“ŞİİR ASIL MECRASINA DÖNDÜ”

şeytanın günlüksüz ırgadıİmtiyaz sahibiCelal Fedai İç Şiir Kitabı Kapak Resmi

“ŞİİR ASIL MECRASINA DÖNDÜ”

Mustafa Fırat: Değerli Celâl, “İç” adını koyduğun şiir kitabın üzerine seninle konuşmak istiyorum. Bu kitabın yayıncısı olduğum için sanırım hemen herkesten önce ben okudum. Üzerinde düşünmeye de fırsatım oldu. Sen yakın bir zamandan beri şiir, edebiyat ve hayat etrafında şekillenen tüm yapıp etmelerini ‘Neo Klasik’ bir tavrın, anlayışın şekillendirdiğini söylemeye başladın. Benim de bu adlandırmada kimi, deyim yerindeyse ‘kışkırtmalarım’ oldu. “İç” şiir kitabın Neo Klasik bir şiir toplamı mıdır?
Celâl Fedai: Neo Klasik bir tavrın ya da anlayışın şiirde, edebiyatta ve hayatta en ‘modern’, yani zamanın gereği tavır olduğunu düşünüyorum. İronik bir şey söylediğimin farkındayım. Klasik bir tavır nasıl olur da en modern bir tavır olur? Sanatın, düşüncenin geldiği bugünkü noktada pekâlâ olur. Hatta bu bir zorunluluktur bugün. Son yirmi otuz yılda düşünmenin, sanatın, hayatın anlamına ilişkin algımız kökenini kaybetti. Şiirde yenilik girişimlerinden gına geldi. Siyasetteki ikiyüzlülük toplumsal hayatımızın gerçeği oldu. Yeniden ‘klasik bir düzen’ tesis etmemiz gerek. Hem şiirde de değil hayatın, toplumun tüm alanlarında bunu yapmak durumundayız. Halimiz bizi zorluyor zaten. Her tür sanatsal yenilik bile bir klasik düzen fikrinin içinden gelişir. Yenilikler o düzenin daha iyileşmesi içindir. Yenilik, bir noktayı bozup bırakmak değildir ki. Önce bozsa da yenilik yapan kişi, sonra orayı âbâd etmek ister.
Ayrıca bunu yeni de düşünmüş değilim. Son on yıldır bu anlayışla yaptım ne yaptımsa. İlk kitabım Şeytanın Günlüksüz Irgadı, ‘Şair İdesi’nin, doğup büyüdüğüm taşra dünyasından yaşamak durumunda kaldığım ülkenin, dünyanın taşrasına taşınıp yaşatılmaya çalışılmasını mesele edindiğim günlerin ürünüdür. Şair’i tanımak istedim. Tanıyınca da çok sevdim. Baktım ki unutulmuş. Hatırlatmak istedim. Hatırlattığım şair kişilik çoklarının işine gelmedi. Ben sanıyordum ki sevilecek… Öyle olmadı. Bu yüzden de şiirim ve düzyazılarım yer yer sertleşmek zorunda kaldı. Ama şunu da -olumlu ya da olumsuz- tespit etmeliyiz. Şiir ve şair idesi açısından öze doğru bir çekilme var. Son otuz yıldır Türkiye’de şiir, mecralarından bir diğerine, belki de ötekine göre daha asıl olan mecrasına, yani ruhsal olanı kavrama alanına döndü.
— “Şiir asıl mecrasına döndü”, derken kastettiğin tam olarak ne? Hem eleştiriyorsun hem de olumladığın yanlar var gibi…
— Evet, haklısın. Aslında karışık değil. Şiir insan teklerinin dünyada bulunuşlarını kavramada onlar için bir refakatçiyse eğer, -ki bunun böyle olduğu yolunda beyanlar pek çoktur- ideolojiler döneminin sona ermesiyle birlikte, şiirin mecralarından bir diğerine, belki de asıl mecrasına çekilmesi kaçınılmazdı. Öyle de oldu. Ancak bu çekilmenin büyük şairleri henüz çıkmadı ya da çıktı da kulaklar hâlâ eski dönemlere ayarlı olduğu için fark edilemiyor. Ruhsal olanı kavrayabilen bir şiir yazanların, derin şairler olduğunu düşünüyorum.
— Şiirin ruhsal olana ilgisi, asıl mecrasına dönmesi bahisleri senin için öncelikli konular olmuş. Şu ‘mecralar meselesi’ üzerinden İç kitabının dünyasına baktığımda, açılan bir yelpazenin daralmasını görüyorum sanki…
— Mecra hususu farklı adlandırılmalarla hep karşımıza çıkar. Aslında temelde şiirin aktığı mecra iki türlü. Şiir, dünyada olup bitenler ile ilgili olarak en başta şair kişiliği uyarır. O da sabah erkenden kalkar ve öteki insan teklerini uyarır. Bunda bir doğallık vardır ama şairler ideolojiler dönemi boyunca, bu uyarma vazifesini yapmaktan ötürü kendilerini peygamber filan sanmaya başladılar. Oysa yaptıkları sadece şiirin bir mecrasında, zamanın gereğinin sorumluluğuyla akmaktan başkası değildi. Türkiye’de şiire başlayan herkes, Nazım Hikmet ya da Necip Fazıl şöhreti, aksiyonu bekler oldu kendinden. 1965’ten sonraki kuşaklarda bu hali daha bir net görürsün. O kuşağın gündemde kalma hırsı, şiirin bir diğer doğal mecrası olan içsel dünyada akmaya uyarlanamadığından ötürü türlü facia görüntüleri doğuruyor bugün. Halkın Dostları’nı çıkaran iki ismin başladığı yere, dünden bugüne yol alışına ve bir de şimdiki hallerine bir bak. Hem şiirlerinde hem de siyasal, toplumsal analizlerinde, geçip giden günlerdeki şöhretin, şair pozunun arayışı var. Uyarma vazifelerini yaparken kendilerini olamayacakları bir görüntü içinde buldular. Bu da hoşlarına gitti. Hep o görüntü devam etsin istiyorlar.
