Şehir, “Gırtlağımızda Hava Sayacı” Olmayacaksa…

“Mescitlerinizi gösterişli ve
süslü yapmayınız, sâde yapınız.
Fakat şehir ve kasabalarınızı
muhteşem yapınız.”
Hadis-i şerif

Dünyada yaşanacak muhtemel değişimleri öngöremiyoruz. Hayatî bir mesele bu… Devletimizin, bu hayatî meselenin siyasî, sosyal, askerî, ekonomik ve kültürel noktalarına eğilecek organizasyonları maalesef türlü nedenlerden ötürü olamadı. Genç Türkiye Cumhuriyeti, kuruluşunun ilk yirmi beş yılında koca Osmanlı’yla kendini kıyas etmekten ısrarla kaçındı. Zenginliğini kaybeden kişinin, yoksul zamanlarında hafıza sorunları yaşayıp onunla kavgalı olması gayet tabiidir. En başta, kendisini fakirleştirdiğini düşündüğü nedenlere düşmanlık edecektir. Nitekim genç Türkiye Cumhuriyeti, tüm diğer nedenleri bir yana bıraksak bile sırf bu nedenden ötürü Osmanlı, Selçuklu mirasını ifade eden her şeye karşı bir düşmanlık besledi. Dinî, tarihî, edebî, mimarî mirasların cümlesi bundan nasibi aldı. Evlatlar, kendilerini yoksul düşüren dedelerinin dünyasını öyle reddettiler ki bunun bir benzerini bugünün Çin’inde bile göremeyiz. Günümüz Çin’i de mutasyon geçirmiş ve kadim Çin bilgeliğiyle bağını koparmıştır ama “devlet idesi”nden hiçbir şey kaybetmemiştir. Bu sayede de bugün ABD, İngiltere, Rusya ile her bakımdan bir mücadele yürütebilmektedir. Saydığımız ülkelerin içinde dikkat edilecek olursa Almanya yok. Almanya, ikinci paylaşım savaşından sonra “Almanlığı”nı kaybetmiş zavallı bir hale düşürülmüştür. Yüzlerce yılın Almanlık idesi, otomobil üretmekle övünür haldedir. Dünya değişirken onlara verilen rol, bundan ibarettir çünkü. Türkiye’ye verilen role benzer bir roldür bu. Onlar ikinci, biz ise birinci paylaşım savaşından sonra kültürel bir redd-i miras yaptık. Ancak Türkiye’de bu durum değişmek üzere. Tarihî kaderi, Türkiye’yi tarihin içinden süzüp getirdiği “Türk devlet idesi”ni hatırlamaya zorluyor.

“Maslâhatın Nedir Şârı Sorarsın?”
Sözünü ettiğimiz değişim neyi ifade ediyor? Hemen belirtelim ki bu değişim, son 15 yılın bir değişimi değil. Netameli bir tarihi var. Türkiye Cumhuriyeti, kuruluşunun ilk yirmi beş yılından sonra, tarihini, tefekkür ve tahayyül boyutu eksik kalsa bile dinî hayatını, dilini, musikisini fertler bazında hatırlamaya başladı. Mimari içinse değişen bir şey olmadı. Çünkü mimari, bireysel ya da toplumsal değil devlet idesinin bizatihi kendisine dair bir “hatırlama”yı gerektiriyordu. Demokrat Parti, bu bapta bir gayretin içine girme eğilimi gösterdiğinde darağacı kurulmaya başlanmıştı. Çünkü onların düşündüklerinin tarihle bir bağı vardı… Türkiye Cumhuriyeti’nin “Türk devlet idesi”ne bırakın dönmesi, onu hatırlaması dahi dünya siyaset dengesini bugün de altüst edecektir. Rahmetli Adnan Menderes, Turgut Özal ve Necmettin Erbakan’ın siyasi gayretlerinin ödediği bedelin temelde yatan nedeni, her birinin başka bir takım eksiklerinden, hatalarından bağımsız olarak budur. Üçü de bireysel gayretlerle hayatiyet kazandırılamayacak bir konuya, yani tarihin içinden gelen devlet idemizi ihyaya yeltenmişlerdir. Bunun her şeyden çok mimariyle, şehirlerimizle bir ilgisi vardır. Zira Türk şiiri, devlet idemizden hiçbir zaman kopmamıştır. Tahayyül ve tefekkür açısından kusurları olsa da dini hayatımız canlıdır. Türlü müzik türlerinin bayağılıklarıyla baş etmek zorunda kalsa da Âşık Veysel’in bittiği yerden Neşet Ertaş yeşerebilmektedir. Böyle olmasa bile türküler, musikimizi diri tutmaktadır. Sanatımızın her alanı için durum böyledir. Lakin mimari için durum farklıdır.
