Serdengeçtiler, Yeniçeriler, Ganimetçiler

spekül.KAPAK.sırtta kartalll

Askerî vokabülerden edebî bir terim olmaya terfi eden avant-garde’ı, serdengeçti olarak karşılamakla işe başlamak sadece roman türünün değil bütün bir sanatın, modern zamanlar boyunca işlevsellikten kullanılabilirliğe oradan şeyleşmeye evrilen yanını konuşmaya başlarken, meselenin merkezinde kalmayı da beraberinde getirebilir, uzak ufukta bir karanlık kara parçası görüntüsü de yaratabilir zihnimizde. Meselenin merkezine yerleşmeyi beraberinde getirebilir; zira Osmanlı ordu sistemi hakkında kısıtlı bir bilgiye sahip olanların bile serdengeçtiliğin ne demeye geldiğine ilişkin bir fikri vardır; ‘serden geçen’ öznenin, nasıl olup da bir tuhaf düzmece yalnızlıkla kol kola gezişi ve yalnızlığıyla yaşamak yerine bir ganimetçiye dönüşüşünü anlamaya çalışmak ise bulanık bir görüntü doğurabilir; zira değişim, yenileşme, gelişme, zamana ayak uydurma gibi manevî bir hâle ile sarmalanmış kelimelere korunana karşı söylenecek etkinliği olan bir söylem geliştirmek beyhudedir. Bu yüzden de ülkemizde romanın ya da müziğin bir popülerleşme ivmesi kazanması olgusuna, Ünsal Oskay, Hasan Bülent Kahraman, Oktay Taftalı, Zeki Coşkun gibi birkaç yazar dışında lakaytça görüş beyan etmekten öte ilgi duyulmamıştır. Özellikle son on yılda yaşadığımız değerler yitiminin hızına, ne sosyologların ne de psikologların yetişmesi mümkün görünmemekte; hele de bu hızın içinde reklâmcıların ağaçtan düşen maymuna çevirdikleri yazar, şair takımındansanız elbet konuyu değersiz, yaşanan günün koşulları gereği vs. bulursunuz; değilseniz de “bir gocuntunuz mu var?” denilmesini üzerinize almak durumundasınız demektir. Vaktiyle Osman Cemal Kaygılı türünden avam edebiyatı yapanların değil de, entellektüellikleri kabul görenlerin popülerlikte en ön safta bulunmalarının izahı, hem gayet kolaydır hem de izahı gayri kabil denecek cinsten bir dekadanlığa eğilmeyi içerir ki, böylesi yanlış işleyen bir bilinci irdelemek post-Freudiyen bir emeği gerektirir. Okumaya devam et

Şiirde Odun Kesmek

Heidegger und Gadamer

“Başımızın üstüne bir çatı çatamazsak
nakışları nereye koysak ıslanacak, harap olacak.”

Cahit Zarifoğlu

Batı düşünce geleneğinde düşünen dimağların kendilerinin dışarıdan nasıl algılanmalarını istedikleri sorusu aklımıza düştüğünde, son derece anlamlı bir görüntü ile karşılarız: Odun kesen adamlar. Evet, bunlar odun kesen adamlardır. Elias Canetti’nin profesörü gibi bilmekle körleşmemişlerdir. Hayat, onlar için hayatiyet taşır. Düşünürler, düşerler yani yanılırlar. Ama insan zaten düşünce düşünen bir varlık değil midir? Düştüklerinde, yanıldıklarında tutkuları da belli olur. Başka odun kesenleri kendi edimlerinin çetinliğinden anlama imkânları saklıdır. Bu yüzden de halleri ile zamanlarını aşıp, geçmiş zamanla konuşabilirler; çünkü yaşadıkları zaman çoğu kere onları pek az dinler. Zamanın dışına çıkmak zorunluluk olur. Ahmet Hâşim’in dediği gibi: “Hayat ve vücudun mâniası, muzlim bir duvar gibi yıkıldıktan sonradır ki ruhun beyaz ışıkları semalara vurabilir.” Odun kesen adamlar, bunu pek iyi bilir… Okumaya devam et

Şair, Ruhun Bekçisi*

Yury Lotman

“Aynada bir Pazar günü
Görülen düşte uyunulur,
Ağız gerçeği sayıklar durur.”
Paul Celan

Sabina Spielrein (1885-1942), Ekim Devrimi sonrasının Rusya’sına dair umutlarını dile getirdiği mektuplarından birinde Carl Gustav Jung’u, ‘ruhunun bekçisi’ olarak selamlıyor. Bu selamlamada şairin tüm eylemlerini yeden düşünceyi buluyorum. Şair kendi ruhunun bekçisi olmakla başka ruhların kendiliklerini kavramalarının yolunu işaret ederek onların da ruhlarının bekçisi olmaktadır. Bu hususta eğleşmeden önce bize bu kavrayışı ifade imkânı veren kişiliklere haklarını teslim edelim.
Ailesi, on dokuzunda ağır bir ruhsal bunalım geçiren Speilrein’ı, tedavi edilmek üzere Rusya’dan Zürich’e getiriyor. Speilrein’ın sorumluluğu, Freud’un psikanaliz yöntemini maharetle uygulayan, göz kamaştırıcı kariyerinin henüz başındaki Jung’a veriliyor. Birkaç yıllık bu tedavi süreci ikilinin arasında duygusal bir bağ tesis edince, hem Jung hem de Spielrein için aralarındaki bağı sürdürmenin tinselliği başka tüm boyutlara galebe çalıp çalamamakla yüz yüze geliyor. Tahmin edilebileceği gibi iki kişilik için de derinliklerini kavrayabilecekleri bir travma bu. ‘İyileştikten’ sonra psikoloji eğitim gören Spielrein’ın, doktor Pavel Naoumovich Scheftel ile evlenip Rusya’ya döndüğünü görüyoruz. (1923) Döndükten sonraysa, çocukların erken yaşlarda özgürlüklerini benimsemeye hazırlanmalarının yaşları ilerlediğinde birey olmalarını destekleyecek en önemli dinamik olacağı düşüncesi ile, adını ‘beyaz kreş’ koyduğu anaokulunda çalışmalarını yürüten Speilrein, Lenin’in Rusya için yaptıklarına büyük bir inanç besliyor. Ne var ki Stalin’in iktidara gelişi her şeyi gölgelemeye yetiyor. Yazıları ve çalışmaları engellenen, durmadan kovuşturma geçiren Spielrein ve ailesine İkinci Paylaşım Savaşı’nın vahşeti 1942’de ulaşıyor. Yaşadıkları şehri (Rustov) ele geçiren Naziler, iki kızıyla birlikte Spielrein’ı öldürüyorlar.** Okumaya devam et