— Bir çeşit kompleks mi bu?
— Sanat nicedir toplumu etkilemiyor. Tek tek bireyleri etkilemek durumunda. Şiirin aslı yanlarından biri, belki de bir bakışa göre asli yanı bu. Şairlerse bunu anlamak istemiyor gibiler. Artık şiir, varoluşunun derdine bir nedenle düşmüş insan teklerine seslenmek durumunda. Ben de bir zaman bunu kabullenmekte güçlük çektim ama zamanla toplum için ya da şairler için yazmak yerine ruhsal dünyama yolculuğumu önemsemeye başladım. Kuşkusuz kimi zaman toplumu, kimi zaman şairleri de uyarmak isteğim oluyor ama yolculuk içedir. Farkındasındır, insanlar coğrafya üzerinde dolaşmaya pek meraklı oldular. Turist, diye bir millet oluşturuldu ki insanlar içlerine gidemesin. Yakın çevremde yürümeyi severim. Tabiatıysa pek çok. Gerekmedikçe dışıma çıkmam. Bu yüzden, ressam dostum Erdoğan Zümrütoğlu, İskeletimde Asılı Meyveler olarak koyduğum kitabımın adının İç olmasını önerdiğinde gülümseyip hemen benimsedim. Tabi bu adda bu kitaptaki şiirlere dair her şey içerilmiş değil. ‘İç’ kadar ‘dış’ın da bir argümantasyona tabi tutulduğunu ehli fark edecektir. Kitap kapağından şiirlerin farklı formlarla ele alınışına kadar bu böyle. Uzatmayayım. Bugün şiir, doğrudan duyularla verilemeyecek derecede ruhsal olanı verme durumuna gelmiştir. Zaman bunu fısıldıyor şaire. Şair ve şiir, insanın ruhsallığına, maneviyatına çekilecek ve oraya çekilmiş okurunu bulacak
— “Bugün”den konuşuyoruz. Yani 2000’li yıllardan… Yoksa daha öncesi mi var dediğin sürecin. Bir de bugün böyle bir ‘çekilme’ var mı? Ben açıkçası göremiyorum.
— Bunu, 1980’lerden bugüne de başlatabiliriz.
— İyi ama şairler bunun ne kadar farkında. Şiirin alabileceği formlar ile ilgili sürekli arayışlar var. Bu da senin söz ettiğin şiirin aktığı toplumsal mecradan içsel olana geçişte, şairler arasında bir isteksizlik olduğunu göstermiyor mu?
— Schopenhauer’ın sanatta sıradanlık ve seçkinlik bağlamında söylediklerini hatırlamak, sana da bana da bu konuda sükûnet verebilir.
–Şairleri sanatın araçlarıyla oynamaya yönelten itkiden mi söz ediyorsun?
— Evet. Şairin, amacına dair uygun bir bilgiye sahip olmadan şiirin araçlarıyla canının istediği gibi oynamasını Schopenhauer, acemiliğe dahası beceriksizliğe bağlıyor. Hatta bunun has bir şair ile beceriksizi ayırt eden bir nitelik olduğunu söylüyor. Çünkü daha şiirin başında düşünce devreye giriyor. Sezgi, imgelem baskılanmış oluyor. Oysa Neo Klasik şiir, bir tavırdan ibaret. Öze ilişkin bir hatırlatma. Sonrasında şair özgür. Baskılayıcı bir kuram yok. Ben başından beri bunları hatırlayıp eyleyen ve yazarak hatırlatan olmaya çalıştım. Dediğim gibi ben ‘şair ve şiir idesini’ hatırlatıyorum.
– Şair, senin anladığından, hatırlattığından farklı olarak ne sanılıyor…
— Aydınlanma düşüncesi dünya için bir felaket olmaya devam ediyor. En kanlı savaşları, bu düşüncenin doğurduğu hümanizm sapkınlığı ve diğer ideolojiler üretti. Hâlâ da üretiyor. Yeryüzünü mahvediyorlar. İnsanlığın tüm birikimi, Garaudy’nin deyimiyle ‘insanlığın medeniyet destanı’, büyük oranda yok edildi. Tüm vicdan sahipleri buna itiraz etti. Şairler yirminci yüzyıl boyunca buna itiraz ettiler. İkinci Paylaşım Savaşı’ndan sonraysa itirazlar azaldı. Şiiri, bilimi, felsefeyi bir din haline getiren hümanizm, bu alanları son elli yıldır, müthiş bir maharetle pasifize etti. Nasıl dinlerse bunlar, hiçbir işlevleri kalmadı. Bugün şairlerin büyük çoğunluğu, şiirin kendileri için bile boş bir oyalanma olma haline düştüğünü göremeyecek kadar kendilerinden, yaptıklarından bihaberler
— İyi de Batı düşüncesi hâlâ göklere çıkarılıyor ve aslında buna da ihtiyacı yok. O derece de nobranlaştı. Dünyayı yöneten onlar, diye de herkes peşlerinde değil mi?
