Modern Hayat, Modern Şiir ve Mehmet Akif…

Modern Hayat Politikalarını
ve Modern Şiir Poetikalarını Dışlayan Hayatiyetin ‘Poetika’sı

p18ir5jf8p7uq1fj2mg299o1eqg3

“Önemli olan sanatçının
ne yaptığı değil, ne olduğudur.”*
Pablo Picasso

İçinde yaşadığımız, yazdıklarımız yahut konuştuklarımız yoluyla düşüncelerimizi içine bıraktığımız dünyanın şu gelinen halinde, ister şiir ya da öykü ister mülakat ya da tenkit olsun, konuşmanın yahut yazmanın türlü şekilleri uzun bir sessizlik mimiği olarak algılanmaya mahkûm görünüyor. Yazan ve konuşan ile dinleyen ve itiraz eden arasında tesisi ancak büyük bir yıkım sonrasında yeniden oluşabilecek bir irtibatsızlık oluştu. Böylesi bir yıkımın sözünü etmek bile, bir çeşit Vandallık olsa gerek. Ne var ki yıkım zaten kapitalizmin kat ettiği aşamalarla dalga dalga yayılıyor. Topla tüfekle olmadığı da aşikâr; bu yüzden de savaş zamanlarında bir hayatiyetin içinde kendini bularak hayatın manasına eren insanlara pek az rastlanıyor. Eli kalem tutmuş, gözü elif görmüş olsa da milyonlarca insan, köle olmadığını, ‘demokratik’ uygulamalarda kendisine verilen haklara bakıp iddia edebiliyor. Bunların arasında sanatta yenilikçi, devrimci girişimlerde bulunmakla düşündüklerini, dahası özgürlüklerini kullandıklarını iddia eden şairlerin, ressamların, müzisyenlerin de olması olanın vahametinin en açık delili aslında. Bugünkü ‘açık olan delil’e ilişkin bir kavrayışa ermeden Mehmet Âkif’in, hayatın hayatiyet ile iç içe geçmiş varlığına durmadan işaret eden şiir telakkisine ulaşmamız mümkün görünmüyor. Zira aksini yapmak, bugünkü ‘açık olan’ı daha geçtiğimiz yüzyılın başında görmüş bir kavrayışın şiirini bugünden kopuk başka türlü bir zamana, kendi zamanına, hapsetmek olacaktır. Nitekim çoğu kere yapılan da bu olmuştur. Mehmet Âkif ‘in şiiri, şiir anlayışından ayrı tutularak sanki tek şiir mihengi modern şiirmiş gibi kasıtlı olarak modern şiirle ölçüştürülmüştür. Oysa Mehmet Âkif, şiirinde ve yaşamında Batı sömürgeciliğin düşünsel maskesi modernizmin sanatta ve hayattaki ikiyüzlülüklerini dışlamayı biricik yol olarak seçmiştir. Kişiyi reddettiğinin mizanında tartmak, doğrusu bu, ancak bizim gibi yörüngesini yitirmiş ülkelerin düşünce ikliminde rastlanılabilecek bir şeydir. Kaybettiğimiz yörünge ve bu yörüngenin mizanlar dizgesi, bu yazının sınırlarını kuşkusuz aşmaktadır. Fakat yine de Mehmet Âkif’in şiir anlayışı zemininde düşünmeye çalışırken sık sık gündeme gelecektir.
Vampir Öpücüğüne karşı Tükürük
Ellen Meiksins Wood’un, 2003’te, Amerika Birleşik Devletlerinin Irak işgali için zemini bütünüyle hazır kılmaya çalıştığı bir dönemde yayımladığı Sermeye İmparatorluğu1 adlı analizi, ‘açık olan’ olarak ifade ettiğimiz sömürgeci emperyalizmin bugünkü merhalesine ilişkin gerekli malumatı verecektir bize. Wood’un analizleri, 1848’de Marx ve Engels’in birlikte kaleme aldıkları Komünist Parti Manifestosu’nun özellikle ‘Burjuvalar ve Proleterler’ bölümündeki öngörülerini akla getirmektedir. Bilimsel Sosyalizmin bu iki büyük eylemcisi, daha o yıllarda işleyen emperyalist zihni pek güzel bildiklerinden, o mantıkla ayağa kalkan adamın ne eyleyeceğini kolaylıkla görmüşlerdi. Mehmet Âkif’in bir Müslüman olarak kavradıklarının da ifadesi olan bu görüleri, Wood’un analizinden kısa bir bahis açmadan önce hatırlamak da fayda var.
Şöyle öngörüyorlar Marx ve Engels: “Burjuvazi, tarihte, son derece devrimci bir rol oynadı. Burjuvazi, üstünlüğü ele geçirdiği her yerde, bütün feodal, ataerkil, pastoral ilişkilere son verdi. İnsanı “doğal efendiler”ine bağlayan çok çeşitli feodal bağları acımasızca kopardı, ve insan ile insan arasında, çıplak çıkardan, katı “nakit ödeme”den başka hiçbir bağ bırakmadı. Dinsel tutkuların, şövalyece coşkunun, darkafalı duygusallığın kutsal titreyişlerini, bencil hesapların buzlu sularında boğdu. Kişisel değeri, değişim-değerine dönüştürdü, ve sayısız yok edilemez ayrıcalıklı özgürlüklerin yerine, o biricik insafsız özgürlüğü, ticaret özgürlüğünü koydu. Tek sözcükle, dinsel ve siyasal yanılsamalarla maskelenmiş sömürünün yerine, açık, utanmaz, dolaysız kaba sömürüyü koydu.
Burjuvazi, şimdiye dek saygı duyulan ve saygın olarak değer verilen bütün mesleklerin halelerini söküp attı. Doktoru, avukatı, rahibi, şairi, bilim adamını kendi ücretli emekçileri durumuna getirdi. (…) Burjuvazi, üretim araçlarını, ve böylelikle üretim ilişkilerini ve, onlarla birlikte, toplumsal ilişkilerin tümünü sürekli devrimcileştirmeksizin varolamaz. Daha önceki bütün sanayici sınıfların ilk varoluş koşulu, bunun tersine, eski üretim tarzlarının değişmeksizin korunmasıydı. Üretimin sürekli altüst oluşu, bütün toplumsal koşullardaki kesintisiz sarsıntı, sonu gelmez belirsizlik ve hareketlilik, burjuva çağını bütün daha öncekilerden ayırdeder. Bütün sabit, donmuş ilişkiler, beraberlerinde getirdikleri eski ve saygıdeğer önyargılar ve görüşler ile birlikte çözülüyorlar, bütün yeni-oluşmuş olanlar kemikleşemeden eskiyorlar. Yerleşmiş olan ne varsa eriyip gidiyor, kutsal olan ne varsa lanetleniyor, ve insan, kendi toplumsal durumlarına ve karşılıklı ilişkilerine sonunda ayık kafa ile bakmak zorunda kalıyor. (Vurgu bana ait.)
Ürünleri için sürekli genişleyen bir pazar gereksiniminin itmesiyle, burjuvazi, yeryüzünün dörtbir yanına yayılıyor. Her yerde tutunmak, her yere yerleşmek, her yerde bağlantılar kurmak zorundadır.” 2
Marx ve Engels’in, Kapitalizm’in mantığına, bu mantıkla ilerleyişi sonucu oluşan yeni durumlara ve sonraki aşamalarına dair görülerinin isabeti, Wood’un Sermaye İmparatorluğu eserinde tabir caizse ‘doğrulanmak’tadır. Proleterler ya da ücretli işçiler, içlerinde özgür iradelerini duyarak ihtiyaçlarının çekiminde yaşamaktadırlar. Bu ‘bireysel özgürlük’, ulus devletlerin ‘tesis ettikleri hukukun güvencesi’ altında gelişmekte ve tıpkı bireyler gibi milletler de devletlerinin mistifikasyonu altında kapitalizmin son derece yıkıcı etkilerini adım adım yaşamaktadırlar. Bireylerin sınırlarını çizen hukuk, devletlerin kapitalizme bağlılığını önce berkitmek sonra da kalıcılaştırmak için bu defa devletlerin hareket alanlarını devletler hukuku ile çizmektedir. Aksi bir harekete karşı, ABD’nin tüm yeryüzüne uzanan askerî kolu, gereğini yapmaya muktedir olmalıdır. “Ürünleri için sürekli genişleyen bir pazar gereksiniminin itmesiyle, burjuvazi, yeryüzünün dörtbir yanına yayılıyor. Her yerde tutunmak, her yere yerleşmek, her yerde bağlantılar kurmak zorundadır.” diyen Marx ve Engels, Kapitalizmin küreselleşme mecburiyetini saptarken, Wood bu saptamaya, gelinen aşamada küreselleşmenin yıkıcı nitelikteki etkilerinin küreselleşmeden değil kapitalizmin yapısal özelliklerinden kaynaklandığı ekleyerek, yeniden Marx’a ve Engels’e ‘bağlanıyor’: “Yerleşmiş olan ne varsa eriyip gidiyor, kutsal olan ne varsa lanetleniyor, ve insan, kendi toplumsal durumlarına ve karşılıklı ilişkilerine sonunda ayık kafa ile bakmak zorunda kalıyor.”
Fakat bu gerçekten oluyor mu diye sormak durumundayız. Yani, ‘yerleşmiş olan ne varsa eriyip giderken, kutsal olan ne varsa lanetlenirken insan, kendi toplumsal durumlarına ve karşılıklı ilişkilerine sonunda ayık kafa ile bakmak zorunda kalıyor’ mu? Bunun olmadığını bugünün entelektüelleri, sanatçıları arasında ne kadar çok görüyorsak Mehmet Âkif’in eserlerini bıraktığı yılların da entelektüelleri, sanatçıları arasında da o kadar çok görmek mümkündü. ‘Ayık kafa’ya sahip olmak, dünyada olup bitenlerin manasına ermeyi beraberinde getiriyordu; insana bir büyük sorumluluk yüklüyordu. Marx ve Engels’in, Hıristiyanlığın mahiyetini iktidarları uğruna bulanıklaştıran Kilise Hıristiyanlığına bakıp gördükleri, en hafifi ‘darkafalı duygusallığın kutsal titreyişleri” olan bir dizi tespit yaptırıyordu onlara -ki yerden göğe haklıydılar. Fakat onların haklılığını çok gerilerde bırakan bir haklılık parçalanmakta olan Osmanlı coğrafyasında yaşanmakta idi. 1830 ve 1848’lerde Fransa’da ve İngiltere’de yaşanan devrimler, kapitalizmin azgınlaşan iştihasını Avrupa kıtasında bir süreliğine durdurmuştu. Artık asıl yayılma alanı parçalanması gereken Osmanlı olacaktı. Bu hususta bu azgın iştiha sahiplerinin anlaşması mümkün görünmeyince I. Paylaşım Savaşının, işin içine Amerika’nın dâhil olmasıyla da II. Paylaşım Savaşının çıkması kaçınılmazdı. Bu iki yıkıcı savaş, sömürgeci kapitalizmin azgınlığını, sadece ‘Avrupa kıtası için Avrupa kıtasında durdurdu’. Herkesin ittifak edeceği üzere 1945’lerden beri Avrupa kıtasında (Bosna’yı ve kimi küçük devrimci, anarşist gösterileri saymazsak) tek kurşun sıkılmıyor ama dünyanın geri kalanında kan var. Avrupa şehirlerine yansıyan ikiyüzlü mamurluğun altında olan da budur. Bu yüzden de Berthold Brecht gibi yürek taşıyanlar vicdan azaplarını dile getirmekten kendilerini alamazlar:
Diyorlar ki: Ye ve iç sen! Ve sevin sahip oldukların için.
Fakat nasıl yer içerim ki, yiyeceğimi kaparsam
bir açın ellerinden ve
bardağımdaki su bir susuzda yoksa?
Ama yine de yiyip içiyorum ben! 3
Mehmet Âkif’in, geçmişi ile bugünü ile kısaca resmettiğimiz, bırakın ayık kafa sahibi yapmayı büyüleyici alacalığı ile alıklaştıran yangının içinde bir Müslüman şair olarak gerek yaşamında gerekse şiirinde yürüyeceği yol bellidir. Sömürgeci kapitalizmin, ‘modern hayat’ diye yutturduğu politik oyunlarının tümümü şiddetle dışlayacaktır. Bu oyunların içinde, başlangıçta ‘modern hayata karşı oluşuyla’ tebarüz eden fakat çok geçmeden bu gücünü kaybedip Marx ve Engels’in “Burjuvazi, üretim araçlarını, ve böylelikle üretim ilişkilerini ve, onlarla birlikte, toplumsal ilişkilerin tümünü sürekli devrimcileştirmeksizin varolamaz.” dediği tespitinde somutlandığı gibi, sürekli kendini yenileme devrimciği ile burjuvazinin sömürgeci, yok edici çıkarlarına emek veren, artık dışlayıcılığı ile değil olumlayıcılığı ile ‘modern’ olan şiir anlayışları da vardır. Sanattaki yenilik, devrimcilik iddialarının kendilerini sakınmaları gereken tuzakları, Tanzimat mantığı içinde ilerletilen Osmanlı şiiri deneyiminde çok net görür Mehmet Âkif. Ve tabir caizse, çağdaşlarından pek çoğunun halvet için can attığı bir ‘hacananın’ büyüleyici güzellerinin (modern hayat politikalarınnın, modern şiir poetikalarının) kendini öptürme teklifini reddeder. Bu ‘güzel’ (medeniyet denilen tek dişi kalmış canavar), hayattaki politikalarının türlüsü ile (türlü poetik yönelimler bunların sadece bir cüzüdür) kendini öyle kolayca sunmayandır. Kendini öptürme teklifi ile kimi sarmaladıysa ya kendi gibi bir vampire ya da bir ‘sermayeye’ dönüştürmüştür. Âkif’in ona ve onun teklifine uyanlara karşılığının ‘tükürük’ eylemi ile somutlaşması, teklifin etik ve erotolojik niteliği hakkında bize yeterli bilgiyi verecektir sanırım:
Ey, bu toprakta birer na’ş-ı perişen bırakıp,
Yükselen, mevkib-i ervah! Sakın arza bakıp;
Sanmayı: Şevk-i şehâdetle çoşan kan var…
Bizde leşten daha hissiz, daha kokmuş can var!
Bakmayın hem tükürün çehre-yi murdârımıza!
Tükürün: Belki biraz duygu gelir ârımıza!
Tükürün cebhe-yi lakaydına Şarkın, tükürün!
Kuşkulansın, görelim, gayreti halkın, tükürün!
Tükürün milleti alçakça vuran darbelere!
Tükürün onlara alkış dağıtan kahpelere!
Tükürün Ehl-i Sâlib’in o hayâsız yüzüne!
Tükürün onların asla güvenilmez sözüne!
Medeniyet denen maskara mahlûku görün!
Tükürün maskeli vicdanına asrın, tükürün! 4
Bhagavad Gita yorumunun bir yerinde Mohandas K. Gandhi, ya kendine benzetme ya da sermaye yapma durumunu Hindistan’ın kolonizasyon deneyimi üzerinden şöyle izah eder: “Bu, şu dünyada şerrin tek başına tutunamayacağını akla getirmektedir. Şer bunu ancak bir miktar hayırla ittifak yaptığı takdirde gerçekleştirebilir. [İngilizler’le] işbirliği yapılmasının arkasındaki prensip buydu işte. Zira [İngiliz koloni] hükümetinin temsil ettiği ve şerre hizmet eden sistem, sırf hayır sahibi insanlardan aldığı destek sayesinde ayakta kalmış olup, o desteğin çekilmesi halinde yaşamını sürdüremez.”5 Özyaşamöyküsü’nde6 görüleceği üzere Gandhi’nin tüm cehdi bu mutasyonun, deformasyonun olmaması için kendince bir ‘eylem’dir. Mehmet Âkif’in eylemi ise, inancı gereği her bakımdan Gandhi’nkinden şedit olacaktır. Şiir bunun için ona verilmiş bir arayıcı, ayırıcı, devingen ve en önemlisi canlı bir düşünme yoludur. Vatan toprağı üzerinde birer na’ş-ı perişan bırakıp yükselen Ruhlara, aldanan, aldatan herkesi kast ederek: ‘Tükürün!” der. ‘Tükürme’ eylemi, olup bitenin bütünüyle dışına çıkmış olanlarca yapılabilir çünkü ancak. Şairin kendisi bunu bizzat yapmaz; ya da yarattığı kişiliklerin birine yaptırmaz: Ruhların, koruyup kollayıcılıklarının yanında bir yanlarına daha işaret eder: Kargışlamak. Ayrıca birine, bir şeye, bir duruma ‘tüküren’, onu kucaklayıp ‘öpenin’ alış verişe soktuğunu bünyesinden atmaktadır; hem etik hem de erotolojik açıdan bu böyledir: Bedenen ve ruhen kendini olup bitenden dışa çekmektedir. Ruhlar her bakımdan bunların ötesine geçmiştir. Âkif’in şiir-yaşam telakkisi içinde kaldığı yaşamı, duyumsayamadığı ânda ondan uzaklaşmak üzere kendiliğini bulmuştur. Mısır’a gidiş ve Safahat’ın son kitabı Gölgeler bunun açık göstergeleridir.
“Hikmet-âmiz Gerektir Eş’ar” ya da ‘Söylenen’ Şiir
Mahmet Âkif, hayatta da sanatta da şer ile ittifak etmekten titizlikle kaçınmıştır. Bu yüzden de birazdan söz konusu edeceğimiz gibi şiir sanatına da kendi şiirine de bir mesafe duygusu içinde yaklaşır. Âkif, yaşanan zamanın kendisini ait hissettiği insanlık için nasıl bir hüviyet taşıdığını Marx ve Engels’inkinden başka vasıtalarla fakat gayet iyi analiz etmiştir. Onun analizi sanıldığı gibi sadece Müslümanları kapsamaz; tüm insanlığı sarıp sarmalayan iştihanın da farkındadır. Müslümanlara verdiği öncelik, insanlığa ilişkin yüklenmeleri gereken sorumlulukla ilgilidir. Onlar, gereği gibi oldukları takdirde insanlık için de bir şans söz konusu olabilecektir. Ne var ki onlar, ‘bu halleri’ ile, vatanlarını kaybetmenin arifesindedirler; tembellikleri, bölünmüşlükleri, aymazlıkları tahammül edilir gibi değildir. Mehmet Âkif’in arzusu, onların ayık bir kafaya sahip olmalarıdır. Şiir bu uğurda bir işlev yüklenmelidir.
Mehmet Âkif’in bu tercihi ile devrinin diğer önemli şairlerinden ayrılması kaçınılmazdır. Benzer bir şiir tercihine sahip olmalarına rağmen tamamen ayrı düştükleri Tevfik Fikret bir yana, Ahmet Haşim, Cenap Şehabettin, Yahya Kemal ile de şiir anlayışı bakımından yolları kesişmez Âkif’in. Son derece bilinçli bir şekilde büyük bir şiir yeteneğini bir tarz şiire teksif eder. İster ki şiiri bir uyanış sağlasın. Haberli olduğum kadarıyla, Mehmet Âkif kadar olağanüstü bir şiir yeteneğini böylesi bir arzu ile sınırlayıp kayıtlayan bir başka şair yoktur. Bunu yaparken son derece bilinçlidir. Bilincinin engel olamadığı lirik şiirleri yazmamış olsa bunları söylememiz mümkün olmazdı ve onun için manzumeci diyebilirdik. Fakat bu, onun şairliğinden önce şiirin seyrinde nadir rastlanan özel bir duruma haksızlık olurdu. Mehmet Âkif’in deneyimini benzersiz kılan da en çok bu nokta da kendini ele vermektedir zaten.
Mehmet Âkif’in dramatik nitelikleri ağır basan manzumeleri şiir tekniği açısından olduğu kadar realiteyi maksat uyarınca ifade bakımından da bu türün ölçüleri içinde mükemmeldir. Onun benimsediği tarz şiiri yazmak, yani hâsıl olması istenilen maksadın sözün doğruluğundan bir şey kaybetmeden şiirleşmesi, modern şairlerin zihinlerinin üstesinden gelemeyeceği güçlüktedir. Modern şairlerin zaten ‘yerinde’ işlemesini istemedikleri bir zihinleri vardır. Bu zihin, oluşmakta olan modern hayatın her yanına sinen ‘yerinde olmayışlar’dan imge devşirir ve bunları şiire ilişkin retorik bilgisini de yıkarak amorf bir yapı inşa eder. Oysa Mehmet Âkif’in yapısı, özü bütünüyle aynı kalarak gelişenbir maksadın fark edilmesi için her şeyin yerli yerinde çatılmasının gerekliliğini önemser. Öyle ki dizelerin söylediğinden başkasının okuyanlarca alımlanması sözün doğruluğunun ifade edilişine ilişkin bir nakısaya işaret edecektir ki Mehmet Âkif için bu kabul edilemez. Söz söyleme makamında bulunup da şiirde sanat uğruna böyle bir hata işlemek, söz yoluyla insanları bir yanlışa sürüklemek olacaktır. Mehmet Âkif’in bağlı olduğu şiir geleneği Ferideddin-i Attar’ın İlahiname’sindeki şu kavrayışla söz ya da şiir ‘söyler’:
Dinde bu yüceliğe sahip oldun mu artık
söz söylemek sana helâl olur.
Söze aşağılık bir gözle bakma sakın.
İki âlem de ‘kün’ sözünden dışarı değil.
İki âlemin esası da ancak söz.
‘Kün’den var olmuştur, ‘Lâ tekün’le yok olur çünkü
Söz, ulu Tanrı’dan inmiştir; gönderilen peygamberlerin
Övündüğü Zat, bu sözü söylemişti. 7
Attar, İlahiname’sinin başlangıç bölümünde kendi kendine konuşarak ‘söyler’ bunları. Öncesinde peygamberlerin haliyle kendi halini yaklaştırmak istemiştir. Bunları yaparken Hz. Âdem’i, Hz. Süleyman’ı, Hz. İdris’i ve başkalarını kendine hatırlatır. Buradaki iç konuşmalara sinen ruh hali çok mühimdir. Çünkü kişi, kendi ile konuşurken olabildiği en sahici noktadadır. Kendi kendini aldatan tahlilleri yapamaz. Normalde bu böyledir; ama modern zamanlarda bu hale erişmek, bin bir ikiyüzlülüğe batmış insan tekleri için ulaşılmasının güçlüğünden ötürü kötülenmiş, reddedilmiştir. Modern insan Kapitalizmin, azgın nefsi ile baş başa bıraktığı insandır. O kendiyle konuşmamak için gevezeliğe yönelmiştir. Ben’ini bırakın peygamberlere yaklaştırmak istemeyi, yazgısında saklı olanı görmemek için yazgısını durmadan bilinçli bilinçsiz yanlış yorumlamaya her fırsatta gayret eder. Modern şairlerin okurları bunlardır. Modern şair bu okura öyle olmadan seslenmenin şiirsel pratiğini bulamayacaktır. Mehmet Âkif’in derdi Müslümanların türlü nedenlerle düştükleri bu ve benzer halleri, olabildiğince ‘natüralist’ bir edayla yüzlerine vurmaktır. Sık sık Kur’an-ı Kerim’den yaptığı alıntılar bu hususta ‘hâlâ reddedilemeyecek olan’la onları yüz yüze getirmektir maksadı taşır. Fakat bir zaman sonra bu da hazin bir sonu tattırır ona.
Mehmet Âkif tıpkı izlediği gelenek şairleri gibi ‘kendi kendi önünde olarak başkalarıyla konuşma’nın şiirsel pratiğinin teoriğine sahiptir. Şiirin söylenen bir şey olması ve sözün doğruluğundan bir şey kaybetmemesi, altından ancak çok büyük doğrulukla hayat sürenlerin kalkabileceği bir şeydir. Söylenen söz de, tıpkı yaşamda yapılan ânlık edimler gibi önceden getirilen bir akış yoksa düzeltilemez ve karşımızdakiler bizi ‘yanlış anlar’. Oysa yanlış anlatan bizlerizdir. Yanlış anlaşıldığımız âna kadar getirdiğimiz bir doğru anlatım yoksa o ân yanlış anlaşılmamız mukadderdir. Bunun mesulü biziz, nedeni ise bizim yaşamımızdaki yörüngesizliğimizdir. Mehmet Âkif,’in yaşamı peygamberane bir yörüngeye kenetlenmiştir. Yaşamında savsaklamaya yer olmadığı gibi şiirinde de söz yanlışlıklarından, deformasyonlardan, tesadüfîlikten, şizofrenik dilden şiirsel getiriler uman bir ‘mazeretler’ yoktur. Âkif’in şiiri, şairinin hayatındaki hassasiyetlerinin söz orucunun şiir donunda bozulmasıyla başlayan konuşmalarıdır. Bu konuşmalar bazen betimlemeler bazen hikmetler devşirir. O şiiri yazmaz, söyler. Kayda geçirirken yaptığı düzeltmeler, Necip Fazıl’ın şiiri mükemmelleştirmeye yönelik düzeltmeleri gibi olmayıp sözün doğruluğunun şiire inkılâp ederken bir kayba uğrayıp uğramadığının denetlenmesinden ibarettir. Mehmet Âkif’in şiiri yazma hızı da bir imgenin kayda geçirilmesindeki güçlükleri taşımadığı için yavaştır. Modern hayatın hızının reddettiği bu hızın ‘heyecanı’: İşte bizim bugün Mehmet Âkif’i toplamı içinde benimsediğimiz şiir anlayışına yakın bulduklarımızdır. Modernizme hayat öpücüğü demeye gelen postmodern zamanları yaşayan bizler için bu saydıklarımız anlaşılması güç, kabul edilmesi daha da güç bir hali işaret eder. Âkif’in içinde duyduğu, dinlediği musikiyi dinlemedikçe onun hızına erişmek imkan dâhilinde değildir. Ayrıca bu ‘erişme’ için, yukarıda saydığımız yaşamda kat edilen bir yörüngeye sahip olmak gerekecektir. Nitekim Mehmet Âkif’in ölümünden sonra Yeni Adam dergisinde şairle ilgili birkaç sayı süren soruşturmaya katılanlar içinde, “Âkif’in insani tarafları var mıdır?” sorusuna Nihal Adsız’ın verdiği cevap bu bakımdan manidardır: “Hırsız ve dalkavuk olmayışını kafi bulmuyor musunuz?” 8
“Şiirin başı hilkatteki ahengi ezelmiş…”
Mehmet Âkif’in 1918’de Servet-i Fünun’da yayımladığı ve sonradan Gölgeler’e aldığı “Evladım Mehmed Ali’ye” adını taşıyan şiiri, şiirin mahiyetine ilişkin tasavvufi şiir geleneğinin önemli bir görüşüne de ışık tutar. Şiirin tamamı şöyledir:
Bir nüsha-i Kübrâ idin, oğlum, elimizde:
Sen benden okurdun seni, ben senden okurdum.
Yüksekliğin idrâkimi yorgun bırakınca,
Kalbimle yetişsem diye, şairliğe vurdum.
Şi’rin başı hilkatteki aheng-i ezelmiş…
Lâkin ben o ahengi ne duydum, ne duyurdum!
Yıktım koca bir ömrü de, baykuş gibi, geçtim,
Kırk beş yılın eyyam-ı harabında oturdum.
Sen, başka ufuklar bularak, yükseledurdun;
Ben, kendi harabemde kalıp, çırpınadurdum!
Mağmum iki üç nevha işittiyse işitti;
Bir hoşça sadâ duymadı benden hele yurdum.. 9
Tasavvufun Türk tarihinde ifa ettiği mühim misyonu bilmesine karşın Mehmet Âkif’in tasavvuf ile arasına koyduğu ‘mesafe’ nedenleriyle birlikte bilinen şeydir. Çok genel bir yaklaşımla şairin gerek mizacı gerekse yaşadığı dönemde tasavvuf erbabının ve toplumun içinde bulunduğu ahvali görmesi onu böyle bir mesafe duygusu içinde düşünmeye, hareket etmeye sevk etmiş olabilir. Fakat insan hayatının gören bir göz, kavrayan bir düşünce gücü, hareket kabiliyetini yitirmemiş bir irade ile tekâmül ettiği düşünülünce, tüm bu özelliklere fazlasıyla sahip biri olan Mehmet Âkif’in de tasavvuf ile arasına koyduğu aralığı kat ettiği görülür; Nitekim Gölgeler kitabında yer alan şiirler ile ilgili olarak bu yönde düşünceler dile getirilmiştir de. 1873 doğumlu şairin 45 yaşında yazıp yayımladığı anlaşılan “Evladım Mehmed Ali’ye” şiirinde, Gölgeler öncesindeki bu ‘düşünsel ve poetik genişleme’yi bulmak mümkündür. Şiirin yayımlandığı yıl olan 1918’e gelindiğinde Safahat’ın Asım ve Gölgeler dışındaki bölümleri tamamlanmıştır. Demek oluyor ki bu şiir, Asım’ın ve daha çok da Gölgeler’in poetik zeminini teşkil eden ‘genişleme’nin bir hem pratiği hem de teorisidir. Mehmet Âkif’in şiir anlayışı bakımından bağlı bulunduğu “hikmet-amiz gerektir eş’ar” telakkisi, bir ‘düşüncel ve poetik genişleme’ yaşamaktadır. Fakat hemen belirtelim ki bu genişleme modern şiirin türlü yönelimlerini dışlamaya devam etmektedir. ‘Poetik genişleme’den kastım şiirin şu dizesinde daha bir somutlaşan sufî kavrayıştır: “Şi’rin başı hilkatteki aheng-i ezelmiş…”
Köklerini ve pratiğini İbn-i Ârabî’de ve Hazreti Mevlâna’da bulacağımız bu şiir algısı, Elest Bezmi’nde Tanrı’nın yarattığı ruhlara “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?”10 şeklinde söze ve sese bürünen mülakatına atıfla şiir ve musiki arasında bir bağ kurar. Bu soru cümlesiyle Tanrı’nın hitabına mazhar olan kişioğulları, O’nu ilk olarak ‘Söze bürünmüş bir Ses’ olarak duyumsamıştır. İşte yeryüzü üzerinde insan ruhunun musiki ile olan ilişkisi, musiki ile yükselip yine onun bayağı olanı ile alçalması, bu duyumsamanın peşinde bilinçli bilinçsiz dolaşması demeye gelir. Klasik şiirimiz ile Klasik müziğimizin birbirinden ayrılmamasının ardında da aynı kavrayış vardır. Bu kavrayış poetik olmanın ötesinde ontolojiktir. Onun ontolojik mahiyetini tefrik edebilmek için şiirde musikiyi şiirin bir unsuru olarak önceleyen Parnasizm ve Sembolizm ile karşılaştırmak yerinde olacaktır. Şiirde musikinin öncelikli olması, nihayetinde musikinin, şiirin önceliğinden sonra yine onun için öncelenmesini ifade eder. Oysa “şi’rin başı hilkatteki aheng-i ezelmiş…” deyişinde insan ruhunun yaradılışında söz ile onun sesinin ayrılmazlığı vurgulanır. Burada bir öncelik sonralık hiyerarşisi değil, birbirinden ayrılmazlık söz konusudur. Mehmet Âkif’in “Evladım Mehmed Ali’ye” şiiri gibi “Hüsran”, “Bülbül”, “Gece”, “Hicran”, “Secde” başta olmak üzere manzumelerinin bir çok bölümünde de bu niteliği buluruz. Saydığımız şiirlerin ve diğerlerinin ortak özelliği şairin “mağmum” olarak ifade ettiği türden bir ‘elem’den neşet etmeleridir. Bu ‘elem’, Baudelaire’in ‘elem’ine hiç mi hiç benzemez. Modern şiirin piri Baudelaire için ‘elem’, sömürgecilikte bir benzeri İngiltere olan Fransa’nın, Kapitalizmin’in insan teklerini her şeye yabancılaştıran gayri insani atmosferinden doğar. Rimbaud’un terk ettiği bu atmosferde Baudelaire, kendinden sonra gelecek neslin uğrayacağı belaları bile bir paratoner gibi önceden çeker. Baudelaire bunu başkalarını ayık kafaya sahip kılmak ya da korumak için yapmaz. Onun kastı, bir din olarak algıladığı sanatının deneyimleridir. Sanatı din olarak algılamanın ilk ve en ihlâslı kullarından olur bu yüzden. Onun “Esrik Olun!..” 11 çağrısı yaşamın mahiyetini duyumsamayı her şeyden önce tutan Mehmet Âkif için de önemlidir ama arada yaşamın mahiyetine ilişkin temel bir düşünce farkı söz konusudur. Anti-emperyalist olmanın iki şairde ortak olmasının dışında aradaki derin fark dünyaları birbirinden tümüyle ayırır. Mehmet Âkif’in ‘neyin esriği olduğu’ malumdur; Baudelaire’in dışladığı kapitalizme karşı ise de sanatın modern şairlerce din kılınmasına rıza göstermesi düşünülemez. Servet-i Fünun ve Fecr-i Ati ile olan bağlantısızlığı bu noktada Yahya Kemal’e dek uzanır. Modern şiirin aynı mantıkla genişleyen türlü yönelimleri için de aynı şeyi söylemek mümkündür.
“Şi’rin başı hilkatteki aheng-i ezelmiş…” deyişinde Elest Bezm’indeki insanlık durumunun şiirselliğine işaret de vurgulamaktadır. “Şiirin başı…” tamlaması Hölderlin’in insanın dünyada şairâne barındığına dair görüşünü hatırlatır. Burada bahis konusu olanın bir arketip gibi her milletin kök zamanlarında ortak olduğu da aşikardır. Şiirin ezgi ile kaynaşmış olarak bulunması Elest Bezmi’nin tüm insanların ruhuna ait olan bir anı olmasına delalet eder. Her anı gibi bu anının yaşaması da anılmasıyla kayıtlıdır. İnsanın aynı derecede hem unutmaya hem de anımsamaya olan yakınlığı düşünüldüğünde içinde ‘Yaradanın bir yâr olarak yaradılışta kendini duyuran sesi’ bulunan şiirin, insanın dünyadaki seyrinde ne derece hayatiyete sahip olduğu açığa çıkmış olur. Bu şiirin mahiyeti korunarak binlerce yıldır bugüne taşınması hiç de kolay olmamıştır. Mehmet Âkif’in ilk şiirini yayımladığı 1895’ten ölümüne dek can havliyle savunduğu hayatiyetin bir yanı hakikate ram olabilmek için milletçe özgürlük ise onu destekleyip kavi kılan diğer yanı da işte bu tarz şiir algısıdır. Mehmet Âkif, bu algıyı uzun süre, Asım kitabında Köse İmam ağzından anlatılan çerçevede “hikmet-amiz gerektir eş’ar” telakkisi içinde yaşayıp yaşatmıştır. Yaşadığı dönemde bir başınadır. Bu hususta Yahya Kemal’in bile onunla yakınlığı kısmendir. Yahya Kemal’in daha çok bir estet olmakla tebarüz eden angajmanına karşılık, Mehmet Âkif’in estetize olandan uzaklaşmak pahasına hazineyi koruması göz önündedir. Hazine, Cahit Zarifoğlu’nun,
Gitti haznedar
Hazine kaldı (biz gibin) sarhoşlara 12
dizelerinde dile gelendir. Mehmet Âkif’ten sonra farklı üsluplarla Asaf Hâlet Çelebi, Necip Fazıl, Sezai Karakoç, Cahit Zarifoğlu gibi büyük adanmışlarla yaşatılmaya devam edilmiştir. Mehmet Âkif’in önemi can havliyle yaklaşık elli yıl savunduğu, koruduğu ‘hazine’yi tüm boyutları ile yaşayıp yaşatmaktan imtina etmemesidir. Şiiri hikmete, musikiye, resme, realiteye, gama, kısacası içinde hayatiyetin barındığı tüm insanlık hallerine emekle eğilişi kahramancadır. Modern hayat politikalarının ve modern şiir poetikalarının iktidarları tarafından dışlanmadan önce o, onları dışlayarak bunu başarabilmiştir.

Dipnotlar

* Aktaran Donald Kuspit, Sanatın Sonu, (Çev.: Yasemin Tezgiden) İst,-2006, s170.

[1] Ellen Meiksins Wood, Sermeye İmparatorluğu, (Çev.: Sami Oğuz) Ank.-2007, 188 s.
[2] K. Marx – F. Engels, Komünist Manifesto, (Çev.: Muzaffer Erdost), Ank.-1998, s. 119-120.
[3] Berthold Brecht, Bizden Sonra Doğanlara, (Çev.: Burçak Durmaz), Merdiven Şiir, S:15.
[4] Mehmet Akif, Hakkın Sesleri, Safahat, (Haz.: Ertuğrul Düzdağ), Ank.-1990, s.170
[5] Gandhi, Gandhi’ye Göre Bhagavad Gita, (Çev.: Vecihi Karadoğan, Seda Çiftçi), İst.-2004, s.34.
[6] Gandhi, Bir Özyaşamöyküsü, (Çev.: Vedat Günyol), İst.-1984, 496 s.
[7] Ferideddin-i Attar, İlahiname, (Çev.: Abdülbaki Gölpınarlı), Ank.-1993, s. 35.
[8] Bkz., Yeni Adam dergisi, Mehmet Akif Soruşturması, No:167-172.
[9] Mehmet Akif, Mehmet Ali’ye, Safahat, (Haz.: Ertuğrul Düzdağ), Ank.-1990, s.385.
[10] Kur’an-ı Kerim, Araf-172.
[11] Charles Baudelaire, Esrik Olun!, (Çev.: Said Maden), Gerçeküstücülük içinde, İs.-1962, s.23.

Paris Sıkıntısı’nda doğan çağrı şöyle:
“Boyuna esrik olmak gerek. Her şey bunda; tek sorun bu. Omuzlarınızı çökerten ve sizi yere doğru bastıran Zamanın korkunç yükünü duymamak için, durup dinlenmeden esrik olmanız gerek.
Ama neyle mi? Şarapla, erdemle ya da şiirle, tek esrik olun da neyle olursa olsun.
Ve arasıra, bir sarayın basamaklarında, bir çukurun yeşilliği üstünde, odanızın sıkıcı yalnızlığında ayılacak olursanız, yeni yeni azalan, dağılıp giden esrikliği yele, dalgaya, yıldıza, kuşa, saata, bütün bu esen, bu inildiyen, bu kayan, bu şakıyan, bu konuşan şeylere sorun; saat kaç diye sorun; yel, dalga, yıldız, kuş, saat: “Esrik olmanın sırası, diyecekler size, Zamanın inim inim inletilen köleleri olmamak için, esrik olun; boyuna esrik olun! Şarapla mı dersiniz, şiir ya da erdemle mi, artık işinize nasıl gelirse.”
[12] Cahit Zarifoğlu, Kaybolan Şiir/Hayretlerimiz, Şiirler, İst.-1989, s.402.

Sanatçı ve Üvey Kardeşleri

Has bir sanat eserinin alımlanmasının önündeki engeller içinde belki de en belirleyici olan, sanat ortamına birer sanat eseri iddiasıyla sürülmelerine karşın ürettikleri vasat ile ortamın irtifasını büyük oranda etkileyen, meslekî hırsla üretildiği açık eserlerin baskın çokluğudur. Bu durumda has bir sanat eserinin varlık bulmasının önündeki temel engel, sanat eserinin haslığına dair bir görüsü, kavrayışı olmayanları sanat eseriyle yüz yüze geldiklerinde, soyadlarındaki benzerlikle yanıltan üvey kardeşler olmaktadır. Sanat tarihinden de açıkça görüleceği üzere has bir sanatçının dertlerinden en tatsız olanı, en döl bırakmayanı bu üvey kardeşlerle aynı atmosferi solumak durumunda kalacak olmasıdır. Hem olumlu hem olumsuz, hem iyi hem de kötü yanlarıyla yüzyıllardır değişmeyen bir yazgıdır bu. Fakat sanatçı ya da sanat eseri için, olumlu ve iyi olandan çok olumsuz ve kötü olanın imkân taşıdığı düşünülünce, ‘dert’ dediğimiz hususun ‘olması gerektiği gibi olduğu’ gerçeği, bize bir ihtar olarak kendini hatırlatacaktır. Zaten has bir sanat eserinin eyleyeni ile üvey kardeşlerin devinip durmaları arasındaki bu ‘dert’ ayrımı, sanatsal bir ifade olarak, bir biçem olarak geçmiş öz kardeşler içinde yakınlığını bulur. Çünkü has bir sanatçı için, dünyanın neresinden olursa olsun müteveffa has sanatçıların varlığı, yaşayan üvey kardeşlerin yakınlığından çok daha sıcaklık barındırır. Turgut Uyar’ın kendini altı yüz yıllık klasik şiir geleneğimiz ile birlikte Federico Garcia Lorca’nın şiirsel edimleriyle de ölçüştürmesi, ona Divan’ı yazdırmıştır. Ortaya çıkan eserden sıcaklık bulan, soluk aldığı zaman diliminde ressamlarla, müzisyenlerle meselelerini sürekli yüz yüze tartışan Devlet ve Tabiat şairi Ece Ayhan olduğu kadar, kendini öz kardeşlerden sayan ressamların, şairlerin, müzisyenlerin hepsidir de.  Okumaya devam et

ŞİİR SERBEST DÜŞÜNMEYE KARŞIDIR

“Yanan altından yayımı getirin

Oklarını getirin arzularımın

Mızrağımı! Ey Bulutlar açılın

Alevden arabamı getirin bana”*

Milton, William Blake

“Ey Batılılar! Tanrının yarattığı dünya

Değersiz paralar beklediğiniz bir dükkan değil”

Muhammed İkbal

 

Yedi sekiz yaşındaki çocukların baca temizleme işinde kullanıldığı yılların İngiltere’sinde William Blake, Milton’unda yukarıdaki dizelerin ardından şöyle diyordu: “Bizler İngiltere’nin bu güzel yeşil topraklarında ülkelerin en güzelini kuruncaya dek, ne kafamla cedelleşmekten geri duracağım ne de kılıcım elimde uyuklayacağım.”* Blake, yaşadığı yıllar boyunca İngiltere için İngiltere’yi kilisesiyle, toplumsal yapısıyla, sanatıyla karşısına almıştı. Ondaki düşleme (vision) gücü kadar serbest düşünme gücü de övülmüş; hatta o, tıpkı peşi sıra giden Rimbaud gibi anarşist bile sayılmıştır. Rimbaud, Blake’in İngiltere’sinden farklı olmayan, içine doğduğu ama içinde doğamadığı Fransa’yı, içinde doğmak istediği düşsel Fransa’sı için terk etmiştir. Ondaki bilici düşleme gücü de övgüye değer bulunmuş ve malûm olduğu üzere ‘modern şiirin faili modern şairin alamet-i farikalarından ilki’ tartışma kabul edilmez bir şekilde ve böylelikle kaideleşmiştir. Buna göre modern şair, düş ve düşünce gücü ile sınır tanımayan biridir. Öyle ki ondaki bu serbest düşünme gücü, diğer sanat alanlarına da bilim adamlarına da bir misâldir. Yani şair, serbest düşleyen, düşünen özgür adamdır vesselâm… Okumaya devam et