Şiirde Tasfiye de Takviye de edebilmeliyiz…

06-46-51-2_ShenZhou-PoetOnaMountainTop_recto_email

Söyleşen: Mustafa Fırat

Sevgili Celâl. Seninle son söyleşimizin üzerinden altı ay gibi kısa bir zaman geçti. O söyleşimiz senin “Deformasyon, Yenilik ve Kuram Söylemlerinden Gına Gelmesine Karşın Şiir Sanatının Yeniden Tebarüzü ve Tebellürünün Güçlüğü Üzerine” yazına ilişkindi. Sen epey bir zamandan beri Türk şiirinin omurgasını teşkil eden şeyin İslam’ın sanatlara bakışı olduğunu söylüyorsun. Türk şiiri sana göre İslam sanatının tinselliğinden uzak düşmekte. Elbette bu toplumuzun hayata bakışındaki bir mutasyonun bir ifadesi de. Suyu Seveni Derin Batırın Irmağa’da bu mutasyona her yönüyle dikkat çekmişsin. Şiirin rejenerasyonundan bahsediyorsun da mesela ‘gelenekten yararlanmak’ demeye şiddetle karşı çıkıyorsun. Şimdi Mühür’de, bu söyleşinin de yayınlandığı bu sayıda bir şiirin var. “Deli Dumrul Şairi Faciayı İşaret Ediyor”*. Bu şiirin İsmet Özel’in “Faciayı Yazmasaydım Yaza Yazık Olurdu” adını taşıyan şiirine bir cevap olduğunu düşündüm ilk anda ben. Doğrusu en çok da İsmet Özel’in, ‘şiir İslam sanatlarının tinselliğinden uzaklaştı’ düşüncene, yazdığı şiirlerle katkıda bulunduğunu düşünüyorum. Şiirin için ve bu düşüncem için ne dersin?

Düşüncelerinin birinde haklısın. Evet, İsmet Özel’in şiirinde yankılanan ‘ben’ sesi İslam sanatlarının tinselliği ile tamamen zıt bir içeriği vazediyor. Ben bunu bundan sekiz yıl kadar önce fark ettim. İsmet Bey benim için çok değerlidir. Onun negatifinden öğrendiklerim daha çoktur diyebilirim. Benim gibi Kayseri’nin bir küçük vadide yerleşip kalmış dokuz yüz yıllık bir köyünün masumiyetini İzmir’e taşımış biri için, Özel’in müthiş akılcılığı ve başarı hırsı tam bir travma olmuştur. Ben onu şiir söz konusu olduğunda kafamdaki İsmet Özel’in tam tersi olarak buldum hep. Bu yüzden bundan birkaç yıl önce Herkesin Bir İsmet Özel’i Var diyerek kendi İsmet Özel’imi yazdım. O yazdığımın beriki ile bağı ismendir. Şiiri ile boyuna övünürdü. Herkes buna şahittir. Ama benim inancıma göre ne yanınızla haddi aşarsanız övündüğünüz şey sizden alınır. Onunla imtihan edilirsiniz. İsmet Özel, şiiri ile zavallı egolarını büyüten müteşairleri çoğalttı. Etrafına bir bak. Hep mücadele etmek zorunda kaldığım Ali Ayçil’den Serkan Işın’a, Hakan Arslanbenzer’den Yücel Kayıran’a birçok isim, onun şiirimize yerleştirdiği gayri insani yanlar taşıyan şairane triplerden gücünü alıyor. Bir şekilde tebarüz etmek için devinip duruyorlar. Şiir adına da hayat adına da yaptıkları hiçbir şey yok. Demek istediğim, sonunda ondan zaten Faustiyen bir eda ile tınlayan şiiri de alındı, sadece sövebilen bir dil kaldı geride. Modern Türk şiiri her kopuşa rağmen İslam sanatlarının tinselliğine bağlıdır. Bu dilde yazdıkça ne yapsanız bütünüyle kopamazsınız. İsmet Özel, bu bağı şiirinde egosunu sublime ederek başka bir yolla koparıyor. Genç kuşaklar onun hallerini bir şairin doğal halleri saydılar. Hemen her şiir biçemi ile ve şiiri dışındaki şairane edasıyla bunu yaptı, yapıyor. Bu yüzden şiiri hiçbir zaman şiirden bir Müslüman’ın korkması gereken hassasiyetleri okuruna sunamadı. Bir Yusuf Masalı’nın Başarısı ya da Başarısızlığı’nda bunları olanca yoğunluğuyla yazdım. Şimdilerde ise senin bahsettiğin sövgü dolu şiirler dönemini yaşıyor ne yazık ki. Peygamber Efendimiz’e sormuşlar: “Kur’an-ı Kerim’de ribanın (faizin) vebalinden daha büyük cinayet nedir?” diye, Efendimiz şöyle cevap vermiş: “Herkesin ırzına sövmektir, sövmenin en şiddetlisi de şiir söyleyerek veya nesirle şunu bunu hicvetmektir. Bu şekilde yapılmış hicivleri şairinden ve failinden alarak, öteye beriye nakletmek suretiyle yayılmasına yardım edenler de, onlardan biridir, yani suçta ortaktır.”

Şimdi, Özel’in sözünü ettiğin şiiri, başka birçok şiiri gibi bana göre bu nitelikleri taşıyor. Yani Özel, kendi beninin körü körüne haklılığı önünde gördüğü ne varsa şiir yoluyla ona sövgü düzüyor. Bir korkuyu duymak gerekir. Çünkü “Şiirin methedilmeyen kısmı şeytanın çalgılarındandır.” deniyor. Bunu ben de demiyorum. Anlıyor musun? İslam sanatının tinselliğinde bu vardır. Sövgü değil. Akif’i düşün, Tarih-i Kadim’e Zeyl’i aldı mı Safahat’ına? Yazdığım şiir için tarihe geçmeyi değil Cemalullah’ı isterim. Layık değilim, biliyorum ama istemekten de geri durmam. Kendisini sık sık eleştirerek ifade ettim bunları aslında. Eleştirilerim nezaketinden ötürü kimselerce fark edilmedi.

Uzun konuşacağız, istersen Özel’in şiirinden uzaklaşmayalım. Senin şiirin bir cevap mı? Sen Özel’in şiirindeki sövgüyü üzerine mi aldın? Yoksa o “Faciayı Yazmasaydım Yaza Yazık Olurdu” şiirindeki muhatap sen miydin?

O bahse geliyordum. Az önce sorduğunun ikinci kısmına. O şiiri belki de ilk okuyanlardan biri benim. Geçen yıl ağustos ayıydı. Tam tarih 23 Temmuz 2007. O tarihte ailemle birlikte Almanya’da idim. Genel seçimlerin bir gün sonrası, günün erken saatlerinde Özel’in web sitesinden bu şiiri okudum. Artık hiçbir şekilde, kadirşinaslığıma ya da ne bileyim yazdıklarını okumakla borçlu kalmama sığınamayacak ve İsmet Özel’i savunamayacaktım. Bana ya da değil, birine, son derece kötü bir şiir biçemi ile açıkça sövülüyordu o şiirde. Ben bir şairi, hiç olmazsa bir kahramana öykünen olarak adlandırırım. Burada şiiri üzerine alıp almamam meselesinden ziyade benim şiirimi konuşmak istediğini düşünmek istiyorum. Yoksa bizim farkımız kalmaz. Hâsılı benim şiirim o şiiri okumakla mayalandı, evet. Ama bir isme isabet etmekle noktalanmayacak derecede bir geçerlilik taşır. İnşallah böyle olur. Böyle olması için dua ettim. Hatta benim için de, belki de o sözlerin söyleyeni olarak en çok benim için, korkulası bir duruma işaret eder. Özel’in şiirini okuyunca bulunduğumuz Ulm şehrinin evimizin hemen yakınındaki ormanlığına zor attım kendimi. İki saat kadar yürüdüm. Eve döndüğümde, yağmur mu daha çok yağmıştı ben mi daha çok ağlamıştım, bilemiyorum. Çok üzüldüm İsmet Özel için. Hem de çok. Böyle bir şiir, İslam’ın fetih savaşlarında kâfirlere karşı bile yazılmamıştır. Gayri insanidir. Bilinçliliğin gururunu, tiransı bir edayı açık etmektedir. Tamamen hakaret doludur. Şiir buna alet olamaz. Ülkedeki seçim atmosferi, seçilenler, oy verenlerden tutun da seslenen şairin kendi ‘ben’i dışında başka kim varsa… O hakaretlere baktım kimsenin sesi çıkmayacak, yani kimse üstüne almayacak, çünkü öncesindekiler de öyle olmuştu, benim imgelemim yerinde duramadı. Fakat tekrar söylüyorum benim şiirim bir cevap değil, bir açıklıktır. Çünkü ben değilsem bile o birinin sesi olması gereken biri olmalı. İnşallah o kişi ben olmuşumdur; o kişi bir açıklık talep eden olsun…

Senin şiirinde o şiire pek çok gönderme var fakat…

Evet, var ama dediğim gibi bir cevap değil bir açıklık var. Açıklık dediğim, şiirin İslam sanatının tinselliğindeki yerine ve hayatta facianın ne olduğuna dairdir. Şöyle anlatayım. İsmet Özel sık sık kendisini Şuara Suresi’nde şiir yazmasına müsaade edilen zümreden ‘zulme uğradığında ona karşılık veren’e dâhil ettiği için şiir yazdığını söyler. Şimdi ‘zulme uğrayıp uğramamanın ölçüsünü’ ne olarak koyacağız? Modern zamanların bencillerinin, narsislerinin hepsi kendini ‘zulme uğramış’ sayacaktır. Ölçü, kendimizi bize her durumda haklı gösteren ‘ben’imiz olamaz. Haklılığın ölçüsü ise, bir Müslüman için bellidir. Haklıyız diye kalkıp şiir dilinde birine sövemeyiz. Ama bir gerçeği açıklığa kavuşturabilir, ona işaret edebiliriz. Ben naçizane insanın ömründe kendi kendinin faciası olma ihtimaline işaret ettim. Bu ihtimal benim için de geçerli. Benim de çok sert olmak durumunda kaldığımda verdiğim karşılıklar oldu. Ama muhatabım bir insandan kalkıp o insan gibi zihni işleyen herkesti. Her zaman zihni öyle işleyenlerin de karşısında olacağım. Bu şiir, yazmaya çalıştığım Deli Dumrul’un içinde daha iyi anlaşılacaktır.

Şimdi Deli Dumrul biter mi buna ömrün yeter mi bilemeyiz… Son sözlerinmiş gibi söyle. Bu şiir nefis bir şiir. Öyle ya da böyle, Özel’in şiiri ile kıyas kabul etmez. Gücünü niyetinden alıyor. Bunu şimdilik bir yana bırakalım. Bunca zaman İsmet Özel’in yanında adın anıldı, şimdi neden bir karşı oluş sergiliyorsun? Neden bunu bu kadar geciktirdin madem böyle bir ayrı bakış vardı da? Neden çok önce terk etmedin?

(Gülüyor) Geçenlerde iki dostumuzun boşanma davasında tanıktım. Ben zaten çoktan boşanmış olduklarını, dolayısıyla onların işine karışamayacağımızı, yani boşanmalarının gereğini izah ettikçe hâkim sorular sordu. O sordukça ben izah etmeye çalıştım. Tam kırk beş dakika sonra hâkim pes etti. Tansiyonu yükseldi. “Öğrencilerin de sana yapsın bana yaptığını” dedi. Bu gibi sorunların uzun izahları vardır çünkü. (Gülüşüyoruz) Mustafacım, bir yanlış çoğalıp dayanılmaz oluncaya kadar hayatımızda kalıyor. Ayrıca demin de söyledim, daha önce defalarca aklım erdiğince eleştirilerimi de naçizane beğenilerimi de yazdım. Herkesin işine ne geliyor biliyor musun? Beni ve benden başka bazı arkadaşları İsmet Özelci bilip, bizi öylece dondurup algılamak. MerdivenŞiir’e İsmet Özel, getirip şiirini verdi. Biz de en başa koyup yayınladık. Bugün hangi dergiye götürse şiirini o dergi art niyetli değilse bunu yapar. Sonra bu devam etti. Dergi de bekledik ki bize öğütleri, yol göstermeleri olsun. Şiir vermekten başkaca hiçbir katkısı, yönlendirmesi olmadı. Biz yaptık ne yaptıksa. Bizim istişaremiz, emeğimiz vardır. Ama kimse görmek istemedi. Çünkü böyle bir dergide verilen emek görülürse o emeği verenlerin konuşulması lazımdı. Sanki bu bizim umurumuzdaydı… Elbette yaptıklarımızın konuşulmasını insani bir istekle bekliyorduk. Ayrıca şu da var, Özel’in hiç de istemeyeceği pek çok husus o dergide gündeme geldi. Hatta senin konuşmamızın en başında belirttiğin benim İsmet Özel’in sanat anlayışının karşısında olan yazılarım yayınlandı. Modern şiiri uğurlamaktan söz ettik. Pislik edebiyatından, ego şişkinliğinin şiire girmesinden söz ettik… Hâsılı tutulan yolların ayrılığı zaten belliydi.

Önsöz_Önüne

O zaman terk edeydin? Çünkü son konuşmamızda bir kitap hazırlığından söz etmiştin.

Terk etmek, bırakıp, boşlayıp gitmek değil ki… Terk eden terk ettiğini atının arkasına, terkisine alır ve öylece yoluna devam eder. Bu da öyle kolay bir şey değildir, atınız yani terk düşünceniz oluşacak, ayrılık düşüncesi kavuşacağınız düşüncesine galebe çalamayacak, yalnız başına da olsanız karanlıkta aydınlıkta yol almaya yazgı sizi zorlayacak, en az sizin kadar bıraktığınız da bırakılışına kani olacak… Bundan sekiz yıl önce bunu yaptım ben, ama Özel’in Kırk Hadis’i yoluma çıktı. Yeniden borçlu kaldım. Bir de Kız Kulesi Beyaz İken şiiri var. Aşkın bir şiir. Yeniden bana bir emek dokundu. Ben böyleyim, bana dokunan emekleri ödemek isterim. Kitap Haber dergisinde editörlük denebilecek işler yaptığımda önerdiğim, yazdığım kişilerin hepsi borcu olduğum kişilerdi. Cemil Meriç, Cahit Zarifoğlu, Asaf Halet Çelebi söz gelimi. Kitap hazırlığına gelince uzun bir iş. Geniş ve derin bir şiir tarihi okumasının içinde değerlendirilebilecek bir şey.

Anlıyorum. Bu kişilerin İslam sanatlarının tinselliğine bir katkıları var sana göre.

İsmet Özel’in de var. Fakat şiir üzerine yazdığı düzyazıları hariç bütün düzyazılarıyla var. Sözgelimi “Ben İsmet Özel, şair, kırk yaşında/ Her şey ben yaşarken oldu, bunu bilsin insanlar/ ben yaşarken koptu tufan/ ben yaşarken yeni baştan yaratıldı kâinat” diye ilerler ve şöyle der: “Her şeyi gördüm içim rahat”. ‘Her şeyi’ görenin içi nasıl rahat olabilir? O dizelerde insanlıkla birleşmiş bir ben var sanırız ama devamında “bilinçliliğin gururu” vardır. “Benim adım insanların hizasına yazılmıştır.” der mesela. İnsanlara galebe çalmak için mi yapıyoruz yaptıklarımızı? Bu bizi korkunç derecede yalnızlaştıracaktır. Mustafa Merter, Karen Horney’in görüşleri üzerinden bak neler söylüyor bu durum için (Mustafa Merter’in Dokuz Yüz Katlı İnsan kitabından okuyor.): “İnsanoğlunun temel karmaşası, ‘temel kaygı’dan (basic anxiety) kaynaklanır. Bebek, çevresini fiziksel ve psikolojik arzuları açısından hayati bir tehlike olarak görerek kendisini bu tehlikeli evrende çaresi ve terk edilmiş hisseder. .. Bu korkunç yalnızlık ve çaresizliğin ilacı ‘insan’dır. Ya insandan bu güvenceyi alabilmek için, ilişkide her şeye boyun eğerek sevgiyi satın alır ya da insana karşı çıkarak narsisist kusursuzluk iddiası, kendini beğenme (arrogance) gibi çözümlerden birini benimser. Yahut insandan uzaklaşarak kaderine sığınır. Zamanla iç dünyasında, hayali bir ideal benlik ve bir ‘gurur sistemi’ (pride system) oluşur.”
Şimdi bu hali müsaadenle bir de Jung’dan okuyarak aktarayım. (Suyu Seveni Derin Batırın Irmağa’yı karıştırıyor ve oradan okuyor.) Biraz uzunca olacak: “Batı dünyasında bu durumun kaynakları, yani insandaki bilinçliliğin gururunun, Kilisenin vazettiği Hıristiyanlıktaki Hz. İsa’nın ulûhiyetine ilişkin düşüncede barınmış ve bu düşünce ile o gelenek içinde doğan her çocuk, kendisinin bir ‘tanrı’ değilse bile dünya üzerinde tanrısal hakkı olan biri olduğu hissi ile kendiliğinin peşine düşmüştür. Ünün, varsıllığın ve hedonizmin Batı dünyasındaki kaynaklarının mahiyetini Carl Gustav Jung, Anılar, Düşler, Düşünceler adlı kitabında neredeyse tüm boyutlarıyla bulmak mümkündür. Jung, ‘bilinçliliğin gururu’ olgusu içinde aslında bu hususu ele alır. Ona göre yaradılış mitinde söz açılan mahiyetini kaybeden ‘düşmüş melekler’in insanlarla teması bugünün insanlarının işleyen zihinlerini anlamamıza imkân verecek niteliktedir: “Yalnızca, öbürlerinden farklı olan düşmüş melekler ‘kötü’dür ve ‘gururun’ çok iyi bilinen etkilerini ve günümüzde diktatörlerde gördüğümüz megalomaniyi dağıtanlar bunlardır. Henoch’un Kitabı’nda, bu meleklerin insanlarla ilişki kurarak, insanlığı yok etme tehdidi oluşturan bir devler ırkı üretmekte olduklarına değinilir. (…) Bu tehdit ‘devlik tehditi’ ya da başka bir deyişle bilinçliliğin gururudur ve hiçbir şey insandan ve onun yaptıklarından üstün değildir’ biçiminde özetlenebilir. Bu düşüncenin ortaya çıkışıyla öbür dünyaya ilgi ve Hıristiyan mitinin fizikötesine geçebileceği görüşü yok olmuş, dolayısıyla öbür dünyada bütünlüğün elde edilebileceği görüşü de ortadan kalkmıştır.” Jung’un koyu bir Hıristiyan olarak yaptığı bu izah, insan anlağının nelerle malul olduğunu bilen Doğu dünyasında ironik bir gülümseme ile karşılığını bulamaz bu gün; aynı maraz Doğu’da da yayılmıştır, başta şairler olmak üzere toplumun hemen her katmanından insan tekleri bilinçliliğin gururu ile gezinmektedir. Hz. İsa’nın ulûhiyeti miti diğer tüm insanlara teşmil edilmiştir. Hölderlin’in, “Yaşarken tanrısal hakkını alamayan /Ruh, rahat edemez yeraltı ülkesinde” deyişi, dünyaya egemen yığın sınıfının sesi olmuştur. Oysa insanın yaşarken alması gereken tanrısal bir hak değil vermesi gereken bir karşılık ve bu karşılıkta ketmedilmiş olarak mündemiç olan bir teşekkür söz konusudur. Batı bunu nihilizmle başlayan süreçte sanatta, siyasette tiranlar doğurarak vermiştir. Doğu ise bu karşılığı Daryuş Şâyegân’ın ifade ettiği gibi sanatta kürsüsünü kaybetmesine karşın hala gereğince verebilecek durumdadır. Fakat Doğu’da da tablo türlü yamukluklar arz etmektedir. Bugün bizimki gibi ülkelerde göz sadece görüp geçmek içindir, kulaklardansa ümit neredeyse hiç kalmamıştır. Konfüçyüs’ün feodal Çin’de devletin ne durumda olduğunu oralarda dinlenilen müzikten (kulaklarda olandan kulağıyla) çıkardığı söylenir. Şiir de bu hususta müzik kadar pratik olmasa da esaslı ve güvenilir bir göstergedir. Ayrıca yine şiir insan anlağı için müzik kadar pratik olmasa da esaslı ve güvenilir bir iyileştiricidir. Bunu da insanın dünya üzerindeki asli eylemi olan ‘ad koyma’ya atıfla yapar. İnsan tekleri ne zaman ad koymayı bırakırsa o zaman kendilerine üfleneni kaybederler ve kendilerine üflenen ile onlardan çıkan arasındaki bağ zayıflar. Şair bu bağa ilişkin bir hatırlatıcıdır. Bu hatırlatmayı ise ad koyarak yapar. Onun bu eylemi şeylerin özüne ilişkindir. Şeylerin özüyle ilgili olan insan anlağı ise iyi yani esendir. Esen olan durağan değildir. Türkçede rüzgâr için kullanılan ‘eser’ kelimesinde olduğu gibi esen olan diri bir nefes taşır. Bu nefes insani olan her şeyi barındırır. Yeri gelir poyraz olur yeri gelir meltem.”
Açabildim mi bilemiyorum… Bu tehlikeler sanat, edebiyat ve hayat alanında epeyce şey yapmış herkes için söz konusudur. Çünkü bir sanatçı, filozof, bilge kişi tehlikeyi insanlara işaret ediyor ama insanlar görmüyorlar. İşlerine gelmiyor. İsmet Özel’i Laokoon’a benzetmiştim. Düşüncem değişmiş değil; ama yazgımız bu ise yapacak bir şey yok. Bu böyle diye, sövmeye başlayamayız.

Sen bu yüzden mitleri ele almanın şiiri de insan anlağını da iyileştirici etkisi olacağını söylüyorsun. Rejenerasyon dediğin böyle bir şey…

Yollardan biri bu yalnızca. Mitlerde, hepimizi aşan nitelikleri ile ittifak ettiğimiz bireyler var. Onlar hem birey hem de toplumsal ideallerin taşıyıcıları. İsmet Özel, Bir Yusuf Masalı’nı yazarken çok heyecanlanmıştım. Hatta yazdığı masalı günlerce aramış sonunda Erzurum masalları içinde bulup ona yollamıştım. Masalın başındaki Münacaat, Naat, Sebeb-i Telif ne muhteşemdir!.. Orada bilinçliliğin gururuna kapılmış birinin değil aczinin farkında bir Müslüman’ın tam da bu yüzden müthiş, muhteşem kavrayış gücü terennüm eder. İslam sanatlarının tinselliği işte buradadır. Rejenerasyon da budur. İnsanlar bilinçliliklerinden ötürü hayatlarındaki fevkaladelikleri göremiyor. Sonra da kalkıp kendini zulme uğramış sayıyor. Kendisine sorumluluğu ile birlikte verilene bir baksa, egosunu şişireceğine bahçenin yapılması gereken nice işini görecek. Bir de şu var tabii, bizim de gücümüzün bir haddi var.

Şuradan devam edelim… Sen geçenlerde Yeni Şafak gazetesinin 6 Ağustos tarihli kitap ekinde İsmet Özel’in siyasal eylemi üzerine yapılan bir soruşturmaya katıldın ve şöyle şeyler söyledin. Okuyayım müsaadenle: “İsmet Özel’in şiirindeki ‘ben’ sesini toplumsal alana ve siyasete taşıdığını düşünüyorum. Birçok bakımdan sorunlu bir durum bu. Zira dünya, bizim istediklerimizin gerçekleştiği bir yer değildir çoğu zaman. Hz. Ömer’in, “Ben Rabbimi olsun diye çabaladığım işleri boşa çıkarmasıyla tanıdım, bildim” sözünü daima akılda tutmalıyız bu yüzden. Benim naçizane kanaatim İsmet Özel’in, bu çerçeve içinde bir üslup sorunu yaşadığıdır. Arzu ettikleri yaşarken olsun istiyor sanki. Reel politikle ilgisinin şeklindeki değişme bunu gösteriyor. Zaten Kız Kulesi Beyaz İken’den beri şiirinde de benzer bir sorun var. Şiirini, zemini gayri insani ve son derece yersiz bir sövgü ile çatıyor. Kırk Hadis şairine yakışmayan hırs yüklü bir dil tercihi. Toplumsal ve siyasal olana dair görüşlerinde de bu dil hâkim. Kuşkusuz toplumumuz onun görüşlerine çok ihtiyaç duyuyor. Fakat hiçbir toplum ihtiyaç duyduğunu kendisine söz konusu dil ile verene karşı sıcaklığını fazlaca koruyamaz. Oluşması arzu edilen sıcaklık, bütünleşme bu yüzden oluşmuyor. İsmet Özel, söylediklerini nicedir kendi ‘ben’ini sublime ederek söylüyor çünkü. Bu eda, Mevlana’da da Akif’te de yoktu. Haddim değil belki ama söylemeliyim: Bizi kendisine benzetmeye çalışan bu bun atmosfere değil ‘gelmekte olan insan’a seslenmeliyiz. İsmet Bey’in çığ gibi büyüyecek etkisinin önünde şiirindeki ‘ben’ sesi bir engel olarak duruyor. Şimdi bu ses toplumsal alana ve siyasete de sirayet ederek kendi kendini ne yazık ki lağvediyor. Gerçi onun eylemi reel politiğin herhangi bir yanında durmuyor ama söz konusu atmosfer içinde parçalanıp hiç de yakın durmadığı yanlarla karışıyor. Bu durumu aşmak, Özel’e olduğu kadar onun okuruna da gayret ve sorumluluk yüklüyor. Bugünün içinden de gelecek olanlardan da İsmet Bey’in eylediklerinden çok şey kazananlar olacaktır. Bundan hiç kuşkum yok. O kişilerin akıllarında tutması gereken hususların başında, güçlerinin bir derecesi olduğunu bilmeleri yerinde olur. Ancak bu sayede –İsmet Özel’in ifadesi ile- ‘tütmesi gereken ocağın nerede olduğu’ onlara gösterilecektir.

Bu okudukların üzülerek görüp söylediklerimdir. Bildiğim kadarıyla Mehmet Akif 1928’de ülkeyi terk ediyor. Bakıyor ki ülkedeki gidiş, kötü. Bir eylem yürütse etrafına çok kişiyi rahatlıkla toplar ama bunun yaratacaklarından çekiniyor; Kur’an mealinden endişe etmesi gibi bir şey bu. Yani kendi içinde toparlanıp gidiyor, tek başına. Kimseye “toparlanın gidiyoruz ya da toparlanın gitmiyoruz” demesi söz konusu değil. İşte tam da bu yüzden Akif’in eylemi bugüne çığ gibi büyüyerek ulaşıyor. Binlerce insan onun eylediğine hayranlık duyuyor. Yaptıklarının önünde kendisi yok. “Sessizce yaşadım, kim beni nereden bilecektir.” diyor. O günlerde bugünden daha beter varlık, kimlik sorunu yaşıyorduk. Akif’in büyüklüğü, Resmim İçin şiirinde bellidir. Yazdığı şiir hiç de modern sayılmamakta birçoklarına göre, bana göre tavrıyla modern şairlerin hepsinden moderndir. Ama bunlar değil önemli olan. Onun tavrı, “Akif ne yapıyor görüyor musun?” denmesine yüz çevirmesinde saklıdır. İsmet Özel sanki insanlar birbirine: ‘Bakın gördünüz mü İsmet Özel neler söylüyor, yapıyor!..” desin istiyor. Bunu aklım almıyor. Dünyada olacak olan olur, biz kalacak olana bakarız ki bizden sonra gelene bizden önce bize gelen ulaşabilsin. Elbet yaptığımızın öneminin, büyüklüğünün idrakinde olacağız ama, vazifemiz bizim yaptıklarımızdan büyüktür ve bugünden çok geleceğe dönüktür. Biz birer neferiz, kendimizi Talut saymak haddimize değil. Cahit Zarifoğlu, kendisiyle yapılan bir söyleşide söyle diyor. Müsaadenle bunu da okuyayım: ““Bizlerden gelecekler vardır; hamurlarını biz yapıyoruz şu anda.. Yıllardır ve yıllarca da. Eminim bizi küçümseyecek o gelecekler (…) Bizlerin, edebiyat tarihi yönünden, bir oluşumun öyküsü yönünden değeri olabilir (…) Bu yüzden bende, bu anlayış içinde olağandır denebilecek artistik kaprisler yoktur. Kendine pay çıkarma yoktur. İşimiz bizsiz olamaz; ama bizi, bireyliğimizi yutacak kadar iri. Bu yüzden kendi hâlinde bir işçiyimdir ben.” Bu çok önemli bana göre.

Cahit Zarifoğlu’nu ve Sezai Karakoç’u daha bir önemsiyorsun bu bakımdan, yanılıyor muyum?

İkisi de benim de içinde bulunduğum kuşakça neredeyse ulaşılmaz hasletlere sahip. İnşallah yaklaşmak nasip olur onlara. Tabii başkaları da var, farklı alanlarda. İsmet Özel de andığım sorunları ayırt edebilirsek büyük bir ses olmuştur. Şunu da söyleyeyim, onun ‘ben’ dediğinde derin bir acısı var. Bu apaçıktır. Sorun, acısının paylaşılmazlığını tabii görmeyip bir hınçla söylenmesinde. Bilir misim Cahit Zarifoğlu ile Necip Fazıl arasında anlatılan şöyle bir olay vardır. Rasim Özdenören’den okumuştum. Necip Fazıl’ın, gecenin bir vakti kapısını çalan biri: “Beni siz zehirlediniz!..” der ve kendiniz belli etmeden çekip gider. Necip Fazıl, bunu Cahit Zarifoğlu’ndan bilir ama bunun manası üzerine sanırım pek de düşünmez. Anlatmak istediğim başından beri böyle bir şey. Ya bu doğruysa, yani biz yazdıklarımızla birilerini zehirliyorsak. Modern ya da postmodern, yenilikçi, deneysel ama ya yazdıklarımızla insan denen varlık üzerinden tahrip edici bir etkimiz oluyorsa? Diyemeyiz ki aklını kullanıp zehirlenmesin. Bize de düşen aklımızı kullanıp zehirlememektir. . Çünkü “Şiirin methedilmeyen kısmı şeytanın çalgılarındandır.” deniyor dedik ve inandık. İnsan bu yüzden şiiri bırakabilir.

Sözcükler İçin Savaş

“Boğazıma Yılan Akmış Döv Beni” şiirinde böyle bir öz açık ediliyor sanki.

Evet. Mesnevi’de anlatılıyor, çocukluğumda annemden de benzer bir şey dinlemiştim. Adamın biri, sefer halinde, bir den bir yere gidiyor. Bakıyor ki bir ağacın altında biri uyumakta. O da ne! Bir yılan adamın açık ağzından içeri akıvermek üzere. Bizim yolcu koşuyor ama nafile yılan berikinin boğazından aşağı akıyor. Yolcu adam eline bir sopa alıp uyuyanı uyandırıyor. Vurmaya başlıyor. Beriki kaçmaya başlayınca da kovalıyor, yakaladığı yerde tekrar vuruyor. Bir pınara geldiklerinde yolcu zorla su içiriyor, sonra yeniden kovalayıp koşturuyor. Bu arada beriki neler neler sayıyor kendine bu zulmü reva görene. Fakat yolcuda durma yok. Sonunda karnına yılan akan o koşturmadan, su içmeden çürük elmalar yemeden sonra kusmaya başlıyor. Kapkara bir yılan çıkıyor boğazından dışarı. Adam şaşkın başlıyor yolcuyu bu defa övmeye. Övgülerin hamd ü senaların peşinden yolcunun niçin açıkça başına geleni söylemediği sorusu geliyor. Yolcu diyor ki, desem aklın uçar, ödün patlardı. Demem o ki halimiz uyuyakalmanın ta kendisi ve bize bunu bir söyleyen yoksa, işte o zaman korkmalıyız. İlahi yardım bizden uzak kalıyor demektir. Etrafımda insan dostlarımın olmasını bu yüzden isterim; tebaa sahibi olmaktan Allah korusun…

Bu söylediklerinden ve şiirinden ötürü alacağın tepkileri düşündün mü, öngördün mü diye sorsam… Hain evlat olarak mı anılacaksın, söylediklerinin özüne ermeye mi çalışılacak? Çünkü birileri sevinecek kuşkusuz. Ne düşünüyorsun?

Ben de babamın ve annemin evladıyım herkes gibi. Kimse bir başkasından kendini özel hissetmemeli. Buna hakkı yok. Sorduğun hususta öngörülerim, düşüncelerim kaçınılmaz olarak oluştu elbette. İsmet Özel’in tanıdığım, bildiğim gibi davranacağından kuşkum yok. Susacak, sessizliğin geçiştirmesine sığınacak. Bir sorgulama yaşayacağını sanmıyorum. Ben böyle davranmakla onu bir kez daha haklı çıkarmış oldum, ona göre. Zaten ben de ondan ziyade meseleye vakıf olma cehdindekileri, değişebilir olanları düşünüp duruyorum. Onlardan umut etmek istiyorum. Sevinenlere gelince… İsmet Özel’i onlarla hiçbir zaman değişmem. Fakat kimseyi de İslam şiir sanatının tininden üstün göremem. Şiir ortamımız benim söz açtığım irtifada seyredecek yetenekteki şairlerini küstürdü. Umarım onlar bir ses verir. Çünkü benim vurgularımı anlasa anlasa onlar anlar. Şiir ortamımız yüreğini kaybetmişe benziyor. Oysa gereğinde tasfiye de takviye de edebilmeliyiz… Ben hayatımın olgunlaşmaya doğru ilerlemesini arzuladım hep. Bu nedenle takviye edemediğim mevzii tasfiye ettim ki cephe düşmesin.

Sen Özel’in bir bakıma ‘fedailiğini’ yaptın, yani öyle dendi, öyle algılandı, çoklarına karşı onu savundun zaten…

Sevgili Mustafa Fırat, ben kendi İsmet Özel’imi, bildiğimiz, benim burada anlattığım, televizyon programlarında sövgüler düzen, benim nicedir tanıyamadığım İsmet Özel’e karşı savunuyorum, her şeyden önce… Yaptığımın bir yanı budur. Başka birçok boyutu da var izah etmeye çalışıyorum.
Ayrıca evet. Elbette… Tabii ki savunacağım. Serkan Işın’a, Yücel Kayıran’a ya da burada adını anmanın gereği olmadığı pek çok kişiye söz söyletecek değildim ya… Ayrıca onun buna ihtiyacı da yoktu, benim yaptığım kendi sorumluluğumdu, o kadar. Bundan sonra da sorumlu hissettiğimi yaparım… Fakat ben şunu sık sık izah etmeye çalışıyorum: Kendimi Gustav Mahler için şunları söyleyen Schönberg gibi hissetmeyi çok şükür başarabilmiştim: (“Modernizmin Serüveni”seçkisinden özetliyor) “Gustav Mahler’e olan inancım kesin ve sarsılmazdır ve onu en büyük adamlardan biri olarak görüyorum (…) Gerçeği söylemek gerekirse, sarsılmaz bir güven içinde olmalıyız: Nasılsa inancımız ötekileri de sarsacaktır (…) Böyle yanıp tutuşmamış bir havari ancak bir sapkınlığı vaaz eder. Kendinden bir hale esirgenenin bir tanrısallık imgesi taşıması da söz konusu olamaz. Kuşkusuz havarinin kendisi aydınlık değildir; o, bedenini sadece bir zarf olarak kabul edilen bir ışıkla parıldar: Işık zarfı deler geçer, ama bu ışık şefaatlidir ve yanan kişiye kendisinin bir aydınlık olduğu görünümü izlenimini bahşeder.”
Bilmem anlatabildim mi? Işık, zarfı delip geçeli çok oldu. Dediğim gibi, bu nedenlerden ötürü takviye edemediğim mevzii tasfiye ettim ki cephe düşmesin. Ayrıca ben de savunurken hatalı davranmış olabilirim. Nitekim Serkan Ozan Özağaç’a karşı tavrımda yanıldım. Bunu ifade etmekten neden çekineyim.
Müsaadenle meseleyi bir de Mevlana’dan aktarayım. Schönberg ve Mahler örneklerinden daha iyi anlaşılır kılacak. Mesnevî’nin ilk cildinde, ‘O, bir kişidir’ diye ‘yalancı bir iddiacıya’ sadakatle bağlanan bir müritten söz açar Mevlana Hazretleri: “Ancak –inanışındaki- parlaklıktan dolayı o yalanın hakkında yararlı olduğu istekli nadir olur. Her ne kadar şeyhi can sandı, ama ceset çıktıysa da, o kendi iyi niyetiyle bir yere varır. Gece ortasında kıbleyi araştırmak gibi; kıble yok, ama onun o nazmı geçerli. İddiacının can kıtlığı, gizlidedir. Fakat bizim ekmek kıtlığımız açıktadır. Biz niçin iddiacı gibi gizleyelim, Yalancı namus için niçin ıstırap çekelim.” Ben ekmek kıtlığı için açlardan olmak istedim. Bunu da açık ettim, gizlemedim. Bilinçliliğin gururu ile devinip bir halde kalmadım. Aynı rolü mevzu değiştirip oynamak benden uzak olsun. Dedikodudan başka söyleşmeye yaklaşamayanlar benden şunu duymak istiyorlar: “Evet, ben İsmet Özel’i bir usta, bir şeyh misali gördüm.” Doğrudur, öyle gördüm ve gereğini de zaman içinde derece derece eyleyip yine derece derece uzaklaştım. Şimdi bu derece bağlılığı kim yapabilir? Sorarım… Bugün bu söylediklerim o bağlılığın evrilmesidir. Ömrü alış veriş farsıyla geçmiş müteşairler benim ne o halimi ne de bu halimi anlayabilir.

Şimdi tekrar şiir alanına dönmek istiyorum. Sen İsmet Özel’in Türk şiirindeki tinselliği korumadığını da vurguluyorsun…

Korumak ne kelime. Sadece kendi ile ilgili oldu diyorum. Anadolu’da ceviz ağaçlarını bir yere dikerler, çünkü orada başka hiçbir şey artık yetişmez. Ceviz ağacının salgıları buna müsaade etmez çünkü… İsmet Bey, bu misaldir. Etrafında bir şeylerin yeşermesine müsaade etmez. Fakat Türk şiir ortamı artık kalabalık görünce taklalara başlayan paçalı güvercinlerden de tavus kuşu misali renklerini sergileyenlerden de bıkmıştır. Etik değerleri estetik değerlerden daha öne almanın vakti geçeli çok oldu. Bir kişioğlunda etik varsa estetik nasılsa bir irtifa kat ediyor ama etik yoksa, estetiğin varlığı işte şairi Süleyman Çobanoğlu gibi TV programı yapımcısı yapıyor. İsmet Özel, o çok değerli zarını tuttu tuttu Çobanoğlu için attı. Şimdi eminim benim eleştirilerime ‘tabii ben onun hakkında yazmadım da ondan böyle konuşuyor’ diyordur. Buna ben aldırmayalı çok oluyor. “Dolunay olan hilal parmakla gösterilmez” demiş atalarımız, Divan-i Lügati’t Türk’ten okuyoruz bunu. Nicedir İsmet Özel, birini işaret etse ne olurdu ki? Bir de bu var…

image

Günümüzün şiirinin malul olduğu yanlarla bu dediklerinin ilgisi ne?

Çok… İsmet Bey, arzu etseydi, Türk şiir ortamında elinde sopasıyla gezseydi, bizim temizlemek zorunda kalacağımız ayrık otları bu kadar çok olmazdı. Ama fanlarının çoğalması yetti ona. Şimdi şöyle bir şey var, şiir ortamımızda. Bazı adlar var. Ödüller de almışlar. Hep kadınsı bir hassasiyetle hareket eden adlar bunlar. Sabah akşam kötü şiir yazdıklarını bildikleri için ilişkilerle gemilerini yürüttüklerini sanıyorlar ama ezik, her durumda eziktir. Bazıları da var ki yıllardır orada öylece kararlı bir öküz gibi duruyor, Turgut Uyar’ın ifadesiyle. Bilirsin yer tarif ederken insanlar falanca öküz heykelinin, filanca at heykelinin oradan şu kadar gideceksin diyorlar. İzmir’de benim oturduğum yer de böyle… Hipodromun yakınında at heykelleri var, biraz ileride bir iki fil ve yavruları. İnsanlar şiirde de böyle taşsılaşıyor ve sırf kararlı bir öküz gibi orada eğleştiği için yer ediniyor. Demin Serkan Ozan’da yanıldığımı söyledim. Ama Hakan Arslanbenzer’de ve diğerlerinde yanılmadım. Bir küçük İsmet Özel olarak etrafına topladıkları ile Neo Epikçilik safsatasını sürdürüyor. İnsan bir dostun varlığı ile kendi varlığını bulur. Kendi varlığını bulmaya doğru yol alan da böyle şiir fırkalarının adı altına sığınıp ayakta kalmaya çalışmaz. Türk şiir ortamında olan bu. Çok Sesli Şiir diyenler de Neo Epik diyenler de Deneyselciler de Görselciler de şiir yazamadıklarını biliyorlar artık. “O halde” diyorlar “her şeyin buharlaştığı bir dünyada şiiri de buharlaştıralım ki bizim yazdığımız zırvalara şiir denmeye devam edilsin.” Yani heykelleşmiş bir kararlılık gösterecekler. Deneyselci ve Görselci denen fırkaların durumları çok daha vahim. Tat almak için klasik bir şiiri okumak ama artık imgelemleri boşaldığı için, böyle bir şiiri yazamadıklarından oturup zekâ ile bir şeyler karalamaları gerekecek. Şimdi Ahmet Güntan’ı düşün… İkinci şiir kitabı Köpüklü Bir Kan, Bir Duman’ı kitapçılarda satmayıp seçtiği isimlere postalayan bir şair olarak sen kalk, şiirde aktörlük et. Heidegger, ‘Aksiyon özü tamamlamak içindir” der. Şimdi bir öz böyle olunca tamamlanmış mı oluyor yoksa, unutulmuş mu? Bir de herkesle iyi geçinen hünsa bir hümanizme sahip olanlar var tabii. Asıl onlar şiirin yüz karalarıdır. Böylelerine hiç yüz vermemeli.
Bir de şu var: Şiir ortamı böyleyken şiir eleştirisi diye bir şeyin adı bile edilemez. Bu yüzden bir Orhan Koçak’ı günün şiirine eğilirken göremezsiniz. Bu bataklığa Ali Galip Yener de girmek istemez. Yenileri de çıkmaz zaten. Ne olur peki? Her fırka kendi övücülerini, tanıtıcılarını yaratır. Biz bir fırkaya dâhil değiliz. Seninle benim diyalogumu insanlar nasıl da yadırgıyor, duyuyorsun işte…

Seni tanıdıktan bir ay sonra evimde misafir edecek kadar güvenilir birisin, ama şunu sormam beklendiği için sorayım, neden bu denli katı ve sertsin? Uzlaşmaya yanaşmıyorsun? Biraz yanaşsan bu adamlar senin heykelini dikerlerdi…

Ne güzel söyledin, ben bir heykel olmak istemiyorum. (Gülüşüyoruz) Şiir, ruhumu teslim edene kadar onu koruduğum bir sırça gibi benim için. Ruhum asıl sırçadır ama. Bunu hiç unutmam. Sırça gene bir sırça ile korunmalı ki saydamlığı görünsün. Şiir, korurken, koruduğunu kırılıp bükülerek zedelememeli. Ben buna titizleniyorum. Bir sertliğim varsa bundan. Şiir yoluyla okurun ruhunu kendi kararmış, sırçalığı kalmamış ruhlarından çıkan şiirleri ile karartan şairlere tahammül edemiyorum. Yoksa benim gibi yumuşak başlı biri neden hışım sahibi olsun. Hilm sahibi olmayı isterdim, Ebubekir gibi olmayı… Ama bende ‘Ömer öfkesi’ var. Hepimiz bir oyalanma içindeyiz. Çekip gideceğiz aslında. Ben, benliğime konan öfkeyi gösterip göstermediğimden sorumlu olacağım; bir başkası ise benliğine konan sükûneti bozmasından… Yani, bende olmayanı benden isteme… ‘Öf’ denecek zamana dek sabrettik mi, bak işte bu önemli. Şiir söz konusu olduğunda bu böyle. Hayatta ise ne kadar da acizim.
Ayrıca bu senin için de geçerli. Benim gibi meseleleri olan bir adamla yan yana görülmek, senin çevrende nasıl karşılanır, bilemem… Biliyorsun bana, meselelerimin çağdaş olmadığını söylüyorlar, ben de “evet haklısınız, çağımı seviyorum ben, bu yüzden de benim meselelerim çağı aşan meselelerdir” diyorum…

Haklı olabilirsin… Ama gerçek çevremizi böylelikle görmüş oluyoruz. Şairler birbirleriyle dostluk kuramıyorlar. Bundan kurtulmak gerek. Sevgili Celâl. Her şeyden önce açık yüreklilikle konuştuğun için teşekkür ediyorum sana. Söylediklerin ve şiirin inşallah maksadına erer…

‘İnşallah’, diyelim. Hoca Nasreddin öyle demiş biliyorsun. Hava yarın güzel olursa ormana, olmazsa hamama gitmeyi planlamış da hani, işler istediği gibi olmayınca, karısının ‘inşallah’ uyarısını anlamış ve yağmurdan sırılsıklam eve dönünce ‘kim o?’ diyen karısına ‘inşallah benim karıcığım’ demiş. ‘İnşallah’ diyelim. Ben sana teşekkür ederim Mustafa Fırat. Sen, bu ve bundan önceki konuşmalarımızda bana kardeşlik gösterdin; eleştirdin de destek de oldun…

Not: Şöyleşide mevzu bahis şiirlerden İsmet Özel’in şiiri için şuraya bakılabilir:  http://www.karakutu.com/facayi-yazmasaydim-yaza-yazik-olurdu/

Cevabımızsa budur:

Deli Dumrul Şairi Faciayı İşaret Ediyor!*

‘Gülünç olan, bu dünya için koşum takman’
Franz Kafka

Yaz aylarının üçü de birdir yüce gönüllü bollukta
Bahar gibi güz gibi emekler erteye kalmaz yaz aylarında
Birinden birinde alından burun ucu yoluyla düşerler öne
Yaz ayları hak etmediğini bulur gene de
Sözgelimi insanlar plajlarından gelip seçim yaptılar yenice
Tabiatın emekleri insanları gönendirdi
Yaz ayları vereceği bittikten sonra çekilmesini
Pek güzel bilirdi.

Yaz ayları dedin şiir dedin facia dedin orman yangınları dedin
Gençliğimde dedin it kuklası yaptım oynadım oynattım dedin
Bilmediğimiz bir şeyi her zamanki kibrinle söyledin
Sen böyle gerine gerine ‘ben ben’ dedikçe gülerler:
‘Sen neymişsin be abi aa aa’ derlerdi de
Bendeki seni düşünüp üzülen yine ben olurdum
Yaz ayları doğrusu insanlar pek gülünç olurdu
Sair zamanlarda eğilirken göğsünü kapatan kadınlar
Yaz aylarında pilajlarda nasıl da rahat soyunurdu
Sair zamanlardan neydi değişen yaz aylarında?
Yeryüzünde böbürlenerek bu yürüme
Neden değişmedi sende?

Keşke şunları da biraz bileydin: Yaşlandıkça bilgeleşmeyen
Teninde ergen boğasamışlığı kalan bun şairler için yaz ayları
Örtünen masum kızlar bile
Ergenlik sivilcesine bürünür mahreminde
Böyleleri en çok dökülmeyen saçlarıyla övünür
Tarakları arka ceplerinde yağlanır da
Parlayan saçlar biriyantinlenmiş görünür
Türklüğü İskoçlukla Danişmend Gaziyi Robin Hudlukla
Karıştırırlar ama, nadim olmazlar asla;
zira hâlâ:
“İrlandanın Willam Butler Yeats’iyim
Kim bilebilir kendi kendimin Bill Gates’iyim
Hecem tutmadı kafiyelerim göz için oldu
Gecem kulak için de olsa köz için oldu
Oldu oldu ben söyledim de oldu”
demek
Benliklerine denk düşmüş şiirdir aslında
Oysa burası İrlanda değil, koca Akif de
Hırsından dili burulmuş namına vurgun jön-Türk değildir.

Şimdi ben nicedir istemem ki senin yaşına böyle geleyim
Suretâ superpoze, afili, paronoyalarla delik deşik ama kuyruk dik
Kendi özge başının değil de bön başlara görünmenin belâsıyla dopdolu
Yazık, Tanrı kendi başının belâsından bu dünyada mahrum bırakmış artık onu
‘Dilerim benim belamı burada versin’ diyemeyecek kadar hesapsız hesaplı
Parmağında Spinoza misâli yüzükler, altında -kim bilir- ‘Tedbirli Ol’ yazılı
Calut’a karşı cenge gittiğini söylerken Talut’u kendi sanarak
Avuçlar dolusu su içtiğini istemem saklamak
İstemem tedbirli olmak
İstemem belâmı bulamamak
İstemem kendimi beşikte konuşmuşlardan gösterip
Dilimi zamane daldırmak
Kalbimin kanıyla yazamamak
İstemem yaz aylarında
Ömrümün ahirinde
Yaptıklarımın faciası olmak.

Ulm, 23-25 Temmuz 2007

spekulatorlere-karsi-siiri-savunmak20140130110351

Müslümanların Kritik Tercihi

Kemal_Sunal_telif

Müslüman çevrelerde 2000 sonrası edebiyatın ahvali üzerine…

Doğrusu, yazımın başlığı beni de tatmin etmiş değil… 1990’lı yıllar içinde İslami bir duyarlıkla şiire başlayan gençlerin bilhassa şu son on yılda, türlü şekillerle içine düştükleri popülist batağı anlatmaya çalışırken, bunun, sonradan gelen kuşak için kritik bir tercih olduğunu bir başlıkla, tek seferde vurgulamak hayli güç. Bugün Müslüman duyarlıkla şiir yazanların önünde kolaycı, pragmatist, popülist tercihlerden ötürü oluşmuş, üçü de derece derece kitsch üreten üç vasat var. Şiir, edebiyat, düşünce ortamında bu vasatlar, bir avamileşmeye, bayağılığa neden oluyor. Bu tür durumları, Müslümanlara kondurmak benim asla istemeyeceğim bir şey. Ne yazık ki on yıldan fazla bir zamandır bir vakıa var karşımızda. Bunu doğru ifade etmek gerek ki hiç değilse zihni dosdoğru işleyenler meramımızı, niyetimizi doğru anlayabilsin. Vasatın içindekilere karşı zayıf bir umut duyuyorum. Kendilerini öyle var ettikleri için içine doğdukları düzeyi terk etmeleri zor. Bu yüzden onları değil de geriden gelenleri düşünerek söylüyorum ne söylüyorsam.
Evet, yazımın başlığı beni tatmin etmiyor… Çünkü zaten tatmin olma imkânı olmayan bir vasatı reddetmek adına konuşuyorum. İslamcı, İslamcılık gibi terimler Batı üzerinden Türkiye’yi, dahası tüm Müslümanları kasıtlı bir ayrıştırmaya, bölerek okumaya, anlamaya çalışmanın türlü sakatlarıyla, dahası hileleriyle dolu. Üstelik çıkış kaynağı itibariyle de buralı olmayan bir hareket olarak İslamcılık, manipüle edilmeye müsait bir vasatın da adı. Bunlar konumuz dışı şu an… Ayrıca kendisi açıkça İslam’dan çıktığını deklare etmedikçe bu topraklarda nefes alan her insan teki tasnife gelmeyecek denli birbirine raptolmuştur. Onun Marksist ya da liberal olması onda mündemiç pathos’u yok edemediği gibi ethos’a ilişkin endişelerini de izale edemez. Hatta bu nevi şeyler onu, belki kendine rağmen yedmeye devam eder. Böyleleri çoktur. Zamanlarının Müslümanlarına ait hayat algısı onları celbedememiştir. İslam’ın adalet düşüncesine vurulan nice benlik kendini sosyalist bulmuştur. Düşünce özgürlüğüne vurulan nicesiyse -eğer hedonistleşmediyse- anarşist de olsa İslami ideallerin yakınlarında dolaşır durur. Tanıdığımız kimi anarşistlerdeki derin etik endişeler ve bilhassa yadsıma gücü, bir Müslümandakinden uzak değildir. Bu bakımdan burada ele alacağım ‘hastalık’, başlık böyle diye sadece belli bir büyük gruba ait değildir.
“Müslümanların kritik tercihi” derken, bugünün Türkiye’sinden iktidarda olan bir partiyi de hesaba katmıyorum. Zira siyaset ve ticaret ‘hastalığımız’ın kaynağı oldu geçmişten bugüne. Siyasiler ve tacirler insan tercihlerinde kasıtlı şekilde ‘hastalığımız’la malul olanı arayıp bulurlar. Bulmazsalar da yaratırlar… Oysa klasik dönem siyasetimizin insan tercihi, en son Cevdet Paşa örneğinde görüleceği gibi, bunun tam aksiydi. Muamma gibi konuştuğumun farkındayım. Mesele beni çağırmadan da ben ona varamayacağıma göre, biraz daha meselemizin dolaylarında dolaşmamız gerekecek. Aslında şu dediklerim bile bizim ‘hastalığımız’ın bir semptomundan başkası değil. Bizler, bugün Türkiye’de yaşayanlar, her şeyin en hafifletilmiş olanına talip olmayı sever oluyoruz. Bilmem farkında mısınız ama artık üç beş sayfadan fazla yazıları kimseler okumuyor. Üniversite yıllarımda Türkiye Günlüğü dergisinin dopdolu sayfalarını dört gözle beklerdik. Şimdi bakın aylık, iki aylık çıkan düşünce, edebiyat dergilerine koca koca başlıklar ama yazılar bomboş. Şimdi bu boş yazıları kaleme alanların kabzettiği bir düşünce irtifasında düşünüp yazıyoruz. 1990’lı yıllarda Türkiye’de Atatürkçü sol olarak adlandırılanlar, rahmetli Ahmet Taner Kışlalı okurdu. Şimdi Yılmaz Özdil’in peşine takılıp anlama engelli haber bültenlerinde eğleşiyorlar. Bir yerde daha söyledim; bu, tam bir yere çakılmadır. Öyle görünüyor ki Türkiye’nin yegâne enerjisine sahip Müslüman duyarlıklı gençlerde de bu yere çakılma günleri yaklaşıyor.

1145_0437655_4

1. Popüler Politik Vasat
Nedir bu yaklaşan?.. Müslüman bir duyarlık taşımasam, İslam’ı bu topraklar için tarihsel bir vaka olarak görmesem de bahsettiğim bu durumdan endişe duyardım. Ben bu endişeyi 1960’lı yılların ikinci yarısından başlayarak ülkemizde gelişen sosyalist duyarlık için bir üzüntü olarak duymuşumdur hep. O yılların yürekli, yetenekli gençleri, kapıldıkları heyecanlardan ötürü Rusya’nın, sosyalizm üzerinden yürüttüğü, bugün çok açık olan, mistifikasyonu bir türlü göremediler. O yılların şairlerini toplumcu gerçekçiliğin popülizmi kabzetti. Kemal Özer, bunun nefis bir örneğidir. 1959 tarihini taşıyan ilk kitabı Gül Yordamı’ndaki şiirleriyle sonrakiler ile şiirsel kaliteler bakımından kıyas edemeyiz. İşçi eylemleri başta olmak üzere, gündelik politik olgulara gösterilen ilginin niteliği, 1960 ve özellikle de 1970 yıllar boyunca sosyalist duyarlıkla şiire yaklaşan şairleri birbirine benzetmiştir. Popülist (‘popülist’ kelimesini burada halkçı manasında kullanıyorum) yönelimler, sosyalizmin doğasında olabilir ancak bunun estetik dilini bulma çabası yakışırdı şaire. Ne yazık ki bunun yerine kolaycılık seçilmiş ve birbirine benzeyen onca şair çıkmıştır ortaya. Yakınlarınızdaki bir sahaf dükkânının şiir rafında, eni dar ve uzunca boylu, kırmızı ve beyaz renklerle kapaklanmış Yazko şairlerine bir göz atın… Durukluğu, tutukluğu göreceksiniz. Şimdi bunun bir benzerini Müslüman duyarlıkla şiire yaklaşan 1990 Kuşağı şairlerinde görmek mümkün. Yapılan şundan ibaret: 2000’lerden bugüne zenginleşerek yozlaşan Müslümanların gündelik hayatlarından aksayan yanları, gene günün çağa uygun vokabüleriyle güya eleştirmek. Böylelikle de kendini onların yavan, bayağı hallerinden soyutladığına vehmetmek. Bu şiirler bir gerçeklikten yola çıkıyor. Yazılanların hayatta nesnel görüntüleri de bolca var. Ancak biçem sorunu apaçık. Böyle onlarca şiir yazılmış durumda. Bu şiirleri birbirinden ayırmanızın imkânı yok. Şairlerin bir şair olarak şiirlerine yansıyan şair kişiliği siliniyor adeta. Çünkü bunlar, bir şairin yüreklice düzyazıya konu edeceği meselelerdir. Şiir, bu türden yavan yaklaşımların alanı değildir. Bu şair arkadaşlar, düzyazının gerektirdiği emeği veremedikleri için şiire düzyazı yükü taşıtmaya kalkıyorlar. Mehmet Akif, şiirde bunu yaptı ama onun durumu ve şiirde tuttuğu yol çok farklıydı. Yazdıklarındaki sert eleştiriler en çok onu incitir. En ufak bir mizaha da rastlanmaz ayrıca. Bizim arkadaşlardaysa bir ‘düttürü dünya’ havası duyuluyor. ‘Biz’ diliyle konuştuklarında bile, kendilerini, olanı görüp eleştiren olarak konumlandırıp rahatlama duygusundan kurtulamıyorlar. Olandan duyulan patetik acı yerine ethos menşeli bir mizah yoluyla bir arınma hissediliyor böyle şiirlerde. Şiirin asla hazmedemeyeceği meseleleri, İslami cemaatlere has bir vokabülere başvurarak şiire sokmanın kolaya kaçma olduğu besbellidir. Bu yolu tutanların hiçbirinden on, on beş sayfalık şöyle okkalı bir kritik, deneme, inceleme okuyabilmiş değiliz. İrfani bir kavrayış sezilmediği gibi entelektüel bir emeğe de şahit olmuyoruz. Bileşik cümlelere taklalar attırarak oluşturulan bir retorik var ortada. Ama internette sayfalarca dedikodu kokulu yazılar kaleme alabiliyorlar. Bir başka marifetleriyse, alıntıların arasında üç beş satır kendileri bir şeyler ekleyip köşe yazısı yazmak. Nizar Kabbani’nin “Halid Bin Velid’in İşten Çıkarıldığının Belgesidir” şiirin irtifasında politik bir şiiri yazmaya cüret edecek ateşi olana henüz şahit olmuş değiliz:

Ayaklarından astılar tarihi
Sattılar atı, beyaz örtüyü sattılar
Gecenin yıldızlarını sattılar
Ağaçların yapraklarını
Bedevilerin gözlerindeki karanlığı sattılar
Tuzağa düşürtmeden önce çocuklarımızı düşürttüler
Tuzağa düşürtmeden önce çocuklarımızı düşürttüler
Tarihin doğum yapmasını önleyen haplar verdiler bize
Şam’ın Bağdat olmasını engelleyen aşılar yaptılar bize
Filistin’in yarası hurma bahçesine dönüşmesin diye haplar verdiler bize
Marihuana verdiler atları öldürmek için katletmek için şahlanışı yahut
Şarap içirdiler bize, insanı konumsuz kılmak için
Sonra vilayetlerin anahtarlarını verdiler bize
Ve kral diye atadılar bizi kabilelere.

Şimdi bu dizelerdeki eleştirel gücü kendisinden Hece’nin Eylül (189) sayısında şu satırları okuyunca düşüncelere daldığım Ali Emre’ninkilerle birlikte bir düşünelim:

Biz bir tarağın dişleri gibiyiz ya rasulallah, yaşarken olmasa da mezarda eşitiz
Eskiden ecmain derdik bir de. Oğlum bak git diyoruz şimdi. Koç gibiyiz maşallah
Hacı bak bunca derdimiz var fakat dergimiz yok, son cemaat yerindeyiz hala
Siyah ip beyazından ayrılmıştı lakin ramazanda hortlayıverdi yine eski mevzuat
Az kalsın roni de çok pis dalacaktı yani, iyi ki külliyen kemalist oldu yaşar nuri
Kantarın topuzu kaçmıştı zaten her topa deli gibi giriyordu cemaat hakem yoktu

Dileyenler bu iki şiirin tamamını bulup okuyabilir ve benim kendimi haklı çıkarmak için cımbızlama yolunu tutmadığım görülecektir. Haklı çıkmak, bizi üzüntüden hele de yalnızlıktan kurtarmaz. Ortada bir vakıa var… Müslüman duyarlıklı şairler heyecanlarına, günlük hayata tamamen hâkim olan avami kavrayışa kızgınlıklarına kurban gidiyorlar ve emekten geri durarak, kolaycılığa kaçıyorlar. Olsa olsa kitsch üretebilecek bu yolu ilk olarak tipik bir şark kurnazı edasıyla Hakan Arslanbenzer tutmuştu. Onun ardından Hakan Şarkdemir, Eren Safi, İsmail Kılışarslan, Osman Özbahçe, bir süre de Hayriye Ünal izledi. Şarkdemir ve Özbahçe çok sürmeden, Arslanbenzer tipolojisinin illetlerinin taşıyıcısı olan bu yoldan ayrıldılar. Şimdiyse, belki öncesi de var da ben bilmiyorum, Ali Emre de izlemişe benziyor. Emre, bu andığım isimler içinde klasik şairlere yakışır bir emeği, ciddiyeti gösterebilmek bakımından, dikkate değer bir isimdi benim gözümde. Şimdi onun da böyle bir vasata kapılması ayrıca düşündürücüdür. Demek ki bu vasat kendince bir yolu izleyebilme yeteneğine sahip şairleri de kendi sığlığına çekebilmektedir. Şu durumda arkadan gelen gençlerin halini anlamak kolaylaşıyor. Kolaycılık, avamileşme, popüler endişeler taşıma, yığından insanlara has niteliklerdir. Uzun uzun konuşmaya gerek görmüyorum. Eğitimimle ve yıllardır sürdürdüğüm gayretimle kendimce elde ettiğim donanım, çok şükür, bu vasatı, diğerleri gibi savurup atmaya da görmezden gelmeye de yetebiliyor. Ancak ortada anılıp geçilecek bir ‘vasati kırk çöp’ buluşması var. Bu vasattan çıkan şiirleri eleştirel kuramlarla ele almanın bir gereği yok. Şiirlerden okunanlar çok açık. Benim burada söylemek istediğim derdim, bu resmettiğim biçemde görülen zihin işleyişiyle alınan yolun buradan öte olmadığıdır. Bu tarz onlarca şiir yazılabilir. Yazıldı da şimdiye dek. Ancak hiçbiri Sezai Karakoç’ın Ötesini Söylemeyeceğim’in irtifasına çıkmıştır:

Evimizin tahtadan olduğunu biliyorsunuz
Kibrit gibi iç içe sıkışmış tahtadan
Hem şu bildiğiniz usule de lüzum yok
Tepesi demir askerleriniz babamı alıp götürmeseler
O zaman siz görürsünüz Bay Yabancı
Ağaçların tepesine çıkabileceğimizi
Ben ve kardeşim Alinin anlayabileceğinizi umarım
Siz uyuduktan sonra odanıza girebileceğimizi
-Ben bunu ispat edeceğim-
Hani sizin şu yüzü kurabiye bir bayanınız var ya
Beyaz ve yumuşak
Hani tepesinde ikisi kısa biri uzun üç tüy var
Onu siz başka yerlerden getiriyordunuz
Sayın Bayanınızın gözleri çakmak çakmak yanıyordu
Siz ötekini Bay Yabancı gizli gizli öpüyordunuz
Elinizle onu belinden tutuyordunuz sonra öpüyordunuz
Siz bizi görmüyordunuz
Biz ağacın tepesinden seyrediyorduk
Siz onu çok öpüyordunuz
Ötesini söylemiyeceğim Bay Yabancı

Tekrar edecek olursak karşımızda şairlerin günün siyasal iktidarının yarattığı popülizminden yararlanmak isteyen popüler politik bir vasat var. Bu ‘yararlanma’ birazdan anacağım popüler duygusal vasattan başka bir yolla naif bir eleştirel tavır takınmak yoluyla oluyor. Bu arada da düzyazıya ait meseleler şiire taşınıp şiir ağır bir yükü taşımaya zorlanıyor. Oysa gösterilmesi gereken ciddi bir emek var ortada. Bu emekten kaçılıyor. Şairler şairliğe vuruyorlar işi… Eliot’ın şairlerin düşünmekten uzak olmalarının gereğine işaret edişindeki ironiyi hatırlıyorum. İşaret edenin Eliot olduğu düşünülünce ancak bu sözdeki ironi anlaşılabilir. Yoksa hemen herkes doğru şair, düş, hayal vesaire adamıdır, diyecektir. Bu, hiç de böyle değildir oysa. Popüler politik vasatı seçen arkadaşlardan kendilerine seçtikleri alanlarda ciddi popüler, politik yazılar görmemiz beklenirdi. Böyle bir şey yok elbette. Onlarda olmadığı gibi popüler, politik vasatta seyrüsefer eden düzyazılarıyla tebarüz etmiş isimlerden de böyle bir gayret görülmüyor. Geçtiğimiz günlerde cereyan eden muhafazakârlık tartışmaları bunu bir kez daha gösterdi ki Müslüman duyarlıklı yazarlar da şairler kadar popüler, politik bir vasatla kendilerini sınırlandırmış durumda. Böyle bir durumu yayınevlerinde de görmek mümkün. Bir örnek verelim… Yordam Kitap, Siyaset Bilimi bir kitap yayımladı. Üç kısımdan oluşan kitapta, 32 yazar ve 37 başlıkta siyasi kavramlar, ideolojiler, disiplinler arası ilişkiler ele alınıyor. Yordam Kitap Marksist çizgide yayın yapmaya çalışan bir yayınevi. Takdire şayan başka yayınlarının arasına böylesine bir derlemeyi da katabilmeleri ayrıca övgüye değer. Şimdi aynı işi, Müslüman duyarlıklı bir yayınevinden de beklemeyi daha ne kadar erteleyeceğiz? Peki, bu işin editoryal sorumluluğunu üstlenmenin neresindedir Mustafa Armağan ya da Ahmet Turan Alkan, Yusuf Kaplan, Erol Göka, Kemal Sayar? Hadi onlar yeterince un elediklerini düşünüyorlar, diyelim; hakları vardır da düşünebilirler, peki nerededir bizim popüler, politik vasata kapılmış ötekiler? Siyaset Bilimi üzerine böyle bir derlemenin ellerinden çıkmadığı bir düşünce, bugün Türkiye’de iktidarda olduğunu söylemeye hak sahibi değildir. Şairler de bundan sorumludur, yazarlar da siyasetçiler de… Halkının da gerisindedir bu düşünce. Popülisttir ama halkçı değildir.
Şu bir gerçek ki, derme çatma gayretlerin benliklerini şişirdiği insanların kol gezdiği bir düş ve düşünce vasatını reddetmedikçe Müslüman duyarlıklı şairler büyük Türk şiirinin mayasını yenileyemeyecekler. Eskiyi de zedeleyip duracaklar. Teoman Duralı, Mustafa Merter, Ayşe Şasa ve Yalçın Koç gibi bilgelerin yalnızlıklarından dem vurmanın tam sırasıdır şimdi. Bu isimler ayrı ayrı ve birlikte yalnızdırlar. Ortamın sahte artistliklerinden ötürü de bu yalnızlıkları ayrı ayrı ve birlikte artmaktadır. Sözgelimi Yalçın Koç’un söz açtığı Türk kimliği meselesi ile Teoman Duralı’nın “çağdaş kürsel medeniyet çözümlemesi”, İsmet Özel’in artistçe gayretlerinden ötürü bir türlü anlaşılamamaktadır. Aksine andığımız bu hastalıklı popüler politik vasata bolca örnek ve malzeme de vermektedir.

kemalsunalserses0

2.Popüler Duygusal Vasat…
Cevabın bir yönünü verebildik… Nedir bu yaklaşan? Bu yaklaşan, Müslüman duyarlıklı insanların havas olmak yerine avam olmayı seçerek en iyi ihtimalle popülist bir vasat tutturmalarıdır. Popülistleşmenin bir yönü, yukarıda anlattığım popüler politik vasat resminde görülebilir. Bundan başka iki yön daha var. Bunlardan ilki popülistleşmenin avamileşme derekesine inmesidir. Dikkatinizden kaçmıyordur, Müslüman duyarlığına şiirde bir garip kasaba duygusallığı yerleşmiş durumda. Bu duyarlık yukarıdakinden farklı bir yolla bir çeşit köylü kurnazlığıyla hareket etmekte ve kendini kimseye, hiçbir meseleye ilişmeyen bir pozisyonda tutmayı bilmektedir. Bu, ticari ve siyasi hesaplar içinde anlaşılabilecek bir hareket biçiminin şaire gelip yerleşmesidir. Şaire has mücadeleci ruh, elbette siyaset ve ticaret ehliyle birlikte hareket ederek toplumun irtifası için çalışabilir. Hatta bunları mutlaka yapmalıdır da yeteneği olan. Ancak burada duyarlığın arabeskleşmeden duygu durumunu şiirin kaliteleriyle tartabilmesi gerekir. Rahmetli Mehmet Akif İnan’ın onca sendikal faaliyet içinde yazdığı El Gazeli şiirine bakalım:

Ellerine sarın kalbimin içi
O ayla boyanmış nar ellerine

Bahar ellerine giydir düşleri
Göksel şarkıları sar ellerine

O kar ellerine yar ellerine
Deme sabah akşam var ellerine

Rüzgâr mı asker mi biçti yolumu
Önünde kaç engel var ellerine

Bitirip şu kara kuru ekmeği
Göç etsem diyorum yâr ellerine

Bilenler biliyordur, ben tazece haberdar oldum, rahmetli İnan’ın bu şiiri pek güzel bir edayla Ersen Dadaşlar’ın “Dönemem” albümünde yer alıyor. Nefis bir bestesi var şiirin. Şiir, bir güfte olarak o kadar güzel ki onu okuyan musikinin kalitelerine sahip bir müzisyen sanırım o güzel besteyi yapmakta zorlanmamıştır. Nitekim yaşıtlarımın “Aman Tertip”iyle tanıdığı Ersen, Anadolu folk yıllarında ispat ettiği musiki kalitesini İnan’ın şiirine pek güzel taşımış. Efendimiz’in, Müslüman olmadan önce seçkin bir duyguyla hareket edenlerin Müslüman olduktan sonra da aynı duyguyla hareket ederek asıl seçkinliğe ulaştıklarına işaret ettiği hadis-i şerifi akla geliyor. Ersen, zaten kaliteli bir müzisyen olarak Müslüman duyarlığı benimsedikten sonra da müzikte kalitesini kolayca ortaya koyabiliyor. Dikkat edelim… Bir insan için bu noktada, konumuz açısından birkaç hal vardır: O insan, ya havas irtifasındadır ya havasa heves eden mesabesindedir ya zihni avamla düşüp kalkıp havas taklidi yapıyordur ya avamdır da avamlığını bilmiyordur ya da avamdır. ‘Avam’, dediğimiz kuşkusuz bizim irfan sahibi halkımız değildir. Onlara en ufak dil uzatmaktan korkarım. Benim ‘avam’, dediğim alışveriş merkezlerinde reklamlarla kolayca yönlendirilen, gündelik olgulara raptolmuş, halini devam ettirecek siyasi tercihlerle yaşayan, ister laik ister Müslüman, nice yığındır. Bu yığın, konforlu hayatının devamı için her an siyasi, ticari yönünü değiştirebilir. Ömrü mutfak ve tuvalet arasında geçtiği için zevki, midesi dolayımında hazma başlar. Bunun kalitesinden söz etmek mümkün değildir. Bir Müslüman böyle olmamalıdır. Zevkini okuyarak, düşünerek, yaşayarak geliştirmek düşer ona.

Bunlar herkesin bildiği şeyler belki de… Bilmiyorum, böyle mi? Benim bu ikinci başlık altında düşünmek istemediğim ama bir şair olarak da seyrini kahırla izlediğim Üç Köpük şairi İbrahim Tenekeci var. Tenekeci, kendini besleyen şiir ırmağının (Eliot’ın işaret ettiği) yirmili yaşların ortasından sonra artık besleyemeyeceğini hesaba katmadı. Şairin yirmili yaşların ortalarından sonra çok geniş bir okuma, düşünme yolculuğuna çıkması gerekir. Halk şairlerimizin gezginciliği durduk yere değildir. Onlar Caspar David Friedrich’in “Sis Denizinin Çevrenini Dolaşan Gezginci” tablosunda doruklarda gezinen adam gibidirler. Gençlik günlerinin verdiği imgelem gücü tükenince tüm sanatçıların böyle olması gerekir. Tenekeci de böyle bir sanatçı arayışının yerine olanı durmadan tekrarlama çaresizliği görülüyor. Çıkacağı irtifaa çıkmış ve kamuya karışmış… Daha adıyla Köroğlu iklimine uzanan Üç Köpük’ten sonra kendisini izleyen 2000 sonrası Müslüman duyarlıklı gençlerin adına kattığı ‘bilinirlik’le yetinmek, bir arayış noksanlığının ifadesidir. Tenekecinin şiiri, bir duygu durumunda donmuş haldedir. Fakat açık ki bu şiir, belli bir vasatın insanlarınca seviliyor. Şair de buna bakıp pazar yerinde tezgâhını açıyor. Ahmet Telli’nin popülaritesi toplumcu vasat için neyse İbrahim Tenekeci’yi izleyen gençler için de Tenekeci adı o durumda bugün:

bak buraya yazıyorum diye milyar kelimeyi
ziyan eden de bendim hem de hiç sıkılmadan.
milyar ne büyük sayı, öyle değil mi leyla?
aşkımızın aritmetiği hep matematiğe giriş.
sana iki kere ikinin dört ettiğini söyleyecekler, inanma leyla.

leyla ben sende bildiğim tüm kelimeleri
kendimle böldüm çarptım, çıkaramadım leyla.
leyla sen limitim giderken tanrı’ya
sen nasıl bir kadınsın, ağlama leyla.

eline sağlık tanrım leyla çok güzel olmuş.

Bu dizeler ve Tenekeci’nin benzer şiirleri internette yüzlerce kez tıklanmış olabilir. Hatta şairinin twitter takipçilerinin sayısı Tuna Kiremitçi seviyelerine çıkmış, şiiri Ah Muhsin Ünlü kıvamını bulmuş olabilir ama sadece şiire değil ona müteallik nice meseleye yıllardır kafa yormuş biri olarak söyleyeyim ki bu türden şeyler hiçbir şiir kritiğine vurulamaz. İnternette yüzlerce kez tıklandığına bakıp İbrahim Tenekeci böyle şiirler yazmaya devam ediyor. Oysa “eline sağlık tanrım leyla çok güzel olmuş” laubaliliğinden bir şiir çıkamaz. ‘Tanrı’ bizim kendisiyle kahvehanede konuştuğumuz biri değildir. Elinden iyi iş gelen bir marangoz da değildir Tanrı. O’nun yarattığı kadın da bir nesne değildir ki ‘eline sağlık tanrım leyla çok güzel olmuş.’ diyelim. Şair bu laubaliliğe itikadi endişeler duymadan düşebiliyorsa sözünü ettiğim kritik tercih, onun için çoktan önemini yitirmiştir. Bunu Tenekeci de biliyor olmalı ki şiir dışı etkinliklerle var olmayı seçiyor. Popülaritesine bakıp sevinmek yerine has şiirler yazmanın derdini duymalı oysa. Bunu yapabilecek bir gayretin ondan çıkıp çıkamayacağını görmek için düzyazılarına baktım. Her yazısı birkaç yazardan alıntılarla çiçeklenmiş. Kendisinin diyebildiği hiçbir şey yok. Tenekeci’de M. Akif İnan’ın taşıdığı, şiire kaynak olan şu şiirsel dertler yok:

Ve bir sofra gibi sersem önüne
Yerli düsüncenin ürünlerini

Insani kirleten heykeller gördüm
Günesi karartan kiyamet gibi

Ey yolda kaybolan ezilen haber
Asarak zamani yenile cagi

Betonlar mezardir düse sevince
Saksilar dogaya özlem eylemi

Siir bahcemizdi gökdelen oldu
Aklimiza nasil bak gülen oldu

Soyumu yüklendim bu çag icinde
Urfa bir dağ gönlüm bir bağ icinde

Tenekeci’nin şiirde işi çok zor çünkü tercihleri burada andığım durumların içinde en kolayı. Ne klasik şiirimizi ne de modern şiirimizi bilmeye yönelmiş… Dışarıya ayarlanmış bir içten, dışa ne dökülürse onun şiirinde de görülen o.

kemal-sunal-ın-yadigar-ejder-in-ölümüne-yol-açması_234327

3.Popüler Çağcıl Vasat
Yaklaşan üçüncü hal de öteki haller gibi bırakın yaklaşmayı kendine gereken siteyi (şehir devletini) bir güzel kurmuş ve âbâd etmiş durumda. Benim ‘yaklaşıyor’ demem boşunadır. Gene de öyle diyelim. Çünkü popüler çağcıl vasat yaklaştığı gibi geçer. Saydıklarımın içinde en geçici olan budur. Zamana odaklandığı için on, on beş yıl içinde kendini gene zamana uydurur. Bu vasatın şiirden ziyade düzyazısından söz etmek mümkün aslında. Bu yüzden Hayriye Ünal’ın daha çok düzyazısı üzerinden anlatmaya çalışacağım bu vasatı. “(…) Bu yapıların ortaya çıkışının antropolojik kategorilerin döngüsel değişimiyle yakından ilgili olduğunu düşünüyorum. Görsel kültür bir başlangıç ve dilsizlik kültürü iken farklı ve çoğul kisvede bugün dile savaş açarak –açmasa bile onun yerine oynayarak- yeniden burada.” gibi cümlelerle Murat Üstübal’ın Dirim Kurgu kitabıyla ilgili tespitlerde bulunuyor Hayriye Ünal, başka yazılarına göre nispeten daha az çağcıl olan son yazısında (Hece, Ekim-189). Yenilik, diyor ama gene, belki başka başka şekillerde ellinci kere “put kırıcı şiire alan açmak”tan söz ediyor. Sanki şu zamanda, kendileri birer puta dönüşmekten başka derdi olmayanlardan başka kırılmadık put kalmış ve onların tüm ülkeyi tutan hırsına açılan alandan başka da çiğnenmedik alan kalmış gibi. Günün şiiri Ünal gibi düşünenlerin istediği hale çoktan gelmiş durumda ama Ünal hâlâ kendini azınlıkta hissediyor… Özetle Üstübal’ın “Şiirde Polilektik Akış ve Heteropya” alt başlığını taşıyan kitabında minör bir edebiyat için hemen her şeyi buluyor. Majör edebiyat dediği geçmiş zaman edebiyatına karşı bu tarzı savunuyor. Ama gene henüz hiçbir esaslı kitabı Türkçeye çevrilmemiş Lacan’dan el yordamıyla yapılan okumalarla gene çağcıl olma özentisiyle… Öyle ki yazısındaki on dipnottan beşi alıntıdan alıntı, bir başka deyişle aktarandan aktarma. Üçü de çeviriden alıntı. Ancak ikisi Üstübal’ın eserine vurgu niteliği taşıyor. Böyle bir yazı kurgusunun, biraz akademiye ilişmiş biri olarak söyleyeyim: Geçerliliği yoktur. Ne yazık ki Hayriye Ünal enerjisini, kızgınlıkla, sinirle kurduğu otorite karşıtı gayretine heba ediyor. Hemen her yazısı Foucault, Deleuze, Lacan, Bahtin, Derrida alıntılarıyla dolup taşıyor. Şiir katarının son vagonuna binmekle şiir katarının varlığını ne temellük edebiliriz ne de duyumsayabiliriz. Ünal felsefenin ve de şiirin klasik eserlerine aşina çıkmadan postmodern filozofa kıyıcığından ilişerek bir şiir kuramı oluşturmaya çalışıyor. Bu filozofların kendi topraklarında dallanıp budaklanan, birçok kişisel handikaplarla dolu jargonunu kendi dilinde yerleştirmeye çalışmak, yanlış takım çantasıyla çalışmaya benziyor. Hayriye Ünal yazık ki kendinden bir zamanlar umulan yükler yerine çağcıl, sanal yüklere omuz veriyor. Havayı sırtlanmak gibi bir şey bu. Bu yüzden de şiiri de fevkalade enerji dolu düzyazıları da kendi vasatında çoğalıyor. Israrla kendi görüşünün azınlıkta olduğunu söylüyor ama çağcıl popüler söylemi tercih ettiğinden ötürü pek çok benzeri olduğunu görmüyor. Öyle görünüyor ki Ünal, çok kalabalık bir vasatın içinde yalnızlığını kaybetmiş durumda. Onun şiiri Tenekeci’nin duygusallığından kurtulmaya çalışmakla kendisine bir öfke bulmuşa benziyor. Bu yüzden de birinci andığım popüler politik vasata bir dönem yaklaştı. Fakat aklını burada andığım isimlerden daha farklı türlü işletme yöntemlerini kazanabildiği için bir ataklık yapıp neo epik şiirden çok sesli dediği şiire geçti. Ancak bu geçiş popüler olma noktasında her iki vasatla da ortaklık kurmaktan geri duramadı:

Ah beşerim o mülevves ellerinden öperim öperim senin q klavye elini
Tutucu ellerini kör tuttuğunu belleri uçkunum uçkunuz uçkundur uçkurların ipleri
Berbat şiirler yazamam sen yaz ötekiler yazsın tam takır kuru bakır
Kaç gün gider bu şiirin gemisi
Devralınmış sözlerle kırbanız
Komik yenilgilerden ödünç öfkelerden
Patlamasın aman ha öd torbanız

Ünal’ın Transparan şiirinden aldığım bu dizeler gibi pek çok dizesini görmek mümkün. Şiirlerindeki sunum savrukluğu içinde estetik dilini bulamayan bir öfke seziliyor. İçine doğduğu topluma, onun kendine kadar gelen şiirine yönelen öfkeye bir sözüm yok ama bu öf-ke yeterince ‘öf’ demediği için mi yoksa estetiği yanlış referanslar aradığı için mi bilinmez, bulabilmiş değil. Bir anti-estetik de değil. Çünkü o yadsıma gücü için bile başka bir biçem ve dil gerekir. İsmet Özel’in son şiirleri, şairin şu yaşına karşın Ünal’ın bu şiirlerin çok ötesindedir. Şu durumda Ünal’ın düşünmesi gerekir. O, bir takipçi olarak neye, niçin kızmaktadır? Özel hiç değilse el yordamıyla, aktarandan aktarmalarla getirmemiştir şiirini buraya. Büyük bir öfkesi vardır, benim nicedir şişkin egosundan öte bir mana bulmadığım… Ünal bugün şizofrenik dili yüceltiyor, postmodern kuramların jargonuyla Özel’in paranoyalarına yolunu nasılsa çıkarabiliyor. Tüm bu savrulmalar, çağcıl olma endişesinden kaynaklanıyor kanımca. Ünal her şeyi dışlıyor gibi görünüyor ama çağını değil… Bu bakımdan Ünal’ın Türk şiirinin mayasını Fransız postmodern filozoflar üzerinden anlayıp kendi şiirinde katılaştırmaya çalışması Yalçın Koç’un işaret ettiği şu tehlikeyi hatırlatıyor: “Maya”nın esasını, “rasyonel yeti”nin hükümleri vasıtasıyla “açmağa” kalkışan, yönünü Grek-Latin-Kilise diyarına çevirerek, ya “irrasyoneliteye” saplanır, ya da “boş laf”la iştigal eder ve bazen zarar ziyana yolaçar.” Ünal, içindeki otorite karşıtlığının irasyonaliteye, boş emeğe, zarara ve ziyana yöneldiğini göremiyor. Tabir caizse onda genç kız tepkiselliği ile fikri özentiselliği kol kola geziniyor. Ünal’ın tüm şiiri, düzyazısı, bir yana karşı oluşmuş bu tepkiden ötürü yönelinen öteki yan özentisiyle açıklanabilir. Umuyorum ki Ünal’ın özentileri onu, ben de dâhil tüm kızdıklarına rağmen, bir köksap olarak da olsa gerçek bir göçe şahitlik ettirir… Aksi halde öfkesinden ötürü duyumsadıkları birer fikri çaresizlikler olarak şiirde yankılanmaya devam edecektir.

Onuncu Köy de İlk Köydür…
Söylediklerim buharlaşmasın diye bir kez daha toparlamak istiyorum: Türk şiirinde 1990’lı yıllarda Müslüman duyarlıkla şiire başlayan ama son on yıldır bir vasatın üç türlüsüne tıkanıp kalmış şairlerden ve onların popülerlik paydasında birleşen vasatlarından söz açtık. Popüler politik vasat, popüler duygusal vasat ve çağcıl popüler vasat olarak bunları mimledik. Bunların da sadece Müslüman duyarlıklı şairler için değil aynı duyarlığı taşıyan tüm edebiyat, düşünce erbabı için geçerli olduğunu iddia ettik. Benzer durumu Türk şiirindeki toplumcu gerçekçilik deneyimiyle yer yer kıyas etmeye çalıştık. Vesaire vesaire… Fazlası yukarıdadır.
Şimdi bu yazdıklarımdan ötürü, ‘doğru söyleyeni dokuz köyden kovarlar’ sözü uyarınca kendini onuncu köyde bulacak biri olarak görmüyorum kendimi. Bu da kendini önemsemenin bir biçimidir olsa olsa. Kendimi elbette kendimce önemsiyorum ama en önemsediğim şey, düşündüğümü eğip bükmeden, sert de olsa söyleyebilmek. Burada andığım arkadaşları geçmişte önemsedim. Bugün tuttukları vasattan dolayı onlara söyleyecek söz bulamıyorum. Çünkü kendi vasatlarını gereği kadar sorgulamıyorlar. Bir göz kararmasıyla hareket ediyorlar. Sanki bir parti tutar gibi yandaşları ve muarızları ve daha çok da işlerine göre istihdam ettikleri arkadaşları, gençleri var gibi geliyor etraflarında. Oysa derin elemleri, yalnızlıkları olmalıydı. Bense beni sevgiyle okuyan tek tük isimlere “Bana benzemeyin… Yalnız yürüyelim!” diyorum. Yahya Kurtkaya şahidimdir… Bu genç arkadaşta yaşıtı başka gençlerde de tespit ettiğim sahih endişeler görüyorum. İnşallah içinde yaşadığımız vasatlıkları aşacak bu gençler. 1990 kuşağının ve onları takip eden 2000’li yıllardaki ardılların çağdaş küresel medeniyete kapılıp Anadolu mayasını unutan, kolaycı, avam, pragmatist tercihleriyle oluşan bu vasatları ellerinin tersiyle itip kendi güzidelerini kendileri belirleyecekler. En güzelleri dilerim onlar olsun!..
Bizler ilk köydeyiz, hepimiz… Bir nesiliz ve bizi izleyenler var. Onlara sunacağımız vasat konusunda kendi sorumluluğumuzu aşan haller var. Müslüman olmasak da vardı bu. Kemal Özer, Gül Yordamı’ndan sonra popülist sosyalist vasata hapsetmeseydi şiirini kendinden sonra gelen benzer duyarlıklı şairler benzer vasata bu denli itibar eder miydi? Tartışmalı bir konu… Ama neresinden bakarsak bakalım toplumcu gerçekçi vasat sosyalist duyarlıklı şairleri tüketmiştir. Vaktiyle “toplumcu (popüler realist) gerçekçi” bir şiiri seçmenin saikleriyle burada andığım üç vasatınkinin aynı olduğunu düşünüyorum: “Popüler” olma hırsıdır bu. Bugün bu tehlike düşüncede, siyasette ve hayatta tezahürlerini gördüğümüz, (Yalçın Koç’tan ödünç bir kavramsallaştırmaya başvurarak söylersek) Vahhabilik kokan tehlikelerin koluna girerek Müslüman duyarlıklı günümüz şairlerini bir tükenişe doğru sürüklemektedir.
Buraya kadar yazdıklarımdan ötürü kimileri: “‘Ne yani, üç vasatın içinde resmedilen şairler, neo klasik olup kurtulsun mu; bunu mu öneriyorsunuz?” diyebilir… Asla böyle bir önerim yok. Ben vaktiyle İsmet Özel’e, “Sen kendini mescitte ibrik mi sanıyorsun” demiş biriyim. Özel’den bu arkadaşların aldığı miras kendini popüler kılmanın yolunu bir şekilde bulma çabası oldu ne yazık ki. Bugün günün şairi hâlâ Nâzım’a, Necip Fazıl’a ya da en azından Karakoç’a, Uyar’a has bir popülarite arıyor. Bunu yaparken düşünmüyor ki kendilerini ölçtüğü bu şairler klasik şairlere has emek verebilen isimlerdi. Tenekeci, arabeski aratan santimantalitesini terk edip artık bindiği dalı keserek bizi düşüşüne baktırsın, diyorum. Ali Emre, bu tarz şiirler yazdıkça adının, Arslanbenzer’in içini boşaltıp pislik edebiyatı numuneleri doldurduğu epikten ayrılmasını bekleyemez, diyorum. Hayriye Ünal, hep söz açtığı put kırma, yenilik, minör edebiyat vesaire, derken bizzat kendisi kendinin putu, majörü olduğunun farkına varsın, diyorum. Neo klasik olmasınlar ama şiir tarihine bakıp hatırlasınlar ki adı şair olarak anılan her şair mutlaka bir kripto-klasiktir.

Mayıs, 2012

Bir Yusuf Masalı’nın Başarısı ya da Başarısızlığı Üzerine

rm0vdmte

“Nice yüzbin göze gelen huri suretmiş aşikâr;
Kendi hüsnüne, yine kendisi olmuş talepkâr.”
Laedri

Bir Yusuf Masalı, zaten çetrefil olan İsmet Özel şiiri içinden en çetrefil olanı. Ancak hemen belirtelim ki, eserin bu özelliği, onunla yüzyüze gelen okur katında tam tersi bir etki yaratarak tebarüz etti. İki yıl önce yayımlanan kitap üzerine yazılanların çoğu, promosyon ve anti-propaganda ağırlıklı sığ tanıtım yazılarının dolaylarında oluşan eleştiri ortamınının ürünlerini aratacak cinsten, yazın dışı psikolojik etkilerin, görülerin itkisiyle kaleme alınan yalınkat yazılardı. Şairin yeniden yaratım süreci içinde konu maddesi üzerindeki deformasyonları, yeni yaratımları; kurgusal yapıda masal anlatıcının kendini konumlandırışı ve bu bağlamda oluşan anlatım teknikleri; masal anlatıcının konu maddesiyle, masal kahramanlarıyla ve dinleyicilerle arasındaki bağ; kahramanların kendi başlarına taşıdıkları simgesel anlam; masal anlatıcının içinde duyumsadığı ve fakat trajediden kaçışla karşılığını verdiği “daemonic yanı” ve nihayet Bir Yusuf Masalı’nın İ. Özel’in yaşam-şiir serüveninde ve Türk şiirinin kendine has seyrinde nereye denk düştüğü üzerinde durulmadı. Denilebilir ki eserin yaratıcısı açısından çetrefil yanı, okur üzerinde “her güne bir masal” tesiri yaptı.
Okumaya devam et

1960-1980 Arası Türk Şiirinde Siyaset: Eğrisi Doğrusuyla

 “…şiirinin kendi ciddiyetin ve yüksek duygularınla

kurtulacağını sanma yanılgısına düşebilirsin.”

İsmet Özel’den Ataol Behramoğlu’na

Ölüm ve Hayat ile Bir Hâl’e Taşınmak

Bu günden bakınca daha iyi gözükmektedir ki 1960’lı yıllar, kuruluşuyla birlikte çeşitli nedenlerden ve çeşitli amaçlar için kendi içine kapanan Türkiye’nin, kuruluşunun hemen öncesinde bir Dünya savaşının içinde olduğunu fark ettiği yıllar olmuştur. Bu fark edişte, ne kadar uzak durmak istense de aslında hoşa da giden ‘vaktiyle üç kıtada hüküm sürmüş olma’nın verdiği güvenle karışık bir halde, kendini yeniden bir misyonun içinde büyük ve önemli hissetme duygusu iç içe ve ayrı ayrı birer dinamik olarak anılabilir. II. Dünya savaşı sonrasında Dünya’da yaşanan değişmeler ve şu meşhur jeopolitik konumumuz, kaçtığımız tarihimizden bize rağmen gelen kimliğimize, az kalsın yakalanır durumda bırakmaya başlamıştır artık bizi. O gün bu gündür yerküre içinde yerimizin peşinde onu kovalayan mı yoksa ondan kaçan mı olduğumuzun ayırdına varamaz halde olsak da dünya gündemi, her nasılsa bizim etrafımızda bizim zafiyetlerimizden şekillenmeye devam ediyor. Oysa 1960’lı yılların Türk aydının ve şairinin, 1950’li yıllarınkinden ve bu gününkinden farklı olarak, sadece içinde yaşadığı ülke sınırlarını kapsayan değil yerküre çapında andığımız türden bir sorumluluk duygusunu yeniden içinde hissettiğini ve bundan kaçmadığını söylemek mümkündür. Böylesi yerli olduğu kadar da enternasyonel bir sorumluluk, imparatorluk çocukları olan Tevfik Fikret’in, Mehmet Akif’in ve Nazım Hikmet’in harcı olabilirdi. 1940 kuşağı toplumcuları da bu bağlamda ancak ‘Nazım’a bakanlar’ olarak anılabilir. Garipçiler ile Sait Faik’in hümanizmi bu duygunun ucundan ancak tutar. Bireyselleşmiş, tek insanın şiiri İkinci Yeni’nin sözünü bile etmeyelim. İkinci Yeni şairleri, başlarının derdine düşmüş insanlardır; hem de öyle bir düşmüşlerdir ki, onların yanına şiirimizin şu son elli yılından bir onlar kadar isim ya konulur ya konulamaz. Bu konulanlar da, kuşkusuz, 1960’lı ve 1970’li yıllar boyunca kendi başlarının derdini, başka başların derdinden gerektiğinde ayırmayı bilenlerdir. Çünkü mahşerde değil belki ama şiir mizanında sorumluğumuz kendi şiirimiz olacaktır. Okumaya devam et

NAZIM HİKMET: “ÖRNEK BİR KADER”

10.2

“Suffering is permanent, obscure and dark
And has the nature of infinity”
William Wordsworth

Geçtiğimiz yüzyılın hemen başında doğan Nâzım Hikmet, XX. yüzyılın ilk yarısında cereyan eden iki paylaşım savaşının atmosferi içinde kendini bulmakla yüz yüze kaldı. Onunla aynı yıllarda doğanlardan onun farkı yüz yüze kaldığının arkasında saklı kalana yönelik yürüttüğü mücadele oldu. Bu yüzden de ona, aynı durumda kendiliğini arayan, arayışının sadığı başkalarıyla, birlikte (söz gelişi Ezra Pound ile) mukayeseli bakmalıyız. Bu tür değerlendirmeler ise faşist–komünist gibi alıklaştırıcı ayrımlardan kurtulamadıkça yapılamıyor. Ölümü üzerinden şunca yıl geçmiş ama Nâzım Hikmet’i, ‘Nâzımcılardan’ korumayı hâlâ başaramamışız. Yazık ki bu onu ‘birileri’ için sendrom yapıyor. Bizimki gibi kendiliğinin peşinde olmayan toplumlar için bu tür sendrom arayışları sık rastlanan bir şeydir. Ve bu sayede onlarca insan kanserli bir hayatı bir nişanı zişan olarak taşımanın onuruyla yaşayıp gider. Oysa ‘motorları maviliklere sürme’nin anlamı üzerine derin düşünmek gerek.
Nâzım Hikmet yaşamından da apaçık görülebileceği gibi yaradılış bakımından tam bir artisti. İşin can alıcı yanı ise sanatın suni olmasının anlamını da bu yaradılışından kavramıştı. Evet, “san’at sun’i” idi ama hayat, kapitalizmin dönüşünü kontrol etmek istediği bir dünyada bu suniliğin sahiciliğine muhtaçtı. Aslında bu tespitin tersi de doğruydu. Modern sanat, I. Paylaşım Savaşı’nın öncesinden başlayarak hayatiyetini aramaktaydı ve bunu da aynı şeyi arayan yığınlarla siyasal buluşma yoluyla gerçekleştirebilirdi. Modern sanat, insanı, yığınlaştığı için istemeyerek dışlamıştı, şimdi ise yığınları yeniden kendiliklerinin peşinde olmak için yedebilirdi. Bu yüzden de İnebolu’da Anadolu’ya geçmek için beklerken karşılaştığı Milli Mücadeleye destek olmak muradıyla Almanya’dan gelen Spartakist Türk gençlerinden Sadık Ahi’nin, boynunda uçuşan kırmızı atkısının aylası altında Nâzım’a anlattıkları, sanatçı kişiliğin içindeki ‘görülme’ arzusunu kamçılamaktan çok, zaten var olan bu arzunun yönelmesi gereken yönü aydınlatmış gibidir. Vâlâ Nurettin’in ağzından bu görüntüde biraz duralım: “Nâzım’a İnebolu’da komünistlik fikirlerini ilk aşılayan Spartakistler arasındaki Sadık Ahi’nin, kırmızı boyun atkısı vardı. Rüzgârda yürüyorduk ve o anlatıyordu: ‘Böyle bir boyun atkısı takıp ihtilal nutukları söylemek, ihtilal şiirleri okumak senin tipine ve manevi bünyene ne kadar yakışacak Nâzım!’ ve Sadık Ahi, anlatıyor, zulüm gören halk tabakasının karşısına şair olarak çıkıp insanlığa sosyal adaleti sağlamanın asil bir yüreğe vereceği büyük zevki anlatıyordu. Anlatıyordu. Nâzım’ın yaradılışı öyle imiş ki her halde bir misyonla dolmuş olacak. Sesi, hali, ilhamlarının üslubu hep bunu müjdeliyormuş. (…) 19 yaşındaki ihtiraslı bir genç şair, bu telkinlere kayıtsız kalabilir mi? İşte Nâzım’ın kafasına komünizmin ilk tohumları bu Spartakist gençler tarafından atılmıştır. Sonraları bu tohum yeşerecek, filizlenecek ve Nâzım’ın sanat hayatına yeni bir yön verecektir.”
Gerçekten de Nâzım Hikmet’in hayatının ve sanatının yönünü belirleyen yaradılışı, acılarının da kaynağı oldu. Milli Mücadele yıllarını Avrupa’da emniyetle geçirdikten sonra Anadolu’ya gelip yeni kurulan devletin mebusu olan ‘şair-i âzâm’ Abdulhak Hamit’e karşı giriştiği ‘Putları Yıkıyoruz!…’ eyleminin edebiyatımızda bir benzeri daha yoktur. Nâzım bu yürekliliği nasıl gösterebilmişti? Yıktığı putlardan birinin Mehmet Emin olduğu akılda tutularak bu soruya cevap verilmelidir. Aksi halde onun yaptığı salt bir şiirsel hareket olarak ele alınma tehlikesi ile karşı karşıya kalacaktır. Nâzım’ın eyledikleri hiçbir zaman salt şiirsel ya da salt toplumsal olmadı oysa. Türk insanına ilişkin her meseleyi tüm insanlıktan yerine göre ayırarak yerine göre de ayırmayarak ele almaya çalışıyordu. II. Paylaşım Savaşı sonrası Türkiye’de bu türden kaygıların fiili mücadelesi hafife alınır oldu. Nitekim Şiir Sanatı dergisinde 1960’ların ortalarında şiirlerinin yeniden yayımlanması dolayısıyla yapılan soruşturmada alınan cevaplar, 1950 sonrasında gelişen şiirimizin genç isimlerinin meseleleri ile onunkinin ne kadar farklı olduğunu açıkça gösterir. Güven Turan, ‘biz onları aştık’ edasında lakaytlıkla geçiştirir soruları. Haluk Aker, “iğrendiği bir duygusallık bulur çoğu şiirlerinde”. Nihat Ziyalan, “Nâzım Hikmet’in şiirleri hep acılarla doludur. İnsanı karamsar yapar. Üstelik büyük bir kitleyi etkileyerek bir ‘Kurtuluş’ getirmemiştir” der. Nâzım’ın yurdundan olan ‘şairler’, Philippe Soupault’nun 1964’te Paris’te Nâzım Hikmet Şiiri Antolojisi için yazdığı Önsöz’de “Yaşamının bazı dönemlerini tanıyordum yalnızca; uğradığı ve üstesinden geldiği deneylerin bazılarını biliyordum. Masallaşmıştı. Bakışıyla karşılaşınca insan, onun kaderinin örnek bir kader olduğunu görmezden gelemiyordu. Korkunç acı çekti uzun zaman, ama hiç yenilmedi. Onu ilkin şöylece doğrulamalıydı: şiirlerini okuyarak. Şiirleri, bilindiği gibi, hayran olunası şiirlerdi. Şiirlerini okuyanlardan, dinleyenlerden hiçbiri, okumalarından, dinlemelerinden önceki gibi kalmadılar.”sözlerine eşlik edemiyorlardı. Acaba bu nedendi? Bu gün şair olarak hatırlamadığımız bu isimler o gün adeta Nâzım’ın ‘Putları Yıkıyoruz!…’ sloganının peşinden giderek onu hafife almaktadırlar. ‘Yıkma eylemi’nin içi boşalmış, eylemin artistik yanı önemsenir olmuştu. Aynı soruşturmada Ataol Behramoğlu, İsmet Özel, Egemen Berköz, Süreyya Kanıpak gibi şairlerin soğukkanlı bir sevgi ile yaptıkları irdelemeler bir insanı, bir yüreği anlamaya yönelik olmaları bakımından dikkat çekse de bence üzerinde durulması gereken öteki grubun söyledikleridir. O ötekilerin söylediklerinde bir yüreğinin acısına bakmaktan duyulan korku vardır.
Benim naçizane görüşüme göre de Nâzım Hikmet, ‘örnek bir kaderi’ yaşadı. Bu kaderi yedense ona sanatın, hayatın mahiyetini kavratan, acılarının da kaynağı olan artistliği idi. Oscar Wilde’ın zindandayken Wordsworth’ten daha iyi biliyorum dediği “Istırap kalıcıdır, esrarlı ve karanlık / Ve ebediliğin anlamı onda saklıdır” dizelerindeki anlam Nâzım’da da fazlasıyla yer etmişti. Benim haddimi aşarak burada söyleyeceğim tek husus, kişioğlunun yeddiğini artistliğinden değil sorumluluk duygusundan alıp götürmesi; yani alıp götürdüğünün önüne sorumluluk duygusundan düşmesidir, hiç değilse bir menzilden sonra… Aksi halde şiir fetişleşiyor, hayat masallaşıyor… O istemese de.

Şiir Sanatının Yeniden Tebarüzü ve Tebellürünün Güçlüğü Üzerine

Deformasyon, Yenilik ve Kuram Söylemlerinden Gına Gelmesine Karşın
Şiir Sanatının Yeniden Tebarüzü ve Tebellürünün Güçlüğü Üzerine

“Oyun tahtasında bu oyundan başkası yoktu.
Oyna dedi; ilave yapmayı ne bilirim?
Ben mevcut olan bir oyunu oynadım;
Kendimi belaya attım
Bela içinde de onun tatlarını tadıyorum;
Onun mağlubuyum, onun mağlubuyum,
onun mağlubu”
Celâleddin-i Rumî

“Yapacağım en son şey,
sahip olduğunuz estetik yetileri
nasıl kullanacağınızı söylemektir.”
John Cage

“Önümde Yürünecek Canlı Bir Yol Varken…”

Ehlinin derhal kavrayacağı gibi daha yazımın adıyla, eğildiğimiz meselenin gene ehli için hayatiyetine, geniş ve karmaşıklığından ötürü sınır ihlalleriyle, işgalleriyle dolu geçmişine ve olanca yalınlığına karşın çetrefilleştirilerek yağmalanmış varlık alanına, daha açık bir ifade ile ‘sınırlarına’ işaret etmek istedim. Beni bu isteğe zorlayan iki sebep oldu. Bunlardan ilki, şiir söz konusu olduğunda eğildiği hususu emekle kuşatmış yazıların okurlarının, bugün neredeyse hiç kalmayan şiir okurundan daha da nadir olmasıdır. Bir yazının adının, yazarının kuşattığı alana dair savını tez elden sunması kaçınılmaz olmakta bu yüzden. İmajlarla, benzetmelerle, reklâm işi spotlarla tezyin edilmiş ifadelere sığınmak, doğrusu pek ‘afili’; ama bugün artık pek klişe olan bu yönelim, eli kalem tutanlara bile kendini alternatifsizmiş gibi gösterebiliyor. Ayrıca şu da var: Yazarın savı yerinde ise, yazdıkları, yazısının adının ağırlığında kalsa bile maksadın hâsıl olması gerçekleşmiş sayılabilir. Bu durumda akılda kalan başlığın kendisi, meselenin sınırlarına ya da meselenin niçin mesele olduğuna yeter vurguyu yapmış demektir. Yazımın başlığına “Kolları Irmağına Kasdetmiş” desem, sanırım bu ‘yerinde ve de hoş’ terkip, kendisi hayatta ve sanatta bir nesnel karşılığa sahip olmasına karşın, bu niteliği taşımayan onlarca ‘benzeri’ arasında kolaylıkla buharlaşabilirdi. Okumaya devam et

Dünya Hayatı Nasıl Bir Yolculuktur? Kavafis’in İtaki Şiiri Üzerinde Bir Konaklama Denemesi

 

      

“Hemen herkes sevmiştir dünyayı

Üzerine atınca insanlar bir avuç toprağı”

Berholt Brecht

Kavafis’in İtaki şiiri bir çok bakımdan ilgi çekicidir. Kavafis, kimi şiirlerindeki gibi, Antik Yunan’a yaptığı göndermelerin doğal sonucu olan anakronik gelgitlerle okuru boğuşturmaz İtaki’de. Şiir, öncelikle, imgeyle mayalanmayan bu açık anlatımlı yanıyla ilgi çekicidir. Biçem ve öz; öykülemeye dayanan anlatım tarzı ve yolculuk metaforunun çağrışımlarına koşut ilerleyen semantik uzam ile iç içe ve alabildiğine yalın çatılmıştır. Lakin şairin şiirine yakıştırdığı ad, ister istemez kendisini Odysseus[1]olarak duyumsamaya çağırır okuru. İşte her şey bundan sonra başlar: Yeryüzünde bulunuyor olmanın anlamı içinde, Antik Yunan, Hıristiyan Batı ve modern zamanların paradigması uyarınca kendini yolculuk eder bulan okur için, Kavafis’in başka şiirlerindeki anakronik gelgitler aranır hale gelir. Şiir, bundan sonra, bir kahraman (Odysseus) ile empati yapmasını değil, kendisini kahramanlar içinden bir kahraman olarak duyumsamasını bekler okurdan. Odysseus’un serüveni içinde bizim serüvenimiz yitip gitmeyecekse hâlimiz nice olacaktır? Bu, artık bir çağrı olan beklentinin, Hölderlin’in insan yeryüzünde şairane barınır dizesinde dele gelen görüşüyle çakıştığı ve çatıştığı alanda ikamet edip biraz eğleştiğimizde, İtaki şiirinin, Müslüman hayat algısı için de önemi olan kimi dinamikleri barındırdığını fark ederiz. İşimiz biraz daha da çapraşıklaşmıştır. Şu durumda Odysseus’un muadilini Müslüman dünya görüşünde aramamız gerekecektir. Bulduğumuzun muadil ya da mukabil değil muarız olduğu gördüğümüzde ise, İtaki için daha yeni yola çıkmış bulacağız kendimizi. İşte tüm bu bakımlardan İtaki şiiri için, dünya hayatının mahiyetine ilişkin farklı görüşlerin kendisine dayanak bulabileceği netameli [2]bir var oluş alanıdır denilebilir. Netameliler için İtaki şiiri nimettir; nimetinse kısmet barındırmadığını kim söyleyebilir?   Okumaya devam et

Ne ‘ZAR’ NE ‘HEYHAT; YAŞASIN ENDİŞE

Resim
Elli altmış yıl önce Nurullah Ataç şiirde zarını Turgut Uyar için attığını söylemişti. On beş yıl kadar öncesindeyse İsmet Özel’in aynı hususta: “Süleyman Çobanoğlu Heyhat!” dediğini işittik. Turgut Uyar, ellilerin sonlarına doğru bir dergide: “Ataç Şiirden Anlar mı?” sorusuyla verilen bir ankete “Sanmıyorum” cevabını verdi. Süleyman Çobanoğlu’ysa İsmet Özel’in onun için ‘açtığı alanlar’ içinden ne yazık ki televizyonculukta fazlaca eğleşti. Uyar, gerçi Ataç onun Garip şiiri ufkundan dünyaya bakışına bakıp zarını atmıştı ama, bildiğimiz Turgut Uyar oldu. “Memurun Karısı” şiiri şairi olmaktan Dünyanın En Güzel Arabistanı’na geçen süre üç beş yıldır. Tütünler Islak içinse Okumaya devam et