— Ben Batı düşüncesini yerlere batırmak derdinde değilim. Bununla uğraşmaya değmez. Hem zaten bizzat kendi içinden bunu nefis yapanlar var. İnsanların ideallerine değil sıradan insanların en hayvani eğilimlerine, nefslerine seslenerek hayatta kalan bir düşünce bu. İnsanlığa, bu düşüncenin verimlerinin bir serinlik veremediğini söylüyorum.
— Nedeni ne sence bunun? Batılı ve Doğulu zihin işleyişinin ayrımını yaparsan yani, ne dersin…
— Batılılar, biliyorsun Kilise kurumundan çok çekti. Hümanizmden beri fert fert dünyaya kendilerinin bir anlam yüklemesi gerektiğine inanarak yol almaya başladılar. Bunu önce felsefeyi bilgelik sevgisinden, yani hayattan tümden koparıp dar bir alana sıkıştıran filozoflar yaptılar. Spinoza’dan sonra Batı felsefesi açık bir şekilde bu yolda ilerledi. ‘Büyük işler’ yapmış olabilirler kimilerine göre ama bana göre bir serinlik yoktur ne Hegel de ne de ne bileyim Wittgenstein’da. Her şey spekülasyondan ibarettir. Benim hoşuma gidiyor doğrusu ama yörüngemin ne olduğunun bilincindeyim ben. Neyse… Filozofların peşinden yazarlar, şairler, ressamlar, müzisyenler devam etti. Bach’tan sonraki Batı musikisi için ağıt yakan Adolf von Grolman haklıdır. Resim sanatının hali de malum. Günün ressamları Van Gogh’un adını nasıl ağızlarına alıyorlar bilemiyorum. Özetle bu insanların dünyaya kendilerince bir anlam yüklemek istemeleri edebi, düşünsel, siyasal akımları ideolojileri doğurdu. En son siyasetçiler kervana katıldılar ve onlar da kendi dünya tasarımlarını başka insanlara, milletlere dayattılar. Şimdilerde postmodern zamanlarda bunu sıradan insanlar da yapıyor. Edepsizce internette kendi fetiş nesnesine dönüştürdükleri benliklerini teşhire çıkarıyorlar.
İşin kötüsü bu hastalık Müslümanları da Hintlileri de Çinlileri de sardı. Slumdog Millionaire filmi Hindistan açısından bu kara tablonun tam bir örneği. Ama Ayşe Şasa Hanımefendiden öğrendiğime göre Semih Kaplanoğlu’nun Bal filmine Berlin’de genç bir papaz hayli ilgi göstermiş. O, bu durumu, insani hallere kayıtsız kalamama, bu hallere bir çeşit muhtaçlık olarak yorumluyor. Dikkate değer bir tespit. Bu yoruma katılıyorum. Bizse o halleri doğallıkla yaşıyoruz. Lakin terk etmeye hevesli bir genç kuşak var. Bana kalırsa bir Müslüman’a dünyanın, hayatın, sanatın anlamı verilmiştir. O, bunları aramakla oyalanmaz. Yolu buraya kadar değil bundan sonradır. Bu yüzden de onun yazdıkları bugün için kolay anlaşılır şeyler değildir. Öyle gelir insanlara. Kendimi yontulmuş bir heykel gibi görüyorum. Neden daha da yontmaya uğraşayım. Yürür giderim. Özgür olurum, yontulduğumu bilerek.
Özetle fark bu, bizler dünyaya anlam yüklemeyiz, dünyayı anlamaya çalışırız. Batılılar bir anlam yüklemek için başkalarıyla, kendileriyle çatışır dururlar. Modern dünyadaki çatışma fikrinin de kökeni budur. George Simmel’in izahında da bunu bulabilirsin.
–İmtiyaz Sahibi kitabındaki ‘imtiyaz’ bu son dediğini fark eden şaire mi ait.
–İmtiyaz Sahibi, bir şiirsel dramdır. Sahnelenmek ister. Zaten okunduğunda, okurdan ayağa kalkıp beş farklı dona bürünmesini bekler. Tabii şizofren olmamayı başarmak gerek. Türkiye’nin bugününde, inancını insanlığa bir kurtuluş olarak sunma erdemine sahip olmak isteyenler için o kitap, bir çağdaş Dede Korkut hikâyesidir. İşaret ettiğinde hakkın var. Hikâyede kendini bulmaya çalışanlar bana göre bugünün dünyasında bir ‘imtiyaz’a sahiptirler. İnsanları kucaklayacak kolları vardır. Şiiri ve düşünceyi fetişleştirmezler.
— Neo Klasik tavır, anlayış, şu halde hümanist bir tavır olmuyor mu?
— Asla değil. Aksine Neo Klasik anlayış layık olduğu değerin aslının, gerçeğinin insana, şiire, bilime verilmesidir. Şiirin bir din haline getirilmesi değildir. Şiir, şiirdir. Şairler için de dinin yerini tutamaz. Ama kuşkusuz çok değerli bir refakatçidir yanı başımızda.
— Ama tutuyor işte… Dindar şairler bile şiiri kendilerine din haline getirebildi. Hatta şairliklerinden kendilerini neredeyse peygamber gibi bir öncü görülsün, diye de bekler oluyorlar. Dahası da var “İslam şiire karışmaz” da deniyor. Dışarıdan bakan biri olarak söylüyorum. Şiiri bir serbest atış alanı olarak görme eğilimi, İslami duyarlığı olan şairler arasında yaygın epeyce…
— Böyleleri şairlik pozuna fena halde kapılmış olanlar. Şiiri rejenere edebilecek bir yetenekleri, emekleri olmadığı için kolay olanı seçiyorlar. Modern şiirin yolundan gittiler önce. Şimdilerdeyse postmodern zamanlarla başları dönmüş olarak şiir yazıyorlar. Neo Klasik anlayış yalnızlık, yalınlık gerektiriyor. Dediklerin yalnız kalamazlar. Dışlama, dolayısıyla yaşanan zamandan dışlanma gerek bize. Parmak ile Boyanmış, bu yüzden böylelerinin en çok unutmak istedikleri kitabım oldu. Oradaki Na’t, tüm söylediklerimi ifadeye yeter.
— Özetle sen, “İç”ten önce de Neo Klasik bir anlayış içinde olduğunu söylüyorsun.
— Elbette. Suyu Seveni Derin Batırın Irmağa’daki emek kendini belli etmiyor mu. Spekülatörlere Karşı Şiiri Savunmak’ta neden bu kadar sert olmak zorunda kaldım. Sevgili Fırat, dünyanın her devrinde yangınlar oldu. Bu çağınki gezegen düzeyinde. Bu yüzden de her inançtan vicdan sahibi yangına işaret etmeli. Böylelerinin inancını ben, kendi inancım biliyorum. Tabii ki inancımın farkındayım ama dediğin gibi Müslüman duyarlıklı olanların hali de ortada. Amerika’ya küfrederken ondan bir farkları da yok. Hem onlar gibi şiir yazıyorlar hem de onlara söverek prim yapma derdindeler. Neo Klasik tavır, en çok, gelenekçi bir zihin işleyişine sahip olanlarla sorunlu bu nedenle. İnancının gerektirdiği estetik için çalışmayanlara tahammül edemiyorum. Ondan nemalanan uyuşuk, tutkusuzlara da…
— “İç”te de sertliğin devam ediyor…
— Senin de nedense hep bu şiirlerim dikkatini çekiyor. Kitabın ilk şiiri Buğdaya Güzelleme ile açılan ilk bölümü konuşmak isterim söz gelimi. O bölümde sertlik yok.
— Tamam, oradan başlayalım. Bu ilk bölüm, yalın. Hem de çok. Gerçekten meselen ya da kendi başına ‘mesele’ bu kadar yalın mı?
— Şairler, yazarlar kişisel hayatlarındaki sorunlardan beslenme kolaycılığını sanatın temeli gibi sunmakta çok başarılı oldular. Bu kolaycılığa kapılmamaya çalışıyorum. Yazdığım şiir, gerçek bir tohum olsun istiyorum. Gerçek bir tohumun toprakta da topraktan çıktıktan sonra da işi hayli zordur. Birçok tohum toprak altında kalır ve gübre olur. Benimkilerden de olacak var. Belki de pek çok. Ama olsun. Çocukluğumda türlü meyvesi olan bir bahçe kurmak istedim hep. Sonra meyvesi olmayan ama insanların soluduğu havaya katkısı olan ağaçlıkları da sevdim. Fidanlıklarıysa tarifsiz sevdim. Kitabın ilk bölümü insanları yalın, yalnız zamanlarında kendi hallerine bakıp gülümsemeleri gibi bir etki taşıyor bende.

— Kime gülümsüyorsun? Şiirlerde sanki bir başkası var…
— İlk şiirimden beri o hep vardı. Bir alter-ego belki. İçimdeki közün köz olarak kalabilmesi ona bağlı belki de. Fakat burada şuna dikkat etmeli, şiirin argümantasyonla ilgili yanları izleklerle, yani içle sınırlı değil.
— Ya duygu boyutu. İnsana derinden etki bırakıyor…
— Etki duygudan değil maneviyattan, ruhsallıktan, tinsel boyuttan. Duygusallığın ruhla bağlantılı gelişmesi gerek, yoksa maneviyatı zedeler. Onca berbat aşk şiiri bu yüzdendir. Duygusallık insanı sakatlayabilir pekâlâ. Gerçek maneviyat duygusallıktan öteye geçer. İç’in ilk bölümüne bu yüzden İskeletimde Asılı Meyveler adını koydum. Meyvesi tam olgunlaşan nar ağaçları tüm yapraklarını döker. Sonra narlar çatlar. Üstünde meyveler yüklü bir iskelete dönüşür ağaç.
– Sonra onları kuşlar yer… Günün şairlerinin pek hoşuna gitmeyecek bu yalın şiirler. Bunu biliyorsun değil mi?
— Kişiliğim çağımla şekillendi. Yazdığım şiir de öyle oluyor. Bal filmini alkışlayan papazlar kadar da olamayan şairler için yazmıyorum ki sevmelerini bekleyeyim. Saf bir inançla hareket etmeye çalışıyorum.
–Anselm Kiefer’in resimlerinde entelektüellik de düş gücü de iç içe. Sen bunu önemsiyorsun. Yani hem bilgi hem de düş gücünün yalınca birleşimi. Bu yüzden kitap kapaklarında da o var. İç’i olgunlaşmış, açılmış ayçiçeklerinden bir gemi.
— Kiefer sevdiğim bir ressam. Enstalasyona benzer işler yaptığında da tuval resminin etkisi oluyor. Sinemanın hiçbir şekilde ruhsal olan için kullanılamayacağını düşündüm uzun bir süre. Fotoğrafa da sinemaya da mesafeliydim. Laf aramızda hâlâ biraz öyleyim. Tarkovski sinemayı sevdirdi bana. Pek çoklarının üzerindeki etkisinden başka bir etkisi oldu bende. Basit bir etki belki. Sevdirme gibi. Kiefer de enstalasyon fikrine yaklaştırdı.
— Çokça armağan veriyorsun şiirle. Hendrick Bloemaert mesela. Kışa Dair Alegori resmine bir karşılık vermişsin. Yine Van Gogh’un Öğle İstirahati resmine ve Cinuçen Tankıkorur’un Tarla Dönüşü bestesine.
— Bunlar ithaf şiirleri değil. Şiirin varlık bulduğu alanlara ilişkin işaretler. Fakat yukarıda da dediğim gibi, bu şiirlerin argümantasyonla ilgili yanları içerikle sınırlı değil. Cinuçen Tanrıkorur’un Tarla Dönüşü bestesi dinlediğimizde, çalışmanın yöneldiği ereği derinden algılarız ama müzik sadece bu değildir.
— Çalışma sonrası evine sırtında tırpanla dönen kişiyi, Azrail’le yüz yüze getirmişsin. Azrail’in elinde tırpanla muhatabını karşılayan resimlerini düşününce hayli ilginç bir karşılaşma.
— Şimdi Hazreti Azrail nasıl adamın canını alacak diyorsun. Üstelik de kızcağızı da yanındayken…
— Güzel ölüm olmalı. Kız için çok teskin edici bir durum var babanın halinde. Ölüm üzerine ne düşünüyorsun?
— Ahkâm kesebilecek bir konu değil. Korkmuyorum ama endişeliyim halimden. Yaptıklarım, yani şiir yazmam, şiirin ve şairin mahiyetini hatırlatmaya çalışmam beni kurtarır mı bilmiyorum. Sorumluluğumun şiirle, edebiyatla, sanatla, düşünceyle ilgili olduğunu fark ettiğimden beri bu alanlara emek verip duruyorum. İnancımın yapmamı istediği şeyleri sezip en güzel şekilde yapmaya çalışıyorum. Şiir beğenim zamana uygun değil belki ama zamanın dışında bir seyir benimkisi.
— Evet, bence de şiir beğenin zamana ‘uygun’ değil. Klasik biraz da bu demek ama… Gönlünü almış olayım. Bir de şiirinin sert şekli var… İç’in ikinci bölüm şiirleri: Otu Çöpten Ayır…
— Lafı istediğin yere sonunda getirdin.
– Son yıllarda şiirimizdeki en canlı, otantik çıkışlar, görüşler, hareketler senden geliyor. Bunun deşilmesi gerek bence. Şimdi, şairler ve züppeler meselesi… Hece’nin züppelikle ilgili bir sayısında, Jung’un anlattığı bir meselden yardım alarak şair ile züppeyi ayırmıştın. Bir yaşlı bilge sıkıntısının derinliğinden kendini bir mağaraya kapatıyordu. Neden sonra mağara duvarına bir yuvarlak, içine de artıya benzer bir şeyler çiziyordu. Öğrencileri de onu takip edip aynı şeyi yapıyordu. Sen bilgenin halini şaire, ötekileri de züppeye örnek verdin. Ama züppelerin de şair olabilme ihtimali olduğunu es geçmedin. O halde bu derece sert olmasan daha iyi değil mi? Madem değişme ihtimalleri var…
— Kitabın ikinci bölümünde yeryüzünün Türkiyelileri için bir para tasarımı var. Tasarlanan para da Türkiyeliler gibi ikiyüzlü. Paradoksal şekilde. Madeni bir para. İlk yüzde martı kuyruğunda kanla beslenen bir ispinoz kuşu kabartması; ikinci yüzdeyse unutma seansına gelmişlerin yer kavgası var. Halimiz buysa ben ne yapayım… Türkiye’de bir siyasetçi tipi var. İşi gücü ülkeyi bir şekilde pazarlamak. Tanzimat’ın devamı günler yaşıyoruz. Gençlerini bizim gibi sınavlarla aptala dönüştüren başka bir ülke tarihte yoktur. Onlara en ufak bir gelecek hazırladığımız yok. Fabrikalar, atölyeler kurmuyoruz. Dünya insanına sunduğumuz bir hizmet de yok. Herhangi bir kitapevine gittiğimizde oranın yarısının sınav kitaplarına ayrıldığını görüyoruz. Uykuların kaçması gerek. Ama ne güzel göz boyacılığı yapılıyor işte.
— Sözünü ettiğin şiir Türkiye ve Dünya siyasetinin şarlatan yanını gözler önüne nefis şekilde seriyor. Buna katılıyorum. Son yıllarda böyle politik bir şiir yazılmıyordu. Sen birbirinden farklı şiirler deniyorsun sık sık…
— Farklı şiirler değil de bir şiirin farklı sesleri, edaları, formları diyelim.
— Bahis geçmeden şunu da sormuş olayım. Yeryüzünün Türkiyelileri İçin İkiyüzlü Para Tasarımı’ndaki gibi mi gerçekten Türkiye’nin hali… Gazetelere hapsolmuş bir toplum. Liberalleşmenin tuzağına düşürülen Müslümanlar, Kürtlüklerini kazanmak isterken Müslümanlığına veda etiğinin farkında olmayan Kürtler, hâlâ aynı eda ile ‘uluyan’ Türkler ve başka görüntüler…
— Osmanlının Müslüman coğrafyasının hangi tezgâhlarla parçalandığını unutmuş gibiyiz. Bu parçalanma, o coğrafyaların sadece sömürülmesi neticesini doğurdu. Halk aptallaştırıldı. Aşiret reisleri başbakan oldu. Bugün de aynı planlar yürürlükte. Kürtlerin Türklerle olan kardeşliği, onlara türlü vaatler yapılarak bozulmak isteniyor. Son yüzyıl tarihini biraz bilen her Kürt bunu fark edebilir. Ne yazık ki fark edemeyenler pek çok. Bilhassa gençler. Yaşlılardansa kimileri Müslümanlıklarını bile gizli bir Kürtçülüğün maskesi yapabiliyorlar. Bunu vaktiyle Türkler de yaptı. Neyse ki onlarda bu hal epeyce azaldı. Bunlar yaşanacak ve olması gerekeni umarım bulacak. Hangi milletten olursak olalım, dünyada olup biten büyük resmi göremiyorsak sadece manipüle ediliriz. Bugün de olan bu. Irkçılığın başladığı yerde İslam da birleştirici olamıyor. Bence insanlar arasındaki ayırıcı vasıf, dünyada olup bitene dair bir bilince sahip olmaktadır. Araplar, Rumlar ve Ermenilerle birlikte yaşama şansımızı kaybettiren ‘nedenler’, bugün de yürürlükte. Bunu doğru görmek gerek. Türkiye’de, senin sözünü ettiğin liberaller, sadece bu ‘nedenler’in yürütücüleridir. Onlar her çevreye, karşı çevreyi gösterip haklarından, haklarının çiğnenmesinden, özgürlüklerini kullanmalarından dem vururlar. Bu manada bir tutum, liberallik değil başka bir şeydir. Türkiye’de liberal düşünceye ihtiyaç yoktur. Biz zaten liberal bir toplumuz. Entellerin televizyonlardaki, gazetelerdeki liberal pozları gülünç geliyor bana. Devlet örgütlenmesindeki jakoben yapılanmanın hukuka yansıyan boyutları da ülke insanı için bir normalleşme getirdiğinde, daha da iyi olabilir. Bizdeki devlet örgütlenmesi toplumun her çevresi için kabzedici çünkü. Bizler buna yıllardır tahammül gösteriyoruz. Endişem, bizim de zaten düşük düzeyde seyreden varoluşumuz, iyice gevşeyen bağlarımız, liberalleşmenin içi kapitalizm için boşaltılmış sözde hoşgörüsünden iyice bozulmasına dair. Tek derdi yeni yeni sömürü yolları keşfetmek olanların farkına varmak gerek. Bugün Kürtlerde bir heyecan var. Bunun akılla tarihi rolüne döndürülmesi gerek. Kürtlerin tarihi rolü de Türklerle aynı. Nasıl başladıysa öyle yani. Zulme karşı mücadele etmek. Gerektiğinde feragatler de bulunmak. Ben Türk’üm ama bu tarihi rol noktasında kendimi Kürt de sayarım ve öyle yapılmasını da kardeşlerimden beklerim. Daha geniş bir mesele bağlamında ‘tarihi kader’ de diyor buna, Daryûş Şâyegân. Rahat yaşamı için kendini ortadan kaldıran hiçbir toplum bir benlik kuramaz. Bizim için en büyük tuzak, bugün için, rahat yaşam isteğimizdir. Tabii bu yeryüzü çapında bir sorun. Almanlar için de aynı sorun geçerli. Dünyaya karşı kayıtsızlar. Avrupa Birliği bu kayıtsızlığın adıdır.
— Şiirlerindeki ‘yeryüzü’ fikri buradan mı doğuyor. “Yeryüzü, seni kendi ellerimle seviyorum/ Param kıt, zamanım kıt/ Mekânında yer tutmak istemem./ Çayımı içip gideceğim…/ Bu kalpazan/ Şarlatan/ Şaklaban/ Kabartmalı/ Kalp kuruştan/ Sil çehremi./ Ben bir ruhum/ Korkumu ver ellerimdeki maden kokusuna/ Ve geri al zavallı gölgemi.” diyorsun.
— Tüm dünyaya doğal olmayan meyveleri, sebzeleri tohumlarını yok ederek pazarlayanlar, şimdi bir başka aldatmacayla bu defa organik tarım diye bir şeyi pazarlıyorlar. Önce zehirli tarım ilaçlarını kullandırıp sonra da onlardan sebze, meyveleri suda yıkamanın temizlik maddesini satıyorlar. Koca bir kışı domuz gribi safsatasıyla nasıl geçirdiğimizi nasıl da unuttuk. Bu nasıl bir alıklık… Yalana teslimiz ama asıl teslim olmamız gereken yerde benliğimiz kabarıyor. Dünya insanı demokrasi yalanı ile seçtikleri eliyle uyutuluyor.
— Yakıcı bir bahis… Elden fazla bir şey gelmiyor…“İç” boyunca şiirde ses tonunun, formun değişmesinden konuştuk. Ses tonunda beş altı farklı türde farklılaşma var. Aynı şekilde zihin işleyişinde de beş altı türde farklılık da söz konusu. İskeletimde Asılı Meyveler şiirinde bunların hepsini topluca görmek mümkün.
— Bunları yürüyüş ritmi gibi düşünüyorum. Sanki kafamda bir mesele var ve bu mesele ile yürüyüşe çıkmışım. İçimdeki, kafamdaki bana refakat ediyor ve yürüyüş ritmim ona uyuyor. Şiir kitaplarımın hiçbiri birbirine benzemez bu yüzden. Dünyayı anlamakla meşgulken kendi nefesimi, nefsimi de anlıyor, tanıyorum. Dolayısıyla benden çıkan ses, eda farklı tonda ve formda oluyor ama toplasan sonsuz çeşitlikte değil elbette. Hatta belki on formla sınırlıdır.
— “Pareler” adını verdiğin yeni bir yolculuğa başlamışsın…
— Evet, bunlar küçük yürüyüşler. Bir görüntüden, anlık bir şakımadan yürümeye başlıyorum. İlk kez kurgusallığı ağır basan bir yürüyüşüm olacak. 99 pare yazacağım. Üç tane 33 parelik bölüm olacak. Dördünü yazdım bile.
— İmamesi de olacak mı?
— İmamesi dikkat çekici derecede olan tespihleri pek sevmem. Tinselliğe senin de kapın kapalı mı? Sorundan öyle anlaşılıyor. Kapalı olmak, havalı bir şey oluyor değil mi?
— Değil, yani ne kapalıyım ne de bunun havalı oluşu umurumda ama senden uzun bir Deli Dumrul yürüyüşü beklerken kısa yürüyüşlerden bahsediyorsun.
–Yapıp ettiklerimle sence kime benziyorum?
— O Halde böyle olmaktan çık ki bu şiiri senden okuyabilelim.
— Şimdilik elimde “İç” var.
— Kendi adıma bunun için ve bu söyleşi için sana teşekkür ederim Celâl. Ne diyordun Tarla Dönüşü şiirinde, onu şiire uyarlayayım: “Şiir ruhun şad olsun…”
— Umarım öyle olur. Ben teşekkür ederim.

Yirminci Yüzyıl Batı Resim ve Müziği

kiefer-Sol-Invictus286ouv

‘Bozuluş’tan ‘Oluş’ çıkarmak:
Yirminci Yüzyıl Batı Resim ve Müziği

Sanatın ‘oluş’ içinde mi yoksa ‘bozuluş’ içinde mi ilerlediği sorusu yirminci yüzyıla has bir soru değil kuşkusuz. Bu yüzyıldan önce de sanatçılar sanatın doğasının her doğa gibi bozulabileceğinin farkındaydılar. Fakat bu ‘doğa’nın bozulması, bir kişinin hastalanmasından çok daha fazla tedirgin ediyordu onları. Çünkü biliniyordu ki sanat alanlarından herhangi birinde oluşabilecek bir ‘bozulma’, o sanat alanıyla sınırlı kalmayacak, başka alanlara da geçecektir. Sanatın ‘oluş’tan ‘bozuluş’a doğru evrilmesi, onu eyleyen insandan başlayarak yayılacaktır. Giderek tüm toplum bu ‘bozuluş’tan nasibini alacaktır. Ananda Coomaraswamy, “Sanatın Tabiatındaki Başkalaşım” adlı çalışmasında, esasını kaybederek görünene yönelen Batı sanatına işaret eder.[1] Ona göre birlikten uzaklaşan Batı sanatının Doğu sanatını anlaması artık son derece güçleşmiştir. Siyaset ve hayat alanında Coomaraswamy’nin tespiti doğrudur. Doğası başkalaşım geçiren Batı dünyası, Doğu dünyasının hayatını anlamak istemeyecektir giderek. İstediği tek şey, bu dünyayı kolonize etmektir. Konumuz bu olmadığı için üzerinde durmayacağımız bu hususun sanat ile bağını yine de hatırlatmak isteriz. Coomaraswamy’nin anlattığı Doğu sanatı da yaşadığımız şu günlerde, ‘oluş’ mantığı ile gelişmeyi değil ‘bozuluş’ mantığı ile ‘ilerleme’yi hedefler olmuştur. Bu nedenle de sanatın her alanında ‘ilginçlik’, ‘şaşırtıcılık’ söylemleri Müslüman duyarlıklı sanatçıları da sarıp sarmalamaktadır. Popülist olma, popülist olanın akıl işleyişine yönelme gibi tercihlerse işin daha vahim bir noktaya geldiğini açıkça ortaya koymaktadır. ‘Bozuluşa’a yönelen Batı sanatı, ‘oluş’la gelişmeyi tercih eden Doğu sanatını da kendine benzetmiştir.

 Bach ve Karlheinz Stockhausen

Batı sanatında ‘bozuluş’ ne zaman başlamıştır? Adolf von Grolman, Musiki ve İnsan Ruhu[2] adlı eserinde bu ‘bozuluş’un Batı müziğinde J. S. Bach’tan sonra başladığı görüşündedir. Grolman’ın Bach için şu söyledikleri, insan teklerinin tercihleri ile müziğe, aşka ve ruhlarına yaklaştıklarının ya da onlardan uzaklaştıklarının ifadesidir: “[Bach’ın] mukadderatına hâkim olan harmoni, bu dünyaya ait hayat melodilerine üstündü.” Sanatçı kişilik, tercihi sayesinde, dünyada sürüp giden melodiye galebe çalmakta, mukadderatının harmonisiyle sanatına da özerkliğini vermektedir. Çünkü yine Grolman’ın ifadesiyle: “Ya ruhumuz tam bir hürriyet içinde kanatlanır yahut bir sahne musikisi hayatımızın hadiselerine yön verir.” Grolman, Bach’tan sonra Batı müziğinin tinsel yörüngesinden saptığı görüşündedir. Çünkü sanatçılar, sanatçılara has yalnızlıklarını terk etmişlerdir. Kadim zamanlardan beri olmayan bir şey değildir bu. Ancak öylesine yaygınlık kazanmıştır ki sanatçı kişilik, ona doğası içinde kendisini bahşedeceği ‘yeniliği’ kolayca elde etmeyi ister olmuştur. Aynı şeyi isteyen onlarca kişinin oluşturacağı atmosferi bir düşünün… Sanatın doğasındaki ‘bozuluş’tur bu: Sanatçı kişiliğin doğasındaki bozuluş. Fakat ‘bozuluş’ ne kadar yaygın olursa olsun esasın özüne, kimi bakımlardan yakın duranlar da olacaktır. Elektronik müzik ile adı özdeşleşen Karlheinz Stockhausen bu isimlerden biridir.

Elektronik müzik, birçok açıdan Batı müziğinin ‘sapma’larından biri olarak görülebilir. Bu müziğin günümüzdeki öncülerinden Karlheinz Stockhausen’e, 11 Eylül saldırıları ile ilgili fikri sorulduğunda: “Bütün kozmosta mümkün olan en büyük sanat eseri” demiş ve teröristlere hayranlığını gizlemeden eklemişti: “Müzikte hayal dahi edemeyeceğimiz şeyi tek perdede gerçekleştirdiler.”[3] Stockhausen’in konserleri bu sözlerinden ötürü iptal edildi. Hatta piyanist kızı bundan sonra Stockhausen soyadını kullanmayacağını basına açıkladı. Stockhausen, kendi müziğinin mantığı açısından son derece esaslı bir fikir ortaya koymuştu. Üstelik başına gelecekleri önceden sezerek, insanların söylediklerini anlayamayacağı için gazetecilerden onları yayımlamamalarını rica etmişti. Tabii bu olmadı. Ve teşhir ve ifşa çağında yaşayan bizler, modern şiirin en başında duran Edgar Allen Poe’nun, bir yandan modern insanın barbarlığını dışlayıp yeren bir yandan da aynı barbarlığı kendi yaptığı pervasızlıklara dayanak yapan haline, bu misalle bir kez daha dönüverdik.[4] Modern hayat, elektronik müziğe yol vermişti ama şimdi ondan kendini inkâr etmesini istiyordu. Elektronik müzik modern hayatın barbarlığındaki seslerle akrabaydı ve öyle görünüyordu ki bu seslerin içinden çıkan seslerle çıktığı yeri dışlayabilecek bir tinselliğe ulaşmıştı. Onun bu hali, teşhir ve ifşa çağının hoşuna gitmiyordu. Başa dönersek, Grolman’ın izahına uyarak düşündüğümüzde, Batı müziğinin yörüngesinde Bach’tan sonra oluşan sapmalar arasına katabileceğimiz elektronik müzik, bir ‘sapma’ olmasına karşın, öyle bir tinsellikten vaaz ediyordu ki, Grolman yaşasa alkışlamaktan kendini alamazdı sanırım. Stockhausen, sanattan beklediği dönüştürücü etkiyi bu terörist saldırıda bulmuştu. Birçokları ona deli diyordur eminim bu beklentisi için. Bu ve bunun gibi başka spekülasyonlar değil bizi ilgilendiren. Görmemiz gereken zaten açıkça görülüyor: Poe’nun tavrının ilk yarısı doğru ikinci yarısı yanlıştı. Modern sanat, modern hayatı yermekle haklıydı ancak kendisi modern hayat algısıyla bir sanat kurarken çoktan modern dünyanın kapitalist döngüsünce iç edilmişti. Modern şiir Poe hayranı Baudelaire ve diğerleri üzerinden ilerleyip postmodern evresine ulaştı. Müzikte, resimde benzer süreçler yaşandı. Bu arada birçok isim bir yandan modern hayatı eleştirdi bir yandan onun tarafından kullanıldı. Pek az sanatçı bu paradoksu görüp bütünüyle dışlama gücü gösterebildi. Kendi dağının doruğunda soğuğu, yüksekliği, yalnızlığı, düşü, düşünceyi; pek az sanatçı, sanatın asıl yörüngesinde kalarak duyumsayıp hatırlatabildi. Büyük sıfatını hak eden birçok ressam, müzisyen, şair bunu yapamadı, çünkü teşhir ve ifşa çağının sundukları reddedilir gibi değildi. Göz önünde olmak, konuşulmak, çoktan kabul edilmiş sanatçı zaafları değil miydi?

Grolman’ın Bach’ın kişiliğinde olmadığını ısrarla belirttiği bu ‘zaaf’, Batı müziğindeki ‘oluş’u, ‘bozuluşa’ doğru yöneltti. Kuşