmedemeyeceği meseleleri, İslami cemaatlere has bir vokabülere başvurarak şiire sokmanın kolaya kaçma olduğu besbellidir. Bu yolu tutanların hiçbirinden on, on beş sayfalık şöyle okkalı bir kritik, deneme, inceleme okuyabilmiş değiliz. İrfani bir kavrayış sezilmediği gibi entelektüel bir emeğe de şahit olmuyoruz. Bileşik cümlelere taklalar attırarak oluşturulan bir retorik var ortada. Ama internette sayfalarca dedikodu kokulu yazılar kaleme alabiliyorlar. Bir başka marifetleriyse, alıntıların arasında üç beş satır kendileri bir şeyler ekleyip köşe yazısı yazmak. Nizar Kabbani’nin “Halid Bin Velid’in İşten Çıkarıldığının Belgesidir” şiirin irtifasında politik bir şiiri yazmaya cüret edecek ateşi olana henüz şahit olmuş değiliz:

Ayaklarından astılar tarihi
Sattılar atı, beyaz örtüyü sattılar
Gecenin yıldızlarını sattılar
Ağaçların yapraklarını
Bedevilerin gözlerindeki karanlığı sattılar
Tuzağa düşürtmeden önce çocuklarımızı düşürttüler
Tuzağa düşürtmeden önce çocuklarımızı düşürttüler
Tarihin doğum yapmasını önleyen haplar verdiler bize
Şam’ın Bağdat olmasını engelleyen aşılar yaptılar bize
Filistin’in yarası hurma bahçesine dönüşmesin diye haplar verdiler bize
Marihuana verdiler atları öldürmek için katletmek için şahlanışı yahut
Şarap içirdiler bize, insanı konumsuz kılmak için
Sonra vilayetlerin anahtarlarını verdiler bize
Ve kral diye atadılar bizi kabilelere.

Şimdi bu dizelerdeki eleştirel gücü kendisinden Hece’nin Eylül (189) sayısında şu satırları okuyunca düşüncelere daldığım Ali Emre’ninkilerle birlikte bir düşünelim:

Biz bir tarağın dişleri gibiyiz ya rasulallah, yaşarken olmasa da mezarda eşitiz
Eskiden ecmain derdik bir de. Oğlum bak git diyoruz şimdi. Koç gibiyiz maşallah
Hacı bak bunca derdimiz var fakat dergimiz yok, son cemaat yerindeyiz hala
Siyah ip beyazından ayrılmıştı lakin ramazanda hortlayıverdi yine eski mevzuat
Az kalsın roni de çok pis dalacaktı yani, iyi ki külliyen kemalist oldu yaşar nuri
Kantarın topuzu kaçmıştı zaten her topa deli gibi giriyordu cemaat hakem yoktu

Dileyenler bu iki şiirin tamamını bulup okuyabilir ve benim kendimi haklı çıkarmak için cımbızlama yolunu tutmadığım görülecektir. Haklı çıkmak, bizi üzüntüden hele de yalnızlıktan kurtarmaz. Ortada bir vakıa var… Müslüman duyarlıklı şairler heyecanlarına, günlük hayata tamamen hâkim olan avami kavrayışa kızgınlıklarına kurban gidiyorlar ve emekten geri durarak, kolaycılığa kaçıyorlar. Olsa olsa kitsch üretebilecek bu yolu ilk olarak tipik bir şark kurnazı edasıyla Hakan Arslanbenzer tutmuştu. Onun ardından Hakan Şarkdemir, Eren Safi, İsmail Kılışarslan, Osman Özbahçe, bir süre de Hayriye Ünal izledi. Şarkdemir ve Özbahçe çok sürmeden, Arslanbenzer tipolojisinin illetlerinin taşıyıcısı olan bu yoldan ayrıldılar. Şimdiyse, belki öncesi de var da ben bilmiyorum, Ali Emre de izlemişe benziyor. Emre, bu andığım isimler içinde klasik şairlere yakışır bir emeği, ciddiyeti gösterebilmek bakımından, dikkate değer bir isimdi benim gözümde. Şimdi onun da böyle bir vasata kapılması ayrıca düşündürücüdür. Demek ki bu vasat kendince bir yolu izleyebilme yeteneğine sahip şairleri de kendi sığlığına çekebilmektedir. Şu durumda arkadan gelen gençlerin halini anlamak kolaylaşıyor. Kolaycılık, avamileşme, popüler endişeler taşıma, yığından insanlara has niteliklerdir. Uzun uzun konuşmaya gerek görmüyorum. Eğitimimle ve yıllardır sürdürdüğüm gayretimle kendimce elde ettiğim donanım, çok şükür, bu vasatı, diğerleri gibi savurup atmaya da görmezden gelmeye de yetebiliyor. Ancak ortada anılıp geçilecek bir ‘vasati kırk çöp’ buluşması var. Bu vasattan çıkan şiirleri eleştirel kuramlarla ele almanın bir gereği yok. Şiirlerden okunanlar çok açık. Benim burada söylemek istediğim derdim, bu resmettiğim biçemde görülen zihin işleyişiyle alınan yolun buradan öte olmadığıdır. Bu tarz onlarca şiir yazılabilir. Yazıldı da şimdiye dek. Ancak hiçbiri Sezai Karakoç’ın Ötesini Söylemeyeceğim’in irtifasına çıkmıştır:

Evimizin tahtadan olduğunu biliyorsunuz
Kibrit gibi iç içe sıkışmış tahtadan
Hem şu bildiğiniz usule de lüzum yok
Tepesi demir askerleriniz babamı alıp götürmeseler
O zaman siz görürsünüz Bay Yabancı
Ağaçların tepesine çıkabileceğimizi
Ben ve kardeşim Alinin anlayabileceğinizi umarım
Siz uyuduktan sonra odanıza girebileceğimizi
-Ben bunu ispat edeceğim-
Hani sizin şu yüzü kurabiye bir bayanınız var ya
Beyaz ve yumuşak
Hani tepesinde ikisi kısa biri uzun üç tüy var
Onu siz başka yerlerden getiriyordunuz
Sayın Bayanınızın gözleri çakmak çakmak yanıyordu
Siz ötekini Bay Yabancı gizli gizli öpüyordunuz
Elinizle onu belinden tutuyordunuz sonra öpüyordunuz
Siz bizi görmüyordunuz
Biz ağacın tepesinden seyrediyorduk
Siz onu çok öpüyordunuz
Ötesini söylemiyeceğim Bay Yabancı

Tekrar edecek olursak karşımızda şairlerin günün siyasal iktidarının yarattığı popülizminden yararlanmak isteyen popüler politik bir vasat var. Bu ‘yararlanma’ birazdan anacağım popüler duygusal vasattan başka bir yolla naif bir eleştirel tavır takınmak yoluyla oluyor. Bu arada da düzyazıya ait meseleler şiire taşınıp şiir ağır bir yükü taşımaya zorlanıyor. Oysa gösterilmesi gereken ciddi bir emek var ortada. Bu emekten kaçılıyor. Şairler şairliğe vuruyorlar işi… Eliot’ın şairlerin düşünmekten uzak olmalarının gereğine işaret edişindeki ironiyi hatırlıyorum. İşaret edenin Eliot olduğu düşünülünce ancak bu sözdeki ironi anlaşılabilir. Yoksa hemen herkes doğru şair, düş, hayal vesaire adamıdır, diyecektir. Bu, hiç de böyle değildir oysa. Popüler politik vasatı seçen arkadaşlardan kendilerine seçtikleri alanlarda ciddi popüler, politik yazılar görmemiz beklenirdi. Böyle bir şey yok elbette. Onlarda olmadığı gibi popüler, politik vasatta seyrüsefer eden düzyazılarıyla tebarüz etmiş isimlerden de böyle bir gayret görülmüyor. Geçtiğimiz günlerde cereyan eden muhafazakârlık tartışmaları bunu bir kez daha gösterdi ki Müslüman duyarlıklı yazarlar da şairler kadar popüler, politik bir vasatla kendilerini sınırlandırmış durumda. Böyle bir durumu yayınevlerinde de görmek mümkün. Bir örnek verelim… Yordam Kitap, Siyaset Bilimi bir kitap yayımladı. Üç kısımdan oluşan kitapta, 32 yazar ve 37 başlıkta siyasi kavramlar, ideolojiler, disiplinler arası ilişkiler ele alınıyor. Yordam Kitap Marksist çizgide yayın yapmaya çalışan bir yayınevi. Takdire şayan başka yayınlarının arasına böylesine bir derlemeyi da katabilmeleri ayrıca övgüye değer. Şimdi aynı işi, Müslüman duyarlıklı bir yayınevinden de beklemeyi daha ne kadar erteleyeceğiz? Peki, bu işin editoryal sorumluluğunu üstlenmenin neresindedir Mustafa Armağan ya da Ahmet Turan Alkan, Yusuf Kaplan, Erol Göka, Kemal Sayar? Hadi onlar yeterince un elediklerini düşünüyorlar, diyelim; hakları vardır da düşünebilirler, peki nerededir bizim popüler, politik vasata kapılmış ötekiler? Siyaset Bilimi üzerine böyle bir derlemenin ellerinden çıkmadığı bir düşünce, bugün Türkiye’de iktidarda olduğunu söylemeye hak sahibi değildir. Şairler de bundan sorumludur, yazarlar da siyasetçiler de… Halkının da gerisindedir bu düşünce. Popülisttir ama halkçı değildir.
Şu bir gerçek ki, derme çatma gayretlerin benliklerini şişirdiği insanların kol gezdiği bir düş ve düşünce vasatını reddetmedikçe Müslüman duyarlıklı şairler büyük Türk şiirinin mayasını yenileyemeyecekler. Eskiyi de zedeleyip duracaklar. Teoman Duralı, Mustafa Merter, Ayşe Şasa ve Yalçın Koç gibi bilgelerin yalnızlıklarından dem vurmanın tam sırasıdır şimdi. Bu isimler ayrı ayrı ve birlikte yalnızdırlar. Ortamın sahte artistliklerinden ötürü de bu yalnızlıkları ayrı ayrı ve birlikte artmaktadır. Sözgelimi Yalçın Koç’un söz açtığı Türk kimliği meselesi ile Teoman Duralı’nın “çağdaş kürsel medeniyet çözümlemesi”, İsmet Özel’in artistçe gayretlerinden ötürü bir türlü anlaşılamamaktadır. Aksine andığımız bu hastalıklı popüler politik vasata bolca örnek ve malzeme de vermektedir.

kemalsunalserses0

2.Popüler Duygusal Vasat…
Cevabın bir yönünü verebildik… Nedir bu yaklaşan? Bu yaklaşan, Müslüman duyarlıklı insanların havas olmak yerine avam olmayı seçerek en iyi ihtimalle popülist bir vasat tutturmalarıdır. Popülistleşmenin bir yönü, yukarıda anlattığım popüler politik vasat resminde görülebilir. Bundan başka iki yön daha var. Bunlardan ilki popülistleşmenin avamileşme derekesine inmesidir. Dikkatinizden kaçmıyordur, Müslüman duyarlığına şiirde bir garip kasaba duygusallığı yerleşmiş durumda. Bu duyarlık yukarıdakinden farklı bir yolla bir çeşit köylü kurnazlığıyla hareket etmekte ve kendini kimseye, hiçbir meseleye ilişmeyen bir pozisyonda tutmayı bilmektedir. Bu, ticari ve siyasi hesaplar içinde anlaşılabilecek bir hareket biçiminin şaire gelip yerleşmesidir. Şaire has mücadeleci ruh, elbette siyaset ve ticaret ehliyle birlikte hareket ederek toplumun irtifası için çalışabilir. Hatta bunları mutlaka yapmalıdır da yeteneği olan. Ancak burada duyarlığın arabeskleşmeden duygu durumunu şiirin kaliteleriyle tartabilmesi gerekir. Rahmetli Mehmet Akif İnan’ın onca sendikal faaliyet içinde yazdığı El Gazeli şiirine bakalım:

Ellerine sarın kalbimin içi
O ayla boyanmış nar ellerine

Bahar ellerine giydir düşleri
Göksel şarkıları sar ellerine

O kar ellerine yar ellerine
Deme sabah akşam var ellerine

Rüzgâr mı asker mi biçti yolumu
Önünde kaç engel var ellerine

Bitirip şu kara kuru ekmeği
Göç etsem diyorum yâr ellerine

Bilenler biliyordur, ben tazece haberdar oldum, rahmetli İnan’ın bu şiiri pek güzel bir edayla Ersen Dadaşlar’ın “Dönemem” albümünde yer alıyor. Nefis bir bestesi var şiirin. Şiir, bir güfte olarak o kadar güzel ki onu okuyan musikinin kalitelerine sahip bir müzisyen sanırım o güzel besteyi yapmakta zorlanmamıştır. Nitekim yaşıtlarımın “Aman Tertip”iyle tanıdığı Ersen, Anadolu folk yıllarında ispat ettiği musiki kalitesini İnan’ın şiirine pek güzel taşımış. Efendimiz’in, Müslüman olmadan önce seçkin bir duyguyla hareket edenlerin Müslüman olduktan sonra da aynı duyguyla hareket ederek asıl seçkinliğe ulaştıklarına işaret ettiği hadis-i şerifi akla geliyor. Ersen, zaten kaliteli bir müzisyen olarak Müslüman duyarlığı benimsedikten sonra da müzikte kalitesini kolayca ortaya koyabiliyor. Dikkat edelim… Bir insan için bu noktada, konumuz açısından birkaç hal vardır: O insan, ya havas irtifasındadır ya havasa heves eden mesabesindedir ya zihni avamla düşüp kalkıp havas taklidi yapıyordur ya avamdır da avamlığını bilmiyordur ya da avamdır. ‘Avam’, dediğimiz kuşkusuz bizim irfan sahibi halkımız değildir. Onlara en ufak dil uzatmaktan korkarım. Benim ‘avam’, dediğim alışveriş merkezlerinde reklamlarla kolayca yönlendirilen, gündelik olgulara raptolmuş, halini devam ettirecek siyasi tercihlerle yaşayan, ister laik ister Müslüman, nice yığındır. Bu yığın, konforlu hayatının devamı için her an siyasi, ticari yönünü değiştirebilir. Ömrü mutfak ve tuvalet arasında geçtiği için zevki, midesi dolayımında hazma başlar. Bunun kalitesinden söz etmek mümkün değildir. Bir Müslüman böyle olmamalıdır. Zevkini okuyarak, düşünerek, yaşayarak geliştirmek düşer ona.

Bunlar herkesin bildiği şeyler belki de… Bilmiyorum, böyle mi? Benim bu ikinci başlık altında düşünmek istemediğim ama bir şair olarak da seyrini kahırla izlediğim Üç Köpük şairi İbrahim Tenekeci var. Tenekeci, kendini besleyen şiir ırmağının (Eliot’ın işaret ettiği) yirmili yaşların ortasından sonra artık besleyemeyeceğini hesaba katmadı. Şairin yirmili yaşların ortalarından sonra çok geniş bir okuma, düşünme yolculuğuna çıkması gerekir. Halk şairlerimizin gezginciliği durduk yere değildir. Onlar Caspar David Friedrich’in “Sis Denizinin Çevrenini Dolaşan Gezginci” tablosunda doruklarda gezinen adam gibidirler. Gençlik günlerinin verdiği imgelem gücü tükenince tüm sanatçıların böyle olması gerekir. Tenekeci de böyle bir sanatçı arayışının yerine olanı durmadan tekrarlama çaresizliği görülüyor. Çıkacağı irtifaa çıkmış ve kamuya karışmış… Daha adıyla Köroğlu iklimine uzanan Üç Köpük’ten sonra kendisini izleyen 2000 sonrası Müslüman duyarlıklı gençlerin adına kattığı ‘bilinirlik’le yetinmek, bir arayış noksanlığının ifadesidir. Tenekecinin şiiri, bir duygu durumunda donmuş haldedir. Fakat açık ki bu şiir, belli bir vasatın insanlarınca seviliyor. Şair de buna bakıp pazar yerinde tezgâhını açıyor. Ahmet Telli’nin popülaritesi toplumcu vasat için neyse İbrahim Tenekeci’yi izleyen gençler için de Tenekeci adı o durumda bugün:

bak buraya yazıyorum diye milyar kelimeyi
ziyan eden de bendim hem de hiç sıkılmadan.
milyar ne büyük sayı, öyle değil mi leyla?
aşkımızın aritmetiği hep matematiğe giriş.
sana iki kere ikinin dört ettiğini söyleyecekler, inanma leyla.

leyla ben sende bildiğim tüm kelimeleri
kendimle böldüm çarptım, çıkaramadım leyla.
leyla sen limitim giderken tanrı’ya
sen nasıl bir kadınsın, ağlama leyla.

eline sağlık tanrım leyla çok güzel olmuş.

Bu dizeler ve Tenekeci’nin benzer şiirleri internette yüzlerce kez tıklanmış olabilir. Hatta şairinin twitter takipçilerinin sayısı Tuna Kiremitçi seviyelerine çıkmış, şiiri Ah Muhsin Ünlü kıvamını bulmuş olabilir ama sadece şiire değil ona müteallik nice meseleye yıllardır kafa yormuş biri olarak söyleyeyim ki bu türden şeyler hiçbir şiir kritiğine vurulamaz. İnternette yüzlerce kez tıklandığına bakıp İbrahim Tenekeci böyle şiirler yazmaya devam ediyor. Oysa “eline sağlık tanrım leyla çok güzel olmuş” laubaliliğinden bir şiir çıkamaz. ‘Tanrı’ bizim kendisiyle kahvehanede konuştuğumuz biri değildir. Elinden iyi iş gelen bir marangoz da değildir Tanrı. O’nun yarattığı kadın da bir nesne değildir ki ‘eline sağlık tanrım leyla çok güzel olmuş.’ diyelim. Şair bu laubaliliğe itikadi endişeler duymadan düşebiliyorsa sözünü ettiğim kritik tercih, onun için çoktan önemini yitirmiştir. Bunu Tenekeci de biliyor olmalı ki şiir dışı etkinliklerle var olmayı seçiyor. Popülaritesine bakıp sevinmek yerine has şiirler yazmanın derdini duymalı oysa. Bunu yapabilecek bir gayretin ondan çıkıp çıkamayacağını görmek için düzyazılarına baktım. Her yazısı birkaç yazardan alıntılarla çiçeklenmiş. Kendisinin diyebildiği hiçbir şey yok. Tenekeci’de M. Akif İnan’ın taşıdığı, şiire kaynak olan şu şiirsel dertler yok:

Ve bir sofra gibi sersem önüne
Yerli düsüncenin ürünlerini

Insani kirleten heykeller gördüm
Günesi karartan kiyamet gibi

Ey yolda kaybolan ezilen haber
Asarak zamani yenile cagi

Betonlar mezardir düse sevince
Saksilar dogaya özlem eylemi

Siir bahcemizdi gökdelen oldu
Aklimiza nasil bak gülen oldu

Soyumu yüklendim bu çag icinde
Urfa bir dağ gönlüm bir bağ icinde

Tenekeci’nin şiirde işi çok zor çünkü tercihleri burada andığım durumların içinde en kolayı. Ne klasik şiirimizi ne de modern şiirimizi bilmeye yönelmiş… Dışarıya ayarlanmış bir içten, dışa ne dökülürse onun şiirinde de görülen o.

kemal-sunal-ın-yadigar-ejder-in-ölümüne-yol-açması_234327

3.Popüler Çağcıl Vasat
Yaklaşan üçüncü hal de öteki haller gibi bırakın yaklaşmayı kendine gereken siteyi (şehir devletini) bir güzel kurmuş ve âbâd etmiş durumda. Benim ‘yaklaşıyor’ demem boşunadır. Gene de öyle diyelim. Çünkü popüler çağcıl vasat yaklaştığı gibi geçer. Saydıklarımın içinde en geçici olan budur. Zamana odaklandığı için on, on beş yıl içinde kendini gene zamana uydurur. Bu vasatın şiirden ziyade düzyazısından söz etmek mümkün aslında. Bu yüzden Hayriye Ünal’ın daha çok düzyazısı üzerinden anlatmaya çalışacağım bu vasatı. “(…) Bu yapıların ortaya çıkışının antropolojik kategorilerin döngüsel değişimiyle yakından ilgili olduğunu düşünüyorum. Görsel kültür bir başlangıç ve dilsizlik kültürü iken farklı ve çoğul kisvede bugün dile savaş açarak –açmasa bile onun yerine oynayarak- yeniden burada.” gibi cümlelerle Murat Üstübal’ın Dirim Kurgu kitabıyla ilgili tespitlerde bulunuyor Hayriye Ünal, başka yazılarına göre nispeten daha az çağcıl olan son yazısında (Hece, Ekim-189). Yenilik, diyor ama gene, belki başka başka şekillerde ellinci kere “put kırıcı şiire alan açmak”tan söz ediyor. Sanki şu zamanda, kendileri birer puta dönüşmekten başka derdi olmayanlardan başka kırılmadık put kalmış ve onların tüm ülkeyi tutan hırsına açılan alandan başka da çiğnenmedik alan kalmış gibi. Günün şiiri Ünal gibi düşünenlerin istediği hale çoktan gelmiş durumda ama Ünal hâlâ kendini azınlıkta hissediyor… Özetle Üstübal’ın “Şiirde Polilektik Akış ve Heteropya” alt başlığını taşıyan kitabında minör bir edebiyat için hemen her şeyi buluyor. Majör edebiyat dediği geçmiş zaman edebiyatına karşı bu tarzı savunuyor. Ama gene henüz hiçbir esaslı kitabı Türkçeye çevrilmemiş Lacan’dan el yordamıyla yapılan okumalarla gene çağcıl olma özentisiyle… Öyle ki yazısındaki on dipnottan beşi alıntıdan alıntı, bir başka deyişle aktarandan aktarma. Üçü de çeviriden alıntı. Ancak ikisi Üstübal’ın eserine vurgu niteliği taşıyor. Böyle bir yazı kurgusunun, biraz akademiye ilişmiş biri olarak söyleyeyim: Geçerliliği yoktur. Ne yazık ki Hayriye Ünal enerjisini, kızgınlıkla, sinirle kurduğu otorite karşıtı gayretine heba ediyor. Hemen her yazısı Foucault, Deleuze, Lacan, Bahtin, Derrida alıntılarıyla dolup taşıyor. Şiir katarının son vagonuna binmekle şiir katarının varlığını ne temellük edebiliriz ne de duyumsayabiliriz. Ünal felsefenin ve de şiirin klasik eserlerine aşina çıkmadan postmodern filozofa kıyıcığından ilişerek bir şiir kuramı oluşturmaya çalışıyor. Bu filozofların kendi topraklarında dallanıp budaklanan, birçok kişisel handikaplarla dolu jargonunu kendi dilinde yerleştirmeye çalışmak, yanlış takım çantasıyla çalışmaya benziyor. Hayriye Ünal yazık ki kendinden bir zamanlar umulan yükler yerine çağcıl, sanal yüklere omuz veriyor. Havayı sırtlanmak gibi bir şey bu. Bu yüzden de şiiri de fevkalade enerji dolu düzyazıları da kendi vasatında çoğalıyor. Israrla kendi görüşünün azınlıkta olduğunu söylüyor ama çağcıl popüler söylemi tercih ettiğinden ötürü pek çok benzeri olduğunu görmüyor. Öyle görünüyor ki Ünal, çok kalabalık bir vasatın içinde yalnızlığını kaybetmiş durumda. Onun şiiri Tenekeci’nin duygusallığından kurtulmaya çalışmakla kendisine bir öfke bulmuşa benziyor. Bu yüzden de birinci andığım popüler politik vasata bir dönem yaklaştı. Fakat aklını burada andığım isimlerden daha farklı türlü işletme yöntemlerini kazanabildiği için bir ataklık yapıp neo epik şiirden çok sesli dediği şiire geçti. Ancak bu geçiş popüler olma noktasında her iki vasatla da ortaklık kurmaktan geri duramadı:

Ah beşerim o mülevves ellerinden öperim öperim senin q klavye elini
Tutucu ellerini kör tuttuğunu belleri uçkunum uçkunuz uçkundur uçkurların ipleri
Berbat şiirler yazamam sen yaz ötekiler yazsın tam takır kuru bakır
Kaç gün gider bu şiirin gemisi
Devralınmış sözlerle kırbanız
Komik yenilgilerden ödünç öfkelerden
Patlamasın aman ha öd torbanız

Ünal’ın Transparan şiirinden aldığım bu dizeler gibi pek çok dizesini görmek mümkün. Şiirlerindeki sunum savrukluğu içinde estetik dilini bulamayan bir öfke seziliyor. İçine doğduğu topluma, onun kendine kadar gelen şiirine yönelen öfkeye bir sözüm yok ama bu öf-ke yeterince ‘öf’ demediği için mi yoksa estetiği yanlış referanslar aradığı için mi bilinmez, bulabilmiş değil. Bir anti-estetik de değil. Çünkü o yadsıma gücü için bile başka bir biçem ve dil gerekir. İsmet Özel’in son şiirleri, şairin şu yaşına karşın Ünal’ın bu şiirlerin çok ötesindedir. Şu durumda Ünal’ın düşünmesi gerekir. O, bir takipçi olarak neye, niçin kızmaktadır? Özel hiç değilse el yordamıyla, aktarandan aktarmalarla getirmemiştir şiirini buraya. Büyük bir öfkesi vardır, benim nicedir şişkin egosundan öte bir mana bulmadığım… Ünal bugün şizofrenik dili yüceltiyor, postmodern kuramların jargonuyla Özel’in paranoyalarına yolunu nasılsa çıkarabiliyor. Tüm bu savrulmalar, çağcıl olma endişesinden kaynaklanıyor kanımca. Ünal her şeyi dışlıyor gibi görünüyor ama çağını değil… Bu bakımdan Ünal’ın Türk şiirinin mayasını Fransız postmodern filozoflar üzerinden anlayıp kendi şiirinde katılaştırmaya çalışması Yalçın Koç’un işaret ettiği şu tehlikeyi hatırlatıyor: “Maya”nın esasını, “rasyonel yeti”nin hükümleri vasıtasıyla “açmağa” kalkışan, yönünü Grek-Latin-Kilise diyarına çevirerek, ya “irrasyoneliteye” saplanır, ya da “boş laf”la iştigal eder ve bazen zarar ziyana yolaçar.” Ünal, içindeki otorite karşıtlığının irasyonaliteye, boş emeğe, zarara ve ziyana yöneldiğini göremiyor. Tabir caizse onda genç kız tepkiselliği ile fikri özentiselliği kol kola geziniyor. Ünal’ın tüm şiiri, düzyazısı, bir yana karşı oluşmuş bu tepkiden ötürü yönelinen öteki yan özentisiyle açıklanabilir. Umuyorum ki Ünal’ın özentileri onu, ben de dâhil tüm kızdıklarına rağmen, bir köksap olarak da olsa gerçek bir göçe şahitlik ettirir… Aksi halde öfkesinden ötürü duyumsadıkları birer fikri çaresizlikler olarak şiirde yankılanmaya devam edecektir.

Onuncu Köy de İlk Köydür…
Söylediklerim buharlaşmasın diye bir kez daha toparlamak istiyorum: Türk şiirinde 1990’lı yıllarda Müslüman duyarlıkla şiire başlayan ama son on yıldır bir vasatın üç türlüsüne tıkanıp kalmış şairlerden ve onların popülerlik paydasında birleşen vasatlarından söz açtık. Popüler politik vasat, popüler duygusal vasat ve çağcıl popüler vasat olarak bunları mimledik. Bunların da sadece Müslüman duyarlıklı şairler için değil aynı duyarlığı taşıyan tüm edebiyat, düşünce erbabı için geçerli olduğunu iddia ettik. Benzer durumu Türk şiirindeki toplumcu gerçekçilik deneyimiyle yer yer kıyas etmeye çalıştık. Vesaire vesaire… Fazlası yukarıdadır.
Şimdi bu yazdıklarımdan ötürü, ‘doğru söyleyeni dokuz köyden kovarlar’ sözü uyarınca kendini onuncu köyde bulacak biri olarak görmüyorum kendimi. Bu da kendini önemsemenin bir biçimidir olsa olsa. Kendimi elbette kendimce önemsiyorum ama en önemsediğim şey, düşündüğümü eğip bükmeden, sert de olsa söyleyebilmek. Burada andığım arkadaşları geçmişte önemsedim. Bugün tuttukları vasattan dolayı onlara söyleyecek söz bulamıyorum. Çünkü kendi vasatlarını gereği kadar sorgulamıyorlar. Bir göz kararmasıyla hareket ediyorlar. Sanki bir parti tutar gibi yandaşları ve muarızları ve daha çok da işlerine göre istihdam ettikleri arkadaşları, gençleri var gibi geliyor etraflarında. Oysa derin elemleri, yalnızlıkları olmalıydı. Bense beni sevgiyle okuyan tek tük isimlere “Bana benzemeyin… Yalnız yürüyelim!” diyorum. Yahya Kurtkaya şahidimdir… Bu genç arkadaşta yaşıtı başka gençlerde de tespit ettiğim sahih endişeler görüyorum. İnşallah içinde yaşadığımız vasatlıkları aşacak bu gençler. 1990 kuşağının ve onları takip eden 2000’li yıllardaki ardılların çağdaş küresel medeniyete kapılıp Anadolu mayasını unutan, kolaycı, avam, pragmatist tercihleriyle oluşan bu vasatları ellerinin tersiyle itip kendi güzidelerini kendileri belirleyecekler. En güzelleri dilerim onlar olsun!..
Bizler ilk köydeyiz, hepimiz… Bir nesiliz ve bizi izleyenler var. Onlara sunacağımız vasat konusunda kendi sorumluluğumuzu aşan haller var. Müslüman olmasak da vardı bu. Kemal Özer, Gül Yordamı’ndan sonra popülist sosyalist vasata hapsetmeseydi şiirini kendinden sonra gelen benzer duyarlıklı şairler benzer vasata bu denli itibar eder miydi? Tartışmalı bir konu… Ama neresinden bakarsak bakalım toplumcu gerçekçi vasat sosyalist duyarlıklı şairleri tüketmiştir. Vaktiyle “toplumcu (popüler realist) gerçekçi” bir şiiri seçmenin saikleriyle burada andığım üç vasatınkinin aynı olduğunu düşünüyorum: “Popüler” olma hırsıdır bu. Bugün bu tehlike düşüncede, siyasette ve hayatta tezahürlerini gördüğümüz, (Yalçın Koç’tan ödünç bir kavramsallaştırmaya başvurarak söylersek) Vahhabilik kokan tehlikelerin koluna girerek Müslüman duyarlıklı günümüz şairlerini bir tükenişe doğru sürüklemektedir.
Buraya kadar yazdıklarımdan ötürü kimileri: “‘Ne yani, üç vasatın içinde resmedilen şairler, neo klasik olup kurtulsun mu; bunu mu öneriyorsunuz?” diyebilir… Asla böyle bir önerim yok. Ben vaktiyle İsmet Özel’e, “Sen kendini mescitte ibrik mi sanıyorsun” demiş biriyim. Özel’den bu arkadaşların aldığı miras kendini popüler kılmanın yolunu bir şekilde bulma çabası oldu ne yazık ki. Bugün günün şairi hâlâ Nâzım’a, Necip Fazıl’a ya da en azından Karakoç’a, Uyar’a has bir popülarite arıyor. Bunu yaparken düşünmüyor ki kendilerini ölçtüğü bu şairler klasik şairlere has emek verebilen isimlerdi. Tenekeci, arabeski aratan santimantalitesini terk edip artık bindiği dalı keserek bizi düşüşüne baktırsın, diyorum. Ali Emre, bu tarz şiirler yazdıkça adının, Arslanbenzer’in içini boşaltıp pislik edebiyatı numuneleri doldurduğu epikten ayrılmasını bekleyemez, diyorum. Hayriye Ünal, hep söz açtığı put kırma, yenilik, minör edebiyat vesaire, derken bizzat kendisi kendinin putu, majörü olduğunun farkına varsın, diyorum. Neo klasik olmasınlar ama şiir tarihine bakıp hatırlasınlar ki adı şair olarak anılan her şair mutlaka bir kripto-klasiktir.

Mayıs, 2012

Şiirde Post-modern Natüralizmle Buraya Kadar

Resim

“Demirci sordu:
Kabzasına ne yazalım istiyorsun?
Kabzasına dostum, dedi JAPON savaşçısı
Şunu yazın:
‘Akan bir dere, bir koyun sürüsü,
Yavrusuna ninni söyleyen bir kadın.’”

Solomon Bloomgarten

Türk şiiri son yetmiş yılda üç kez, şairi ve okuru için tam bir alıklaşma nedeni olan realist kolaycılığa geldi saplandı. 1940’da Garip Hareketi, 1960’lı yıllarda sosyalist duyarlıklı Toplumcu Gerçekçilik ve son on küsur yıldır türlü adlarla anılan post-modern kuramlarla oldu bu. Bu sonuncusunun İslami bir duyarlıktan neşet etmesi, üzerinde dikkatle durulması gereken bir husustur. Zira yüzyıllardır kendine has fevkalade yanlar kazanarak gelişen İslam sanatı, Hz. Peygamber’in ‘Sizden biriniz bir şey yaptığı zaman onu mükemmelen yapsın’ hadis-i şerifi uyarınca ne natüralist kolaycılığa ne post-modern kuramlar içinde gizlenmiş ontolojik sapmalara değil mükemmele yönelmiştir. Dolayısıyla burada bir apaçık bir söz konusudur. On yıldan fazla bir süredir Türkiye’de Müslüman duyarlıkla yazılan şiirlerde, İslam sanatlarının ‘soyutlama’ tercihi yerine kaba bir realizm demeye gelen natüralizm göze çarpmaktadır. Bu şiirlerde günlük hayat ve siyaset manzaraları argoya ve kaba bir eleştiriye yaslanarak kolayca akla dolanan görüntülerle eleştirilmekte ve 1970 yıllarda sosyalist duyarlıklı şairlerin yaptığı türden bir popülizme ilgi duyulmaktadır. Bu da Türk şiirinin 1990’lı yıllardan beri en enerjik kesimi olan Müslüman duyarlığı kaba bir natüralist söyleme hapsetmektedir. Müslüman duyarlıklı genç şairler, İslam sanatına has son derece hayati yönleri haiz bir kavrayış gücünü bırakıp post-modern kuramlara yönelince onlardan Türk ve Dünya şiirine beklenen katkı gelmemektedir. Bu, sadece onlar için değil Dünya şiiri için de büyük bir kayıptır. Zira bu şiirlerin benzerlerini pekâlâ bir Amerikalı da yazabilir. Tüm Dünya halklarının alıklaştırıldığı bu küresel kapitalizm döneminde Türkiyeli Müslüman duyarlıklı gençlerin bozuk bir ağızla, kolayına bir eleştirel yaklaşımla, hiçbir özen taşımaksızın yazdıkları bu türden dizelere şiir demek mümkün değildir. Bugün kendini sokmak istediği kuram adı ne olursa olsun yazılan bu şiirler, manzumeciliğin günümüzdeki bozulmuş halinden öteye gidememiş ve varacakları nihai yere gelmiştir: Avamileşme. On yıl önce değilse bile bugün artık açıkça görülmektedir ki adlarını burada saymaya gerek görmediğim isimler birbiriyle sadece argo ve kolaycılık düzeyinde ayrılan naturalist bir paydada yarışmaktadırlar. A kişisi daha bozuk ağızlıyken B kişisi daha çağcıl gibi görünerek aynı görüntüyü kolayına resmedip önümüze koymaktadır. Bu durumda C kişisine düşen sadece ve sadece popüler bir santimantalizmi benimsemek kalmaktadır.
Günümüz şiir ortamında Müslüman duyarlıklı isimlerin oluşturabildikleri vasatın bu olması üzücü ve düşündürücüdür. Her biri bir avamileşme olan bu vasatlar (Popüler Politik Vasat, Popüler Santimantal Vasat ve Popüler Çağcıl Vasat olarak üç grupta toplanabilir), şiirde kalmayıp günlük hayata, siyasete, ticarete de sirayet edecektir kuşkusuz. Dünyanın şu günlerinde insanlık için bir vaha gibi duran İslam sanatının ruhunun bu şekilde kaybı, sorumluluk sahipleri için hesap nedenidir. Kendi adıma yıllardır bu uğurda yazıp çizdim. Etrafı saran uğultudan, dedikodulardan, engellemelerden sesimin çıkmadığını biliyorum. İnsanların ekseriyeti ne yazık ki bayağı, vasat, kaba, kolay olana talip oluyor. Benim umudum, bu talip olanlara Müslümanların çağlar boyunca talip olmadığını bilmekti. Şimdi gelmekte olanları, Okumaya devam et