Şiirin Şarlatanlarına Karşı: “Neo Klasik Şiir, Evet!”

20141204_214922

Söyleşen: Mustafa Fırat

Söyleşi Notu: Celal Fedai ile son altı-yedi ay boyunca sanat, düşünce ve hayat üzerine çokça konuştuk. Bunların çoğunu da kayıt altına aldık. Konuştuklarımızdan bazılarını burada yayımlasak eminim daha çok ses getirirdi. Ancak Fedai, yazdıklarının ve şiirinin art niyetli kişilerin hesabına kurban gitmesini istemediği için sadece aşağıdaki bölümü burada yayımlıyorum. Ona göre, kendisinin sadece sert ve hırçın yönü gösterilerek asıl göstermeye çalıştıkları örtülüyor. Yalnız şu kadarını aktarmak istiyorum burada. Bazı dergileri, isimleri sorduğumda: “Bunları bilgilenme için konuşalım ama bu dergileri ve o isimleri artık neden karşıma alayım. Şiir ve hayat etiği, estetiği uğruna İsmet Özel’i ya da dengini karşısına alabilen varsa gelsin konuşalım. Tartışmam böyle biriyle, sadece elini sıkarım. Bunun dışındaki tipler, benim için şairlik rüştünü ispat edememişlerdir. ” deyiverdi.

“Şairlik rüştünü ispat etmek” üzerine düşünmek gerek. Dergi çıkarmakla, kuramsal yazılar yazmakla, şiir deneylerine girmekle ispatlanabilecek bir şey değil bu. Şiir, dünyaya karşı bir tavır meselesi. Yazdığımız şiirse bunun büyükçe bir parçası. Fedai, ilk kez burada yaptığını Neo Klasik Şiir hareketi olarak açımlıyor ayrıca. Neo Klasik Şiir, demek; bilhassa Suyu Seveni Derin Batırın Irmağa’nın poetik derinliği düşünüldüğünde en çok onun hakkı gibi geliyor bana…

 Mustafa Fırat: Celal Fedai, seninle şiir üzerine söyleşilerimiz devam etsin istiyorum. Aralıklarını şartlar ve zaman belirlesin ama biz şiir üzerine konuşalım.

Celâl Fedai: Konuşalım ama ben bu hususta yorgun düştüm, desem yeridir. Şiir üzerine dilim döndüğünce yazdım da konuştum da. Yazdığım şiirler, uğraşımın bir başka yönü. İnşallah önümüzdeki birkaç ay içinde, dördüncü şiir kitabım İç’i yayımlayacağım. Bir de Sözcükler İçin Savaş’ı oluşturan yazılar var. Onlar da sanırım şiir kitabıma eşlik edecek bir zaman diliminde yayımlanabilir.

Fırat: İç’i oluşturan şiirler için nasıl titizlendiğini biliyorum. Yayımlanınca onları da konuşuruz ama ben senin son zamanlarda yaptığın poetik gayretini Neo Klasik Şiir olarak adlandırmaktan yanayım. Gerçi sen bir adlandırma yapmadın. Ancak sanki bunun yapılmasını okura ya da şairlere bırakmış gibisin. Ne dersin?

Fedai: Çok haklısın. Artık adını, “Neo Klasik Şiir” koymak gerek bu edimin. Neo Klasik Şiir, bizi, yörüngesini kaybetmiş meteor benzeri onlarca şairden kurtaracak tek şiir yönelimidir. Onların çıkamayacağı bir irtifadır. Yazdıklarım ve şiirlerim Neo Klasik Şiir’in boyutlarının ortaya konmasıdır.

Fırat: Neo Klasik Şiir’i savunurken sadece bu nedenlerle savunmuyorsun herhalde…

Fedai: Elbette, böyle bir şiiri sadece bu nedenlerle savunmuyorum. Asıl nedenler var, tali nedenler var. Fakat benim yaptığım savunma eylemini aşalı çok oldu. Savunmak, olanı korumayı içerir. Ben olanı korumuyor, boyutlandırıyorum. Bunu en son Sezai Karakoç ve Cahit Zarifoğlu yapmıştı. Onlar hem Türk şiir geleneğini hem Batı şiiri birikimini hem yaşadıkları zamanın insan gereklerini hem de o gerekleri aşan varoluş edimini şiire taşımışlardı. Benim yaptığım onlarınkinin peşinden bir boyutlandırmadır. Ama onlarınkine de benzemez.

Fırat: Ne bakımlardan?

Fedai: Her şeyden önce mizaç bakımından. Ben mizaç bakımından, şiir ve düşünce söz konusu olduğunda, sanırım biraz katıyım.

Fırat: Bunun poetik yansıması nasıl oluyor mesela.

Fedai: Bu iki büyük şairin huzurunda her zaman hürmetle eğilirim. Fakat bize üflenen nefes aynı olmakla birlikte benliklerimizi oluşturan nefislerimiz farklılaşabilir. Bu da doğaldır. Onlar kendi içlerindeki oluşa baktılar sadece. Ben hem kendi içimdeki oluşa hem de dışımda oluşan bozuluşa bakıyorum. Dolayısıyla dış dünya ile daha çok ilgiliyim, diyebilirim. Her iki büyük isim de dış dünyadaki bozuluşa şiir ve yazı olarak karşılık verdiyseler de bu karşılık, benimkinden farklıdır. Ben açıkça savunduğum için ortaya çıktım. Onların zamanı ve mizacı bunu gerektirmiyordu. Benim zamanım ve mizacım bunu gerektirdi.

Fırat: Bu bakımdan İsmet Özel’e mi benzersin?

Fedai: Yüzeysel bakılırsa bu benzerlik kurulabilir.

Fırat: Derin bakılırsa?

Fedai: Evet, o da Şairler Intellect’in Pençesinde yazarıdır ve Esenlik Bildirisi şairidir ama herkes şunu kaçırıyor. O asla ad anarak karşı olma cesareti gösterememiştir. Hele de şiir meselesinde. Hilmi Yavuz’u da Enis Batur’u da ve daha birçok kişiyi de sevmezdi ama bakın, yakın zamana kadar bunu açıkça deklare edemedi. Ettiğindeyse eline yüzüne bulaştırdı. Bense neyi özünde sorunlu görmüşsem, o sorunlu öze ad olanı da eleştirmişimdir. Yavuz’u da Batur’u da şiiri estetize etmelerindeki sorunlar bakımından eleştirmek gerekti. Ben bunu yapalı yedi sekiz yıl oluyor. Ama düşmanlık için yapmadığım da bellidir. O, ad anmazdı. Son derece hesapçı olduğu bilhassa yaşlılığında ortaya çıkmıştır.

Fırat: Ne bakımdan hesapçı?

Fedai: Şunu düşünüyor… Etkisi kılcal damarlara kadar yayılsın, adı büyüsün, diye soyut konuşuyor. Örnekleme yapacaksa bile bunu geçmişe atıfla yapıyor. Böylece her çevre onu, ‘bizi kastetmiyor’ düşüncesiyle, benimsiyor. O da bunu hesap ediyor olabilir. Şu günlerde ise herkesi karşısına almaya kalkıyor. Yaşlılıkta cesaret gelmesi doğaldır. Seksenlerden iki binlere kadar bunu hiç yapmadı. Sivas Olayları hariç. Onda da izahlarında lakayttı. Bir de gençliğinde yaptı. O zaman yapabildiği için bugün var zaten. Ben bu dediğimi yazma etiği için, şiirin özü için, yazmaya başladığımdan beri yapıyorum. İlk kitabımın başında bir ‘Önsöz-Şiiri’ vardır: Şiir Erkeğini Arıyor, diye.

Fırat: Dikkat et. Sen böyle yorumlar yapınca niyet okuyor, diyorlar.

Fedai: Ben şairim ve çok şükür gördüğünün daha ilk hareketinden ötesini düşünebilen bir akıl sahibiyim… Elbette niyet okuyabilecek biri varsa o da benim. Ayrıca, ayağa kalkışından o ayağa kalkanın ne için kalkacağını göremeyenler kendi halini düşünsün. Başkasının zihninin deşifre oluşuna bakıp kendi zihinlerinin de deşifre olacağını görenler böyle kaygılı konuşur. Ama nafile. Benden istediğin izahı yapıyorum.

Fırat: O zaman Cahit Zarifoğlu’nunkini de yap da tam olsun, karşılaştırmalı olarak ama…

Fedai: Zarifoğlu bambaşka bir bünye. İlk iki şiir kitabı olağanüstü özgünlükte ve güzellikte dışavurumcu resimler verir bize. İşaret Çocukları tek tek böyle boyanmış resimlerse, Yedi Güzel Adam bir öykünün de aynen böyle, dışavurumcu tarzda boyanabileceğinin nefis bir örneğidir ve sanırım bu bakımdan tektir. Korku ve Yakarış ile Menziller’deyse resim değil müzik etkisi söz konusu. Bu müzik, Klasik Türk Musiki’sidir. Zarifoğlu, her iki döneminde de büyük işler yaptı. Tin bakımından Karakoç’la aynıdır. Özel ise düzyazılarındaki tini şiirindeki ben sesi ile zedelemiştir. Bunun ona yakıştığını söyleyenler var. Ama çoktandır kabak tadı veriyor. Şaşırtmaya yönelmesi de öyle. Ben şaşırmıyorum. Ontolojisini güvenliği değilse bile şöhreti uğruna kaybetti. Üzücü…

Fırat: Şu Neo Klasik Şiir meselesinden uzaklaşmayalım. Bence senin, yedi sekiz yıldır örneklerini koymana ve teorik planını sermene karşın, böyle bir ad koymadan bir temellendirme yapman söylediklerinle örtüşüyor. Şu Taocu sözü hatırladım: Yapacağın neyse derhal yap vakti gelince açıklarsın. Hak veriyorum şimdi sana.

Fedai: Teşekkür ederim. Ben bunun aksi tavırda tüccar tavrı buluyorum. Önce bir kuram adı ortaya atıp kendinden söz açtırıp sonra da zorlama bir kabızlıkla şiirler yazmakta bir tüccarlık var. Tabii başarılı olan olur. Geçmişte, özellikle Batı şiir birikiminde bunun nefis örnekleri var. Gerçeküstücüler, Dadaistler vesaire. Ama onları yaşadıkları zaman da buna zorlamıştı. O hareketlerin ontolojisi yaşanan zamanda bulunabilir. Benim dediklerimin de ontolojisi yaşanan zamandadır. Şiirdeki yenilik zırvalarından, tüccar şairlerden gına geldi, dedim. Fakat biliyorsun; Yenilik, Deformasyon ve Kuram Söylemlerinden Gına Gelmesine Karşın Şiir Sanatının Tebarüzünün ve Tebellürünün Güçlüğü Üzerine de, asıl işin güçlüğü üzerinde durdum. Şimdi benim nicedir yaptığım Neo Klasik Şiir’in tebarüzü ve tebellürüdür. İnsanlar bu eski kelimeleri sevmiyorlar. ‘Tebarüz ve tebellür’ demek hoşa gitmiyor. Bu yüzden de ne düşünebiliyorlar ne de şiire açık bir hayat yaşayabiliyorlar. Ben Neo Klasik Şiir’i tebarüz ettirdiğimi sanıyorum. Sıra, İç kitabım yayımlandığında işin billurlaşma safhasını göstermeye gelmiş olacak.

Fırat: Reklam stratejisi mi yapıyorsun?

Fedai: Reklam, böyle olmasa gerek. Deminden beri anlattığım şiirde tüccarlık mantığında reklam var. Biliyorsun kitabımın adı, İskeletimde Asılı Meyveler olacaktı. Ressam dostum Erdoğan Zümrütoğlu, İç koyalım, dedi. Onun beğenisine, sezgisine güvenirim. Kabul ettim, tereddüt etmeden… Tabii adını koyan kapağını da yapar. İnşallah kapağını o yapacak.

Fırat: Şu durumda Neo Klasik Şiir, şiir kitabına da kavuşmuş olacak peki ya Neo Klasik bulunmazsa?

Fedai: İnsanlar umduğunu bulur. Türk şiirinde 2000’lerden bugüne sözümona avangartlardan bıkıldı. Bugün asıl avangart olan Neo Klasik bir şiirdir. Benim yaptığım Asaf Halet’inkine benzer bu bakımdan. Zamana gömülmüyor zamanın dışına çıkıyorum. İnsanlar kaybettiğini bulur. Kaybettiğini bulmak isteyen için yazdıklarım bulunmaz şeyler değil. Biraz emekle arayan bulur.

Fırat: 2000’lerden bu yana, dedin; sözümona avangartlardan bıkıldı. Sanki öyle değilmiş gibi…

Fedai: Biliyorsun ben, yazdığım bir yazının başlığını “Modern Şiiri Uğurladıktan Sonra Sakalımızı Kesmeliyiz”, koydum. Modern şiiri uğurlamak postmodern bir zihinle şiir yazmak olmamalıydı ama oldu. Bu, Türk şiiri için asıl ontolojik kaybı meydana getirdi. Biraz evvel eleştirdiğimi söyleyerek andığım Hilmi Yavuz’u, Enis Batur’u, 2000’lerden sonra yazanlara tercih ederim. Aynı kuşaktan olmamıza karşı ötekilere kendimi hiç yakın hissetmiyorum. 2000’lerden sonra Türk şiirinde duyarlık buharlaşması da gerçekleşti. Bugün şiirde bir Müslüman duyarlığından söz edebiliyor muyuz? Sosyalist duyarlık nerede? ‘Kadın şair duyarlığı olmaz; şair, şair duyarlığına sahiptir’, diyoruz ama kadın şairlerden hangisi kadına ait cinsel ya da sosyal sorunların ötesine uzanabilmiş durumda. Varsa yoksa kadınlık halleri… Kadın olmak gene malzeme oluyor. Luce Irigary ya da Jacques Lacan’dan medetle kendilerini sunmaya ancak mecal buluyorlar. Sonra da ağız birliği etmişçesine; ‘bize kadın şair değil, sadece şair’ deyin, diyorlar. İsim vermek istemiyorum. Hem neden vereyim ki? Şiir, şairden şu sorunun cevabını beklemez ama karşılığını şairde arar; ‘Çıldırı anaforundan ne haber?’ Şimdi aklıma Özge Dirik geliyor. Bir erkek ama fark etmez. Önemli olan duyarlık derinliği. Aranan budur? Şu iki dizeye bak:

“havucun içindeki tatlı beyaza güvenme

gayretli çocukların dizleri fena kanar düşünce

 yüzüğünün içinde ilk aşkına döktüğün gözyaşları

zehredebilir geriye dönmek bugünün tatlarını

 gitmek bir tarihe bürünmüşse,

deniz duru da olsa

kötüye rotalamalı gemileri yine de

özgürlüğe kanarak, bırakma annenin ellerini

salıncak güzündeki iki yeşil dal bile

aldatmamış mıydı üzerinden atarak seni

 ömür boyu hapis bu oyunun adı

ama cinayet işlemeden

okumazlar bu gerçeği adamın yüzüne…”

 Bu kadarı gerekli fikri alabilene verir. Kadın şairler kadınlığın yüzyıllardan gelen rantını bir güzel yiyorlar. Regl döneminden bahsetmekle, cinsel arzuları dışa vurmakla ‘cesur kadın şair olunur’ ancak. Ama dikkat et, pervasızca soyunan kadın tiplerinin de yaptığına medya, ‘bu mayoyu giymek yürek ister’, diyor.. Bu da onu şair yapıyor. Rimbaud, yüz küsur yıl önce kadının önündeki sorunlar kalktığında onun da bir şair olarak kendini gerçekleştirebileceğini söylerken haklıydı. Şimdi Türkiye’de de bu, fazlasıyla oldu ama kadınlar hâlâ ajitasyon yapıyor. Çünkü varlığına dair gerçek dertleri var. Kadın şairler ne kendi benlik dertlerinin derinleriyle ilgililer ne de dünyada olup bitenle. Dedikodu nevinden eleştirel yazılara ya da bilhassa kendilerinden bahsedilmesini sağlayacak türden tanıtım işlerine el atıyorlar. Bir Susan Sontag olmak da zor geliyor. Yani düzyazı açısından da sorun var. Dayanışmaları işin başka sıkıntı yaratan yönü. Ben kendi adıma onların eleştirel değinmelerinden öğreneceklerime bakıyorum. Öğreniyorum da ama çoğu derhal bir konumlanma içine giriyor eleştirildikleri zaman. Tartışan iki kadın şair bilmiyorum, duymadım. Çoğu kocaları bakımından Virginia Wolf kadar rahat belki. Ama Virginia Wolf’te bir derin sıkıntı, içinden çıktığı toplumla bütünleşmiş olarak vardır. Mesela İstanbul demez de Konstantinopolis, der. Bu bir dünya kavrayışıdır. Tomris Uyar kadar edebiyat, düşünce yükü taşımaya hevesli görünmüyor pek çoğu. Erkeklerdeki zayıflık onlarda da var. Şiir piyasası ile iyi ilişkiler içinde olmaya çalışıyorlar. Dışlama, yadsıma gücü gösteremiyorlar. Bunu gösterebilen, içlerinden yani kadın olsun erkek olsun benzerlerinin içinden ayrılacaktır. Bunları söylerken, belki sertçe söylüyorum ama art niyet taşımadığımı belirteyim. Gerçek bir şairi izlemek büyük mutluluktur. Hele de o bir kadınsa, mutluluk hayranlık boyutu da alır. Çünkü o zaman şunu söyleyebiliriz kızlarımıza: ‘Bak, işte o bir şair!

Fırat: Kadınları karşına almak iyi değildir…

Fedai: ‘Erkeği yükselten erkekteki kadın yandır’. Faust, böyle bitiyor. Kadınlarda, işler sıkışınca işten vazgeçme eğilimi son on beş yirmi yılda gelişti. 1960 ve 1970’li yılların siyasal söylemle iç içe kadınlarını düşünelim bir… Nasıl da yürekliydiler. Sence de öyle değil mi?

Fırat: Öyle tabii. Hem bu, sadece siyasal anlamda da değildi. Ama bana göre geçmişten çok bugüne bakalım, derim. Özellikle 2000’lerle birlikte kadınların şair olma noktasındaki kararlılığı bence önemli. Senin kadar katı bakamıyorum. Dediğin olabilir ama belki bu bir süreçtir. Beklemek gerek. Ayrıca şiir üzerine düşünüyorlar da. Ben onlar ya da bizler gibi değil de meseleye cinsiyetsiz bakmaya yatkınım.  

Fedai: Ne iş ne kebap yansın yani…

Fırat: Aksine ikisi de yansın. Ocak da mangal da… Burada önemli olanı, öncelikli olanı bulmak gerekmez mi?

Fedai: Ne bakımdan öncelikli?

Fırat: Öncelik şiirde olmalı. Sen şiirden başka şair duruşunu da dahil ediyorsun önceliğe. Başka konularda tamam ama Türkiye’de erkeklerden daha esaslı olabilir kadınlar şiirde. Bunun için beklemek gerek. Ayrıca senin bu 1990 sonrasıyla alıp veremediğin nedir? Sen de 90’lardan bu yana gençliğini geçirip bu yaşa geldin. Müslüman ve Sosyalist duyarlığın buharlaşması çerçevesinde sormuş olayım bunu? Bir de sen şiirde Müslüman duyarlığı neden bu kadar önemsiyorsun? Gerçi Marksist duyarlıklı şairlerin de zamanın bayağı sanat anlayışına yönelişi de seni kızdırıyor. Şunu mu demek istiyorsun… Bu duyarlıklar şiirimizde dünyaya açılan, dünyayı kucaklayan hassasiyetlerdir. Onlar olmazsa şiirimiz popüler müziğin, enstalâsyona saplanıp kalan resim sanatının, kâra indekslenen ticari hayatın ve tüm bunlara zemin hazırlayan siyasetin bayağılaşmasına benzer bir bayağılaşma yaşar.

Fedai: Önce şu buharlaşma nitelemesi için Karl Marx’a hakkını teslim etmek gerek. Marx, hiçbir şeye duyulmasa bile –böyle bir şey zaten olmaz ama diyelim oldu- düşünceye kendini adayışına saygı duyulması gereken biridir. Kendine en çok Balzac’ın ressam Frenhofer’ini yakın bulacak kadar da sanatın, hayatın ontolojisine yakın biridir o. 1844’te Engels ile birlikte kaleme aldıkları Komünist Manifesto’da burjuvaziye, kapitalizme ilişkin olağanüstü tespitlerini birbiri ardına sıralıyorlar. Burjuvazi, diyorlar, kendini sürekli yenilemeden var olamaz. Yığınların hayatına yön veren yenilik takıntısının çözümlemesidir bu. Şiirdeki yenilik obsesyonunun da kökleri, eğer dikkatli olunmazsa varır buna dayanır. Bu tespitten sonraysa şu ‘buharlaşma’ nitelemesi gelir. Aslında kök olarak Shakespeare’in Fırtına’sının sonunda Prospero’nun sahneden çekilişinin anlatımıdır buharlaşma. Marshall Berman’ın meşhur eserine ad olan bu anlatımda katı bile olsa, her şeyin, kapitalizmce nasıl buharlaştırıldığı anlatılıyor. Bugün olan da budur. Müslüman duyarlıktan önce Türk şiirinde sosyalist duyarlık buharlaştırıldı.

Fırat: Türk şiirinde bugün gençler arasında da böyle duyarlıklı isimler var ama.

Fedai: Benim de aklıma gelen isimleri söyleyeceksin bir karşılaştırma yapsak… Ama onları doğrusu son derece yüzeysel buluyorum. Yani Mahmut Temizyürek’te, Akif Kurtuluş’ta, Cihan Oğuz’da olan emeği görseler yan çizerler. Edebiyat Dostları dergisini düşünelim bir, bir de bugünkü Enis Akın’ı. Demek istediğim tam da bu. Buraya gelecektin madem o yolu neden yürüdün, denebilir ancak. Ya da Necmiye Alpay gerçeği daha somut. Bu bakımdan Sanat Cephesi dergisi içinde tanıdığım Derya Önder’in görsel şiir ilgisini yadırgamaya çok gayret etsem de bunu başaramadım. Meseleye yüzeysel bakılınca, Marx’ın yaptığı zihin okuma fark edilemiyor. Sosyalist duyarlık bugün suskun durumda. Kendini diri kılmak için birçok imkân var ama düşün, Slovaj Zizek’e itibar edilebiliyor. Türkiye’de sosyalist düşünce entelektüel birikimini 1980’lerden sonra Frankfurt Okulu’na dayanarak kurmak istedi. Oysa 1968 olayları cereyan ederken ne Adorno ne de Horkheimer öğrencilere destek verdi. Okul’un filozofları, sadece olup bitenin analizini retorikle çözümlemekle yetindi.

Fırat: İkinci Dünya Savaşı sonrası kurulan dünyanın hali, Yahudilerin lehine geliştiği için sustular mı yani?

Fedai: Bunu demek haksızlık olur belki ama retorik kendilerini tatmine yetti ama başkalarının işine yaramadı. Çoğunun Yahudi olmasının bunda payı olabilir belki. Ondan da önce entelektüel hastalığıdır bu. Sorunun resmini güzel çektin mi, övünürsün. Şairde bu yoktur. Böyle bir anlayışla şiir yazmışsa yazılan şiir ilk önce şairi yaralanır. Döl bırakan yaralardır bunlar. Walter Benjamin’le Brecht’e bunu göremezsin elbette. Benjamin, Brecht’e hayrandır. Çünkü o diridir. Melankolisinin kendini pasifize etmesine izin vermez. Roger Garaudy de öyle. Ne yazık ki Türkiye’de sosyalist düşünce Garaudy’yi kavramak yerine Frankfurt Okulu’na yöneldi. Onlar daha artistik geldi, gibi geliyor bana. 1960’larda Cezayir’in bağımsızlık savaşına Fransa içinden destek veren Garaudy ile aynı yıl öğrenci olaylarına kayıtsız kalan Adorno ve Horkheimer’i karşılaştırmalı düşünmekte fayda var. Garaudy Sosyalizm ve İslam’ı yazıyor aynı yıllarda. İbn-i Haldun’un, Türkiye’de asıl keşfi bu eserin Doğan Avcıoğlu tarafından çevrilmesinden sonradır, desek yeri. Ayrıca Garaudy’nin Müslüman olması da bir yara oldu. Hazmedilemedi bu da.

Fırat: Marksistlerce mi hazmedilemedi?

Fedai: Her iki tarafça da. Bence yaşayan en büyük düşünce ve tavır adamlarından biridir. Hatta birincisi bana göre. İnsanlığın Medeniyet Destanı’nı okuyunca yeryüzünde insanlığın ne derin bir uygarlık yarattığını topluca görme imkânını buluruz. Acaba hangi derin düşünür bunu görüp de tercihini yapmıştır. Jung mu? Elbette görür ama Katolikliğini hiçbir şeyin zedelemesini istemez. Dört Arketip’inde bir Hızır kıssası yorumu vardır. Nefis ama sonunda işi getirip gene Thomas Carlyle öncesi Katoliklerin Hz. Muhammed yorumuna dayandırır. Yani arayışında korumacıdır. Heidegger de öyle. Alacaklarını alırlar Hint’ten, Çin’den ama o kadar. Neticede hepsi de Avrupa’nın sömürgeci selameti korunursa felsefe ve bilim yapabileceklerini bilirler. Frankfurt Okulu da öyle. Dünya’da sanki tek kültür Batı’ymış gibi yaparlar. Benjamin’in hayran olduğu Brecht’in epik tiyatrosunu bizim tiyatro geleneğimizde de bulabilirsin. Artaud’nun vahşet tiyatrosunu da başka bir yerde. Garaudy bunları gördü. Ama bizdeki Marksistler son derece ehli keyiftirler. Yemeye, içmeye vermişlerdir kendilerini. 2000’lerin Müslümanları da öyle. Nerede ne yeneceğini sor, söylesinler. Ayrıca ekleyeyim; Garaudy, entegrizm diye ifade ettiği belaya karşı da tek uyarıcıdır neredeyse. Marksistleri de aynı noktada, bir tür kendi içinde ortodoksluk bağlamında uyarmıştır. Neo Klasik tavır dediğim böyle bir şey bir yanıyla.

Biliyorsun, 1980’lerden sonra sosyalist duyarlılık, kendini Sovyetler Birliği’ne fazla indekslediği için bunalım geçirdi ve 2000’lerden sonra liberalizm batağına saplandı. Oysa 1960’larda, 1970’lerde Türkiye’yi birikimi ile kucaklayacak bir liberalliğe sahip olunsaydı İslam’la ve belki de Türk milliyetçiliği ile karşı karşıya kalınmayabilirdi. Kapsamı belli olmayan bir ‘faşizm’ lafıdır tutturuldu. Sömürgeci kapitalizme ve bilhassa siyonizme faşizm de karşıdır. Pekiyi, buna ne buyrulur… Bu noktada sosyalizmle faşizm ortak bile olabilirler. Yani insanların büyükçe bir bölümü o günlerde birbirlerine faşist, derken ne dediklerini bilmiyor gibiydi. Bugünden böyle anlaşılıyor en azından. Çünkü Türkiye’ye sosyalizm hep sorunlu bir ithal mal gibi sokuldu. Geçti artık. Ama şu Zizek’e gösterilen ilgideki hastalıklı yanlar doğrusu, konunun dışındaki biri olarak bile beni rahatsız ediyor. Bir de şu var: İnsanların bugün birbirine karşı yakınlık duymaları güzel ama bu yakınlığın dinamiği, dikkat edelim kapitalizmin yerleştirdiği alış veriş farsı olmasın sakın… Tam da bundan dolayı bir yakınlık kuruluyor bugün. Enis Akın’ın ya da bir başkasının gene kendileri gibi mutasyona uğramış ‘Müslüman duyarlık’la bağı, alış veriş farsından ibaret. Mutasyona uğramış Müslüman duyarlık, şiirde, sanatta, düşüncedeki kendine güvensizliğini böyle örtmeye çalışıyor. Onların kitaplarını basıyor. Ötekilerin de bu işine geliyor. 1980’lerdeki yakınlıktan farklı bir durum bu. Osman Hakan A., İhsan Deniz, Oktay Taftalı yakınlığı gibi de değil yani. Şiir Atı, Üç Çiçek ya da Sombahar gibi değil. Ben bunu zihin işleyişlerinin derinliksizliğine bağlıyorum. Öyleleri birbirini her çevreden buluyor. Ve bitişiyor. Bugün olan en garip hal bu.

Fırat: Bunda ne var, Serkan Işın’ın da Enis Akın’ın da kitaplarını Karagöz dergisi çevresini bassın?

Fedai: Elbette yok ama bu, İsmet Özel’in Cellâdıma Gülümserken’i Stüdyo İmge’ye bastırması gibi olursa anlamlıdır. O düşünüyor ki, yazdığım müzik yüklü bu kitabı müzikle yakından ilgili bir yayınevi basmalı. Şimdi andığın çevrelerde böyle hassasiyetler ne gezer. Alış veriş farsı dediğim var orada sadece. Şiirden anlarmış gibi görünmek için ötekilerle yakınlık kuran Müslüman duyarlık bir yanda, öbür yandaysa onların halini çözmüş bir tacirler grubu. Tersi olabilir mi?

Fırat: Hiç sanmam. Ama bunlar günün insanının görsel olana ilgisini dikkatimizden de kaçırmamalı. Görsel ya da deneysel çabaların bugününde geçmişte olandan farklı yanlar da var. Bir kere insanlar bilgisayar başında fazlasıyla vakit geçiriyor. Görsel işlerin insanlar üzerinde etkisini düşünmek gerek. Sen, ‘kolları ırmağına kastetmiş’, derken bu tip hareketlerin kendilerini şiirin yerine koymasına karşısın fakat şu da var ki, kollar da gerek ki ırmak geniş bir alanı sulasın. Neyse… Şimdi sana şunu sorayım. Buharlaşmanın Müslüman duyarlık cephesi nasıl başlayıp bugüne geldi?

Fedai: Uzun bir hikâye değil. Olan ne ise açıkça gözümüzün önünde oldu. Dergâh dergisinin çıkışını hatırla. İsmet Özel, ilk on iki sayı için on iki şiir yazısı sözü vermiş. Sözünü de tutuyor. Dergâh, Müslüman duyarlıklı gençlere sayfalarını açıyor. Elbet, Cahit Koytak, İhsan Deniz, Kemal Sayar gibi adlar da var ama arkadan gençler geliyor. Bu gençler kimler. Birçoğu ilk şiirini benim gibi orada yayımlamış. Öyle değilse bile orada tebarüz etmişler. İçlerinde Hakan Arslanbenzer, Hakan Şarkdemir, İbrahim Tenekeci, Ali Ayçil, Murat Menteş, Süleyman Çobanoğlu var. Nasıl tebarüz ettikleri malum. Hepsi de Müslüman duyarlıkla şiir yazıyor. Tabii İsmet Özel’in oradaki varlığı birçok bakımdan dikkat çekici. Bir irtifa katıyor ama çok yanlış bir zihin işleyişini de aşılıyor. Mustafa Kutlu’nun da engelleyemediği bir şey bu. Belki de çok sonra fark etmiştir. Gençlerin şimdiki hallerinden sonra eminim anlamıştır. Çünkü Kökler dergisinin adını o koymuştur. Güzel adlandırmadır. Şimdiki Karagöz’lüklere bakınca mutasyon apaçık görülebilir. Neyse… 2000’li yıllarla birlikte Özel, dergiden kopuyor. Lakin dediğim gibi gençlere hiç de iyi bir miras bırakmıyor. Bir şair ama onda bir şairin değil bir siyasetçinin iktidar hırsı var. Kendinden başka hiçbir kimsenin büyümesine müsaade etmeyen bir hırs bu. Gayri insani… Grekler’in ‘hubris’, dedikleri bir şey var. Bir çeşit kibir ama insanı mahvına, felakete sürükleyen bir derecede. İbrahim Tenekeci, Murat Menteş ve ben hariç oradaki hemen herkes, ondan İslam sanatlarının tinselliğine bütünüyle zıt bir ego şişkinliği kaptı. Ve kaptıkları ego şişkinliği ile Özel’in vesayetinden kurtulmak için kendilerini sözümona şiir kuramlarına bıraktılar. Açıkça hesaplaşma yerine ezikçe terk ediş… Özel, lirik şiirin imkânlarını onlar için kapatınca onlar da önce epiğe ve sonra da oradan neşet eden çok sesliliğe kapaklandılar. Demek istediğim, son derece suni, zihinsel bir çaba içine girdiler. Ontolojik bir karşılığı yok yapılanların. Bunu örtmek için nafile yere dergi üstüne dergi çıkardılar. Kendi putlarını mermerden tek başlarına yontamayacakları için başkalarından yardım alıyorlar. Sonra da bu bizim çehremiz, diyorlar. Anonim bir çehre var ortada. Kim kimdir belli değil. Ama azıcık kazısanız altında hesaplaşamadıkları bir İsmet Özel portresi çıkar ortaya. Ne Sezai Karakoç da ne de Cahit Zarifoğlu’nda ondaki şiirin onu götüreceği bataklığa ilişkin sorunlara rastlarsın. Onlar da modern şiir yazar, Amerika’ya, İsrail’e karşıdır ama İsmail Kılıçarslan’ın büyük şiir zekâsının ürünü Amerika Sen Busun?’u yazmaya tenezzül etmemişlerdir. Verecekleri karşılığın gayri insani olmaması, gayri İslami olmaması onlar için çok önemlidir. Geçen sene Frankfurt Kitap Fuarı’na kadar giden Ebubekir Eroğlu, İsmail Kılıçarslan’la aynı oturumda şiir okuyacağını öğrenince, oracıkta salonu terk etmiştir. Çünkü 2000 sonrasında burada andığım arkadaşlar, şiir adına kelimenin tam anlamıyla saçmaladılar. Neo epik ya da çok sesli şiir, diye yeni bir manzumecilik yolu açtılar. Bu yolun içinde şiirde her şey mubah oldu. Uzun uzun yazdılar, bir çöplükte olabilecek her şeyi bu şiirlerde bulabilirsin. Çünkü zihnin de bir çöplüğü vardır. Birbirlerini kuram bataklıklarına sokup sokup çıkardılar. Öyle ki onlardan önceki kuşaktan kimi isimler de onlara dâhil oldu. Etkinlikten geri mi kalacaklardı? Kalmadılar da. Postmodern düşüncenin temellerinden bir meta-anlatıların reddidir. Bunlar gelenekteki tüm meta-anlatıları yıkıp kendilerince epik bir anlatı kurmaya çalıştılar. Yıktıkları şeyin Hızırla Kırk Saati ve Yedi Güzel Adam’ı oluşturan bilinç olduğu idrak edemeyecek kadar akılları taklitte kalmış. Bindikleri dalı kesiyorlar ama umurlarında değil.

Fırat: Biraz abartılı değil mi bu tespitin?

Fedai: Abartılı mı buluyorsun?

Fırat: Abartı, dediğim şu: Bu arkadaşlar bu kadar mı şair benliklerini kurarken dışarıdan kendilerine bakamıyorlar… Eğer öyleyse kötü. Çünkü yaşları çoğunun artık kırkına gelmiştir. Ve bundan sonra hep aynı sıkıntı ile kendilerini zorlama bir şairaneliğe bırakacaklardır. Kaçınılmaz bir şey bu… Ve tabii bunu kim onların yüzüne vursa şair kini duyacaklardır. Gerçi bu kine cesaretleri olur. İnsan böyledir…

Fedai: Hesaplaşma cesaretleri yok. Şair kinine cesaretleri var. Şimdi bak, sence şu dörtlük kimin olabilir? Şurdan bulup okuyayım…

 “Görmüşüm bir çehbada çehreni senin

Elmayı çiğdeden dowload ettim de geldim

Çaparım çapar diil çapansızlığım

Varlığın taşrasında çapraşık index”

 Fırat: Son dört beş yıldır İsmet Özel böyle şiirler yazıyor. Onun ya da takipçilerinden birinin olsa gerek.

Fedai: Başkası da aynı tahmini yapardı büyük olasılıkla. Şiir, onun değil ama bir kişilik ortaya konamadığı için de ad anmaya gerek yok. Öyle bakma… Üzgünüm ama ne yapayım?

Fırat: İyi de bu doğru mu? Kişiye de haksızlık.

Fedai: Peki tama. Önemli değil belki ama söyleyeyim. Hatırlar mısın, sen dergi takip edersin, Dergâh’ta sanat eserinde kahramanın lağvını sanki bir buluşmuş gibi ileri süren bir arkadaş vardı. Hakan Şarkdemir… Bu İsmet Özel kopyası onun. Şimdi bir insan sanat eserinde hem kahramanın ortadan kalkmasını isteyip hem de nasıl dinsel hassasiyetler taşır? İnanılmaz bir aymazlık. Şiir yazıyorsun ama hesaba çekileceğini düşünmüyorsun. Ya da ne bileyim Marksistsin ama şiirlerin burjuvazinin içki masasına meze. Biliyorsun Wittgenstein’ın Zettel diye bir kitabı var. İnsan zihninde bir cümlenin ya da bir görüntünün oluşması üzerinde düşünür durur orada. Şairler için bilhassa önemli bir kitaptır. Bunlarla meşgul olmak gerek ama bir benlik taşıyarak. Benlik taşımanın kendine has bir abdallığı vardır. Kelimenin köküyse bedel… Bunlarda hiç abdallık yok. Bahsedilen ‘Intellect’in pençesi’ bu oldu hepsi için. Ali Ayçil şiir yazamaz oldu, çünkü muhtemelen onlar gibi yazmak istemiyordur. Tenekeci, yazıyor ve onlara karışmak istemiyor. Çobanoğlu için zaten ‘heyhat’ denmişti; denen de oldu. Kendi şiirine bile hayrı dokunmuyor yazdıklarıyla. Akıllarda kalan elini göğsünde bağlamış fotoğrafları var hâlâ. Osman Özbahçe iyi bir dergi, yayınevi organizasyoncusu oldu. Saydığım işler için, ne diyorlar? Teknoloji tedarikçisi. En vahimi ise, bugün bu arkadaşlardan biri ikisi dışında hiçbiri İslam sanatlarının tinselliğine yönelik poetik bir endişe taşımıyor. Bu yüzden de alkışlanıyorlar. Alkışlanmak için de daha beter hallere düşüyorlar. Batı düşüncesinin postmodern bir grubunu, sorgulayıp düşünmeden kendilerine referans olarak alabiliyorlar. Moderniteye sözde karşılar ya… Deleuze, Todorov tercümelerini dört gözle bekliyorlar. Hiçbiri Tevfik el Hâkim demiyor sözgelimi. Bu arkadaşların yaptıklarıyla şiir, Garip Akımı’nın son dönemine benzer bir hale geldi. İyice ayağa düştü. Neo Klasik Şiir, şiirimizdeki irtifa kaybını giderecek tek şiir yönelimi bana göre.

Fırat: Nasıl olacak bu? Yani Neo Klasik bir şiir hareketi için şairlerde bir enerji yok gibi geliyor bana. Yani kolaya kaçmak varken klasik dönemlere has hassasiyetleri şairler nasıl gösterecek?

Fedai: Çok yakında başka çareleri de kalmayacak da ondan. Arkadan gelen kuşaklara öyle kötü değerler aşılandı ki, yaşça ilerlemiş olanlar, ‘Ne olur, etik yerleşsin!..’ diyecek. Kendilerini sol tanıtmakla paye kazanacağını sanan birçok niteliksiz, edebiyatın büyük bir çalışma değil de doğru ilişkiler istediğini yerleştirdi. Şimdi bilhassa yapılan tartışmalara bir bakalım. Benim söz açtığım meselelerin yanından bile geçilmiyor. Ama dedikodu, boş laf, rakı sofrası lakırdıları bol. Bir keresinde, reklamcı şairleri eleştirdiğimde o işle uğraşan bir arkadaş, ‘Çok değil beş yıl içinde bizi arayacaksınız. Biz, hiç değilse bazı konularda titiziz; arkamızdan gelenlerin şiirle, düşünceyle hiç ilgisi yok. Asıl, iş onlara kalınca, reklamla bir toplum nasıl iğfal ediliyormuş, o zaman görün’, demişti. Haklı çıktı. Gençler, bu halleriyle yaşlıların canına okuyacak. MerdivenŞiir’in dağıtım işini yapmakla orada şiir yayımlayabileceğini sanan bir arkadaşa, geçtiğimiz günlerde, 1990’lardan bugüne şiir dergilerini yazdırmışlar bir Karagöz dergisinde. Şiirleri çıkmayınca, o da haklı olarak meğer bizim dergiyi dağıtmayı bırakmış. Şimdi birilerinin işine yaradığını görmek güzel. Terfi üstüne terfi. Herkes böyle bakıyor, benim işime yarıyor ya, dert değil, diyor. Böyleleri de şunu çözmüş. Birilerinin işine yararsak bir yerimiz olur. Birine olmazsa öbürüne köle olurum mantığı. MerdivenŞiir’de asla böyle bir kast oluşturulmadı. Oysa Türkiye’de işler öyle dönmüyor. Biz Türkiye’de yaşayanlar, hakkımızı aldıksa gerisi bizi ilgilendirmez, diye bakar olduk ülkemize. Eczacısı da öğretmeni de hapsolduğu küçük resimle ilgili. Düşünebiliyor musun, 2010’da bankaların 13 bin personel almalarına bel bağlamış durumdayız.

Fırat: Neo Klasik algı bunu çözecek mi?

Fedai: Sence geçmişten bugüne sadece bu algı yenmedi mi vasatlığı?

Fırat: Geçmişten bugüne… Batı düşüncesi gibi şiiri de klasikten hiç kopmadı ki… Akla hep T. S. Eliot geliyor ama sanki Baudelaire, Lorca, Saint John Perse kopmuş muydu? Ya da Beat Generation? Bence onlar da bırak kopukluğu gevşeme bile tedirginlik yaratır. Ama şu da var. Bugün Almanlar bile gençlerinin Amerikanlaşmasından şikâyetçi. Yani sorun bizden başka gelenekleri de kapsıyor. Hayata hükmeden ama ortada da olan bir tüketim hayatı var tüm dünyada. Ivan Illich, belki elli yıl önce Sağlığın Gasbı’na işaret etmişti. Ortada düşüncenin ve şiirin teslim olmuşluğu var. Kitaplar da tüketiliyor. Bunu yapanları da kınayamıyoruz bile.  

Fedai: İşin kolay olmadığını göstermek zorundayız. Dağımızın yükseklerine çıkıp aşağıdakilere çığ yollayacağız. Böylelikle kar, dağ, soğuk, üşüme bilgisini kavratacağız. Çığ altında kalanlardan kurtulanlarıysa gene biz ısıtıp zirveye götüreceğiz. Az ama öz olacaklar. Neo Klasik yönelim hiç olmazsa bunu sağlayacak. Müşkülpesent olmaya devam edeceğiz yani. Müşkülpesentlik önemli.

Fırat: Elitist bir müşkülpesentlik mi istiyorsun? Enis Batur gibi sözgelişi.

Fedai: İki haftada bir Enis Batur’un Cumhuriyet Kitap’taki yazılarını okuyorum ama başka düzyazılarından olduğu gibi bunlardan da beslensem de aldığım gıda da bir sorun görüyorum. Batur’un zihinsel derinliği, yorumlama gücü malum ama o neyi yadsır, bunu söylemek kolay değil. İsmet Özel’in Bir Yusuf Masalı çıktığında ilk kaleme sarılan oydu. Sanki başarısız bir eser yazılınca sevinmiş gibiydi. Aslında tam da öyleydi, Virgül’deki yazısı. Lakin sadece yarım sayfa kadardı. İki göbek atma kabilinden. Bu mu şimdi elitist müşkülpesentlik?

Fırat: Haksızlık etmeyelim Batur’un yaptıkları ortada…

Fedai: Niyetim benim de bu değil. Bir tespit niyetindeyim. İnandığını hayatta ve sanatta takip etmek, asalet ve müşkülpesentlik, Neo Klasik tavır için olmazsa olmazdır. Biz, şair Ali Ural ile birlikte MerdivenŞiir diye bir dergi çıkardık. On beş sayı ve yüz altmış sayfa. Mütevazı bir yayınevi olan Şule Yayınlarının dar imkânlarıyla. Kapattığımızı söyleyemedik bile. Yayınevi, derginin borçlarını belki yeni bitirdi. Abartmıyorum. O derginin yanına konabilecek bir dergi Türk dergicilik tarihinde beşi geçmez. Ama kim hakkını teslim edebildi. Hemen herkes sustu. Ve hep de susacaklar. Burada bir ikiyüzlülük var. O derginin kâğıt masrafına bugün on dergi çıkıyor. On sayfa, sekiz sayfa… Ahali onları konuşup duruyor. Çünkü bugünün dergi irtifası bu kadar. Deneyselmiş, yenilikçiymiş… Biz resimle şiiri yan yana getirdik. Modern Türk Şiirinin Ustaları yazısı içinde hemen hemen tüm ustaları, işi bilenine yazdırdık. Bugünün şair geçinenleri kendilerini oradaki adlarla ölçüye vursunlar bir. Zamanlarının dibi kara tencereleriyle değil. Anlayabilirlerse, Hasan Akay Hoca’nın kaleminden Cenap Şehabettin’i okusunlar. Ben anlayabilmek için oturup bizzat Dekadizm Nedir?’in çeviriyazısını yapmıştım on yılı geçiyor. Şimdi müşkülpesentliği, asaleti, itaatsizliği anlatmak için kendimizi övmeye işi vardırmak istemiyorum. MerdivenŞiir’in yaptıklarını konuşmayan, göremeyen şiir ortamından ne olur biliyor musun? İşte yukarıda andığım, senin andığın şeyler olur. Enis Batur, bunları dert etmeyecek. Onu suçlayacak da değilim. Fakat onun desteklediği bir şairi tanıyorum ki genç şairlere aslolanın şiir değil ilişkiler olduğunu aşılamıştır. Bundan zararı Batur görmüyor tabii. İlk şiir kitabımı yayımladığımda İsmet Özel, ‘Bu şiirlerin okuru yok, biliyorsun değil mi?’ demiş ve şunu eklemişti: ‘ Tabii falanca ve filancanın okurunun olmasından çok daha iyidir bu.’

Fırat: Sen ne dedin? Bir de bu falanca ve filanca kim?

Fedai: Kitabımın önsözündeki ithafı hatırlattım ezberden: “Aşılamaz yoksulluğuna içerlemeyen ve alış verme farsına kapılmayacak denli gururlu bir sanata kavuşmayı özlemiş Samuel Beckett’e”. İsimleri geçti zaten. Kötü reklama da sevinen cinsten müteşairler işte.

Fırat: Şeytanın Günlüksüz Irgadı’nda beni asıl etkileyen ‘I never try to make a painting; it is a howl’ (Ben asla boyamaya çalışmadım; bunlar bir/er ulumadır) satırlarıyla kitabın açılışıdır. MerdivenŞiir’de Karel Appel’in resimlerine de yer verdiniz değil mi? Neo Klasik tavrın ontolojisi bu olsa gerek.

Fedai: Bence Neo Klasik Şiir, öncelikle, yani bir tarz şiir biçemi olma iddiası taşımadan önce, günün tüketim alışkanlıklarıyla şekillenen kuramları dışlayacak ontolojik bir tavrı ifade etmelidir. Öncelik bu. Sanatın, insan benliğinin ululuğunu ululamak gibi doğallıkla gelişen, kendiliğinden bir yanı oluyor. Bu, şair pozu değil ama. Olanın savunulması. Bölünmüş benlik halleri de bilinecek, bütünleşme çabasındaki benlik halleri de. Şiir zaten benlik halleridir. Elbette biraz asabiyet ister bu. Tuğrul İnançer Hoca’dan işittim. ‘Mevlana’ dedi, ‘o minyatürlerdeki gibi eli kucağında, boynu eğik bir ezik tip değildir. Yerine göre son derece sert olabilir. Çok zaman da öyledir. Hatta asabiyetinden mide rahatsızlığı çektiğini düşünürsek, onca şeyin nelerin eşliğinde olduğunu anlayabiliriz.’ Mealen söylüyorum. Benim kafamdaki Mevlana portresine denk düştüğü için ne kadar sevindim anlatamam. Kalkıp dönesim geldi. Onun yerine uzun uzun güldüm.

Fırat: Mevlana’dan desteği aldığına eminim çok sevinmişsindir…

Fedai: İroni kokusu alıyorum…

Fırat: Isınmışken bırakalım mı ne dersin?

Fedai: Bırakalım ama şu İç’i bir daha duyurayım. Senin duyuracağın yok…

Fırat: Sevgili Celâl, sohbetin için teşekkür ederim. Kitabın şimdiden hayırlı olsun. Yaşasın Neo KlasiK Şiir!..

Fedai: Geç dalganı, kitap çıkınca rövanşı alırım. Ben teşekkür ederim.

ASAF HÂLET ÇELEBİ: “SELAM SANA… LOTUS YAPRAKLIBÜYÜK RAHİP…”

lamelif-siirler-asaf-halet-celebi-ilk-baski-i10-58289894-0

“Burada duran kaba bir taş

Fiyatı da ucuz mu ucuz

Aptallar ne kadar hor görürse

Bilgeler o kadar sever onu”[1]

                                               Arnaldus de Villanova

 Carl Gustav Jung, bu dörtlükte sözü edilen taşın horlanan ve yadsınan simyacı taşı lapis olduğunu söylüyor. Simyacı Villanova’nın dörtlüğünüyse bir göl kenarına yap(tır)dığı evinin bahçesine, bir çeşit balbal olarak tasarlayıp diktiği taşın bir yüzüne kazıtmış. Jung için, taşın, çocukluğunda olduğu kadar yaşlılığında da dinginleştirici bir yanı var. Şöyle yazıyor Anılar, Düşler, Düşünceler’de: ” Duvarın önündeki yamaçta, dışa doğru çıkmış bir taş vardı. Bu benim taşımdı, çoğu zaman o taşın üzerine oturur ve zihnimde aşağı yukarı şöyle gelişen bir oyun başlatırdım: ‘Ben bu taşın üzerinde oturuyorum o da benim altımda.’ ‘Taş da, ‘Ben’ diyebildiği ve düşünebildiği için, ‘Ben bu yamaçta yatıyorum o da üzerimde oturuyor,’ derdi. Ondan sonraki soru şuydu: ‘ Taşın üzerinde ben mi oturuyorum, yoksa onun üzerinde oturduğu taş ben miyim?‘ Bu soru beni her zaman şaşırtırdı. Ayağa kalkar, kimin ne olduğunu düşünmeye çalışırdım. Soru tümüyle yanıtsız kalır kararsızlığımı garip ve büyüleyici bir karanlık duygusu sarardı. Önemli olan, bu taşın benimle gizemli bir bağı olmasıydı. Taşın bana sunduğu şaşırtmacayı düşünerek üzerinde saatlerce oturabilirdim. Okumaya devam et

Şiirde Post-modern Natüralizmle Buraya Kadar

20141204_214922

Demirci sordu:
Kabzasına ne yazalım istiyorsun?
Kabzasına dostum, dedi JAPON savaşçısı
Şunu yazın:
‘Akan bir dere, bir koyun sürüsü,
Yavrusuna ninni söyleyen bir kadın.’”
Solomon Bloomgarten

Türk şiiri son yetmiş yılda üç kez, şairi ve okuru için tam bir alıklaşma nedeni olan realist kolaycılığa geldi saplandı. 1940’da Garip Hareketi, 1960’lı yıllarda sosyalist duyarlıklı Toplumcu Gerçekçilik ve son on küsur yıldır türlü adlarla anılan post-modern kuramlarla oldu bu. Bu sonuncusunun İslami bir duyarlıktan neşet etmesi, üzerinde dikkatle durulması gereken bir husustur. Zira yüzyıllardır kendine has fevkalade yanlar kazanarak gelişen İslam sanatı, Hz. Peygamber’in ‘Sizden biriniz bir şey yaptığı zaman onu mükemmelen yapsın’ hadis-i şerifi uyarınca ne natüralist kolaycılığa ne post-modern kuramlar içinde gizlenmiş ontolojik sapmalara değil mükemmele yönelmiştir. Dolayısıyla burada bir apaçık bir sapma söz konusudur. On yıldan fazla bir süredir Türkiye’de Müslüman duyarlıkla yazılan şiirlerde, İslam sanatlarının ‘soyutlama’ tercihi yerine kaba bir realizm demeye gelen natüralizm göze çarpmaktadır. Bu şiirlerde günlük hayat ve siyaset manzaraları argoya ve kaba bir eleştiriye yaslanarak kolayca akla dolanan görüntülerle eleştirilmekte ve 1970 yıllarda sosyalist duyarlıklı şairlerin yaptığı türden bir popülizme ilgi duyulmaktadır. Bu da Türk şiirinin 1990’lı yıllardan beri en enerjik kesimi olan Müslüman duyarlığı kaba bir natüralist söyleme hapsetmektedir. Müslüman duyarlıklı genç şairler, İslam sanatına has son derece hayati yönleri haiz bir kavrayış gücünü bırakıp post-modern kuramlara yönelince onlardan Türk ve Dünya şiirine beklenen katkı gelmemektedir. Bu, sadece onlar için değil Dünya şiiri için de büyük bir kayıptır. Zira bu şiirlerin benzerlerini pekâlâ bir Amerikalı da yazabilir. Tüm Dünya halklarının alıklaştırıldığı bu küresel kapitalizm döneminde Türkiyeli Müslüman duyarlıklı gençlerin bozuk bir ağızla, kolayına bir eleştirel yaklaşımla, hiçbir özen taşımaksızın yazdıkları bu türden dizelere şiir demek mümkün değildir. Bugün kendini sokmak istediği kuram adı ne olursa olsun yazılan bu şiirler, manzumeciliğin günümüzdeki bozulmuş halinden öteye gidememiş ve varacakları nihai yere gelmiştir: Avamileşme. On yıl önce değilse bile bugün artık açıkça görülmektedir ki adlarını burada saymaya gerek görmediğim isimler birbiriyle sadece argo ve kolaycılık düzeyinde ayrılan naturalist bir paydada yarışmaktadırlar. A kişisi daha bozuk ağızlıyken B kişisi daha çağcıl gibi görünerek aynı görüntüyü kolayına resmedip önümüze koymaktadır. Bu durumda C kişisine düşen sadece ve sadece popüler bir santimantalizmi benimsemek kalmaktadır. Okumaya devam et

Şiir Sanatının Yeniden Tebarüzü ve Tebellürünün Güçlüğü Üzerine

Deformasyon, Yenilik ve Kuram Söylemlerinden Gına Gelmesine Karşın
Şiir Sanatının Yeniden Tebarüzü ve Tebellürünün Güçlüğü Üzerine

“Oyun tahtasında bu oyundan başkası yoktu.
Oyna dedi; ilave yapmayı ne bilirim?
Ben mevcut olan bir oyunu oynadım;
Kendimi belaya attım
Bela içinde de onun tatlarını tadıyorum;
Onun mağlubuyum, onun mağlubuyum,
onun mağlubu”
Celâleddin-i Rumî

“Yapacağım en son şey,
sahip olduğunuz estetik yetileri
nasıl kullanacağınızı söylemektir.”
John Cage

“Önümde Yürünecek Canlı Bir Yol Varken…”

Ehlinin derhal kavrayacağı gibi daha yazımın adıyla, eğildiğimiz meselenin gene ehli için hayatiyetine, geniş ve karmaşıklığından ötürü sınır ihlalleriyle, işgalleriyle dolu geçmişine ve olanca yalınlığına karşın çetrefilleştirilerek yağmalanmış varlık alanına, daha açık bir ifade ile ‘sınırlarına’ işaret etmek istedim. Beni bu isteğe zorlayan iki sebep oldu. Bunlardan ilki, şiir söz konusu olduğunda eğildiği hususu emekle kuşatmış yazıların okurlarının, bugün neredeyse hiç kalmayan şiir okurundan daha da nadir olmasıdır. Bir yazının adının, yazarının kuşattığı alana dair savını tez elden sunması kaçınılmaz olmakta bu yüzden. İmajlarla, benzetmelerle, reklâm işi spotlarla tezyin edilmiş ifadelere sığınmak, doğrusu pek ‘afili’; ama bugün artık pek klişe olan bu yönelim, eli kalem tutanlara bile kendini alternatifsizmiş gibi gösterebiliyor. Ayrıca şu da var: Yazarın savı yerinde ise, yazdıkları, yazısının adının ağırlığında kalsa bile maksadın hâsıl olması gerçekleşmiş sayılabilir. Bu durumda akılda kalan başlığın kendisi, meselenin sınırlarına ya da meselenin niçin mesele olduğuna yeter vurguyu yapmış demektir. Yazımın başlığına “Kolları Irmağına Kasdetmiş” desem, sanırım bu ‘yerinde ve de hoş’ terkip, kendisi hayatta ve sanatta bir nesnel karşılığa sahip olmasına karşın, bu niteliği taşımayan onlarca ‘benzeri’ arasında kolaylıkla buharlaşabilirdi. Okumaya devam et

Sanatçı ve Üvey Kardeşleri

Has bir sanat eserinin alımlanmasının önündeki engeller içinde belki de en belirleyici olan, sanat ortamına birer sanat eseri iddiasıyla sürülmelerine karşın ürettikleri vasat ile ortamın irtifasını büyük oranda etkileyen, meslekî hırsla üretildiği açık eserlerin baskın çokluğudur. Bu durumda has bir sanat eserinin varlık bulmasının önündeki temel engel, sanat eserinin haslığına dair bir görüsü, kavrayışı olmayanları sanat eseriyle yüz yüze geldiklerinde, soyadlarındaki benzerlikle yanıltan üvey kardeşler olmaktadır. Sanat tarihinden de açıkça görüleceği üzere has bir sanatçının dertlerinden en tatsız olanı, en döl bırakmayanı bu üvey kardeşlerle aynı atmosferi solumak durumunda kalacak olmasıdır. Hem olumlu hem olumsuz, hem iyi hem de kötü yanlarıyla yüzyıllardır değişmeyen bir yazgıdır bu. Fakat sanatçı ya da sanat eseri için, olumlu ve iyi olandan çok olumsuz ve kötü olanın imkân taşıdığı düşünülünce, ‘dert’ dediğimiz hususun ‘olması gerektiği gibi olduğu’ gerçeği, bize bir ihtar olarak kendini hatırlatacaktır. Zaten has bir sanat eserinin eyleyeni ile üvey kardeşlerin devinip durmaları arasındaki bu ‘dert’ ayrımı, sanatsal bir ifade olarak, bir biçem olarak geçmiş öz kardeşler içinde yakınlığını bulur. Çünkü has bir sanatçı için, dünyanın neresinden olursa olsun müteveffa has sanatçıların varlığı, yaşayan üvey kardeşlerin yakınlığından çok daha sıcaklık barındırır. Turgut Uyar’ın kendini altı yüz yıllık klasik şiir geleneğimiz ile birlikte Federico Garcia Lorca’nın şiirsel edimleriyle de ölçüştürmesi, ona Divan’ı yazdırmıştır. Ortaya çıkan eserden sıcaklık bulan, soluk aldığı zaman diliminde ressamlarla, müzisyenlerle meselelerini sürekli yüz yüze tartışan Devlet ve Tabiat şairi Ece Ayhan olduğu kadar, kendini öz kardeşlerden sayan ressamların, şairlerin, müzisyenlerin hepsidir de.  Okumaya devam et