Şehirlerimiz, “Türk devlet idesi”nden uzak düştüğümüzden beri öksüz ve yetimdir. Şiiri, musikiyi, dini tahayyül ve tefekkürü, tek tek fertler ihya edebilir ama şehirler, devlet idesini gereksinir. Bu olmadığı zaman modern ve postmodern yıkımlara maruz kalan kalabalıklar hıncını şehirlerinden çıkarır. Devlet, kanundur. Kalabalıkların yıkımını sadece ve sadece tahayyül ve tefekküründen kopmamış bir devlet engelleyebilir. Şehirlerimizin aldığı bugünkü amorf durumun nedeni, “Türk devlet idesi”nin nicedir kalabalıkları sevk ve idare eden hâkimiyetinin olmamasıdır. Kalabalıklara ve onu yönetmek isteyenlere “maslahatın nedir şarı sorarsın?” sualini sormak yetkisi ve sorumluluğu sadece devletindir. Tahayyülümüzden ve tefekkürümüzden, devlet idesini maalesef ya çıkardık ya da karikatürize ettik. Türk devlet idesini sosyalist bir devrimle yıkıp yerine komünist bir devlet kurma hayali taşıyanlar, 1920’lerden 1990’lara kadar devlete saldırdılar. Hâlâ da bu saldırı devam etmektedir. Öte yandan devlet idemizin raptolduğu İslam düşüncesine karşı olanlar da bunu doğrudan İslam karşıtlığı olarak sunamayacakları için devlet idemize saldırılarını devlet idemize yönelttiler. Bunların karşısında ise devlet idesini önemseyen ama onun yükünü üstlenecek müktesebata sahip olmayan iyi niyetliler vardı. Maalesef bu çatışmaların ortasında sadece şehirlerimiz değil hayatımızın tüm alanları el yordamıyla inşa edildi. Bunun en somut görüntüleri, bugün “gırtlağımızda hava sayacı” gibi duran şehirlerimizdir.
Genç Türkiye Cumhuriyeti’nin kısa tarihi, hep burada düğümlenir. Doksan küsur yıldır kapılarımız sağlam değilse bile sağlam menteşelerimiz olagelmiştir. Sözgelimi onca felsefe öğreticileri içinden Teoman Duralı gibi bir düşünürümüz olabilmiştir. Musikide, şiirde, romanda ve daha başka alanlarda da gövdeler bizi tatmin etmese de sağlam menteşe vazifesi görenlerimiz, her şeye karşın çıkmaktadır. Onların varlık gösterdiği alanlardaki insanlarımız da bu kişilerin sözlerini az çok önemsemektedirler. Bir de mimariye dönüp rahmetli Turgut Cansever’e bakalım… Kahredici bir durumla karşılaşırız. Turgut Cansever’i işlevsiz hale getirmişizdir. Kuşkusuz ondan etkilenen mimarlarımız vardır ama bu etkilenme ile gerçekleşebilecek bir durum değildir. Bu konuda en hassas, en gayretkeş hatta cengâver belediye başkanının bile yapabilecekleri sınırlıdır. Şehirleri kuran, geliştiren, koruyan şeyde belirleyici olan, o şehirlerin bağlı olduğu devletin tahayyül ve tefekkürüdür. Kalabalıkları sevk ve idare edecek güç, ya kanunun gücüdür ya da devletin de bağlı olduğu ruhanî otoritedir. Batı şehirlerini bayındır eden şey, kanunların gücüdür. Bilindiği gibi Batı, çağlar boyu kendisi için ayak bağı olarak gördüğü kilise, derebeyi ve krallık otoritelerini yıkıp kanun üstünlüğünü yerleştirmiştir. Ancak hiçbir zaman tarihi köklerinden kopmamıştır. Batı’nın en avangart görünen sanatçısı bile dikkatli bakıldığında bir “kripto klasik”tir. Atonal müziğin piri sayılan Arnold Schönberg, yıktığı tonal müziğin son büyük üstadı Gustave Mahler için şöyle der: “Gustav Mahler’e olan inancım kesin ve sarsılmazdır ve onu en büyük adamlardan biri olarak görüyorum (…) Gerçeği söylemek gerekirse, sarsılmaz bir güven içinde olmalıyız: Nasılsa inancımız ötekileri de sarsacaktır (…) Böyle yanıp tutuşmamış bir havari ancak bir sapkınlığı vaaz eder. Kendinden bir hale esirgenenin bir tanrısallık imgesi taşıması da söz konusu olamaz. Kuşkusuz havarinin kendisi aydınlık değildir; o, bedenini sadece bir zarf olarak kabul edilen bir ışıkla parıldar: Işık zarfı deler geçer, ama bu ışık şefaatlidir ve yanan kişiye kendisinin bir aydınlık olduğu görünümü izlenimini bahşeder.” Yirminci yüzyıl resim sanatının en şöhretli ismi Pablo Picasso, Givanni Papini’ye verdiği bir mülakatında; Goya, Rembrant gibi ressamlarla kıyasladığında kendisinin kelimenin klasik manasında bir ressam olmadığını, olsa olsa bir “halk eğlendiricisi” sayılabileceğini ifade eder. Çünkü o, çağının insanının beklentilerini nasıl karşılayabileceğini çözmüş ve o kalabalıklara istenileni verdiği için de şöhret kazanmıştır. Batı dünyası bugün de her alanda köken bilgisinin peşindedir. Tek tek sanatçıları olduğu kadar kanun üstünlüğünü benimseyen devlet organizasyonları için de aynı durum söz konusudur. Devlet idemiz, köken bilgisiyle inşa edilmediği için kalabalıkların düzenden yoksun sözümona organizasyonuna mahkûm kalmaktayız. İçimizde hepimizi “şarlatan” olmaya zorlayan bir düzen söz konusudur maalesef.
Ünlü edebiyat eleştirmeni Matthew Arnold, “şarlatan”ı bizde galat oldu şekliyle, yani hilebaz, dolandırıcı, yalancı olarak tanımlamıyor. Ona göre şarlatanlar, kelimeler arasındaki anlam inceliklerini ortadan kaldıran kişilerdir. Kelimelerin arasındaki incelik ortadan kalkınca toplumsal hayatta da incelikler ortadan kaybolacaktır. Bunun pek anlamlı bir örneğini Antonin Artaud, “Moğolistan Sınırındaki İki Ulus” adlı senaryosunda anlatır: “Bu Moğollar,/ bu Tatarlar,/ bu Afganlar,/ inanıyor musunuz onların madenler, kentler için savaştıklarına; yanılgı olur bu, sözcükler için savaşıyorlar.” Çünkü aralarındaki çatışma zaten “biçimden çok biçemden ve ifade sorunundan” çıkmıştır. Müslümanlar, dillerindeki sözcüklerde ilahî bir öz gördükleri için ömürlerini o kelimelerdeki inceliğe adamışlardır. Sözcükler için yaşamış ve yine onlar için savaşmışlardır. Bu nedenle de Goethe, “Hicret” şiirinde “Tekellüm edilen kelam / O yerde çok ehemmiyetlidir.” diyerek İslam diyarlarına göç etmek ister: Artaud’nun ve Goethe’nin söyledikleriyle zihinlerini resmettikleri insanlar, yani ister Moğol ister Arap ister Türk ister Çinli olsun tüm Doğulular, ne yazık ki nicedir bir “senaryo” içine hapsolmuş durumdalar. Bu senaryodan bir türlü çıkamıyorlar. Her yetişen nesil biraz daha senaryonun parçası oluyor. Bundan hoşnut olmayanların azınlık teşkil ettikleri artık bir gerçek. Sözcükler uğrunda yaşamadıkları için sözcükler için de savaşmıyorlar. Sözcüklerindeki ilahi olandan kaçtıkları için sözcüklerini düşünmeden, alelade bir alet gibi kullanıyorlar. Sözcüklerinde değil üzerinde çirkin şehirler kurdukları, adına da ülke dedikleri toprak parçalarında günden güne, nesillerini kurutarak -buna yaşamak denirse- yaşayıp gidiyorlar. Sanki Peygamberleri onlara: “Mescitlerinizi gösterişli ve süslü yapmayınız, sâde yapınız. Fakat şehir ve kasabalarınızı muhteşem yapınız.” dememiş gibi. Şehrin sözcüklerle inşa edildiğini umutmuşlar. Betondan, asfalttan, boyadan inşa edilir sanıyorlar. “Vatan” diye fetişleştirdikleri yer dışında, Tanrı’nın onlar için emanet bıraktığı nice beldelere karşı kör ve sağırlar. Aslında gizliden gizliye, camilerinin büyüklüğüyle övünüp şehirlerinin pisliğini onunla örtüyor içlerinden bir kısmı. Daha büyük bir kısım içinse alışveriş merkezlerinin büyüklüğü baş döndürmeye yetiyor. Aslında hepsi biliyorlar ki, yaşamları yaşamak değildir. Sözcükleriyle muhteşem şehirler kuran ve orada Tanrı’nın varlığını açık eden artık onlar değildir.

Bir Külliye Olarak Şehir
Ailem 1980’li yılların ortalarında benim eğitim görebilmem için Kayseri’ye taşındığında, adına “Mahrumlar” denen bir semtin varlığını duyduğumda çok şaşırmıştım. Bu semt nasıldı, neden mahrumdu; burada oturan insanlar neyin mahrumu, kimlerin yoksunuydu? “Herhalde,” diye düşünürdüm “bu semt yol, su, elektrik bakımından nasiplenmemiştir; buralarda oturan insanların da, kendilerini idare edecek gelirleri görece düşüktür.” Kısa zamanda tahminimde epeyce doğruluk payı bulunduğunu anladım. Ayrıca burada yaşayan insanlarda bir sertlik vardı. Sonraları bu semtin insanları, şehrin genişlemesine paralel olarak evlerine, arsalarına karşılık yüksek katlı binalarda daire filan aldılar. Mahrumlar tanınmaz hale geldi ve semtin adı da Kurtuluş olarak değiştirildi. Orada oturanların insan ilişkileri de değişti elbet. Zaten bir süre sonra da çoğu arsalarına karşılık aldıkları daireleri satıp gene kendilerince bir “mahrumlar” kurdular. Mahrumlar’dan Kurtuluş’a ve sonrasına ulaşan zamanlarda, Mahrumlular arasında bir şair var mıydı; varsa neyi, nasıl eyledi bilemiyorum. Bildiğim olguların kişioğlundaki karşılığı daha çok kişisel olsa da, mahrumiyetten ya da yoksunluktan benim anladığım bu kıssanın hissesiyle sınırlı değil. Hölderlin’in “Bilmem hem neye yarar şairler yoksunluk zamanlarında” dizesinde söz ettiği yoksunluk zamanlarının içinde zor zamanlar, yıkım zamanları vurgusu da olmalı. Şairler belediye başkanı olmamalı ama belediye başkanları şairler gibi olmalı. Çünkü has şairler, yaşadıkları çağda şiiri yenilemek için gayretkeştirler ama bunu sadece tarihin içinden yapabileceklerini de bilirler. Dolayısıyla yıktıklarında bile kullandıkları taşlar, eski taşlardır.
Peki bu nasıl olabilecektir? Son zamanların moda tabiriyle “insanı dışlamayan şehir” nasıl inşa edilecektir? Başından beri sıraladığımız nedenlerden ötürü şehirlerimiz “külliye” olma niteliklerini büyük oranda kaybetti maalesef. Resim sanatına olan yeteneksizliğinin hıncını, resim sanatını tahrip ederek çıkaran Marcel Duchamp, 1915’te şöyle bir öngörüde bulunmuştu: “… Bir toplum oluşturma(lı), bireylerin, soludukları havanın parasını ödemek zorunda oldukları (hava sayaçları); hapsetme ve seyrekleştirilmiş hava, karşılığı ödenmediğinde bir boğ(ul)ma yeter(lidir) gerektiğinde (havayı keserek).” Bugün bu öngörü, dünyanın her yerindeki Müslümanların gerçeği oldu maalesef. Müslümanlar, gırtlaklarında hava sayaçlarıyla yaşatılmak isteniyor. Türkiye’de bir “külliye inşa etmek” isteyenler, bunu engellemek için çırpınıyorlar. Sadece Müslümanlar için değil tüm insanlık için adaletin olduğu bir “külliye” vaat ediyorlar. Ama yazık ki pek çokları sanatçısıyla, siyasetçisiyle ABD, Avrupa ve Rusya’nın gerçekliğinde hapsolduğundan ötürü, dedelerinin dağlarında taş ocakları kurup çıkardıkları taşlarla milletimizin külliye inşasına gelmiyor. Oysa bu kesimler, Avrupa resim sanatını dirilmek için 1985 yılında Basel’de bir araya gelen Anselm Kiefer, Joseph Beuys, Enzo Cucchi, Jean Christophe Ammann ve Jannis Kounellis’in “Bir Katedral İnşa Etmek” başlığı altında topladıkları fikirlerini çok önemsiyorlar. Türk devlet idesini önemseyenler, onlara, “Bir Külliye İnşa Etmek”ten söz açınca ise bunu küçümsüyorlar. Bu kişilerin bünyesi maalesef mutasyon geçirmiştir. Batı dünyası köklerinden kopmamasına karşın bugün dahi sadece sanat alanlarında değil hayatın her cephesinde “neo klasik” bir gayret içindedir. Türkiye’nin de her şeyden önce bir düzen fikrinin ifadesi olan kendi “neo klasisizm”ine, siyasetten şehirciliğe kadar her alanda dönmek mecburiyeti söz konusudur. Şehirlerimiz de siyasetimiz gibi, şiirimiz gibi, tadilata ihtiyaç duymaktadır. Tasfiye de takviye de edebilmenin zarureti vardır.
Şehirlerimizin, insanlarımızın gırtlağında hava sayaçları olmaya devam etmesini istemiyorsak tarihin içinden gelen devlet idemizi sahiplenmek zorundayız. Şehirlerimizi birer külliye haline getirmek, onları tadil etme yollarıyla mümkündür. Bu da ancak tüm bunları kendisine mesele edinmiş bir devlet idesinin “Maslahatın nedir şarı sorarsın?” diye imtihan ettiği şehremini kişiliklerle mümkündür. Olumsuzmuş gibi görünen andığımız tüm bu hususlar, Anadolu’nun on üçüncü yüzyılını bize hatırlatmalı… On üçüncü yüzyılın kaosundan Osmanlı doğmuştur. Türkiye uzun bir fetret devrinden geçti. Köken bilgisiyle irtibatı kopan insanların birer şarlatana dönüşerek yağmacılık yapar hale gelmesine şaşırmamalıdır. Şehirlerimiz bu yağmacılığın mahalleleriyle doludur. Fakat kanımca Türkiye’nin fetret dönemi sona ermek üzeredir. Türkiye, refahı değil de anlamı arayan insanların yurdu haline gelmek yolundadır. İnsanlarımıza refah sağladığımızda onların birer hedoniste dönüşmesini istemiyorsak yaşamın anlamının ne olduğunu da kavratmak zorundayız. Kim olduğu bilgisine sahip olmadıkları takdirde onlara sunduğumuz refah onların iyiliklerine olmayacaktır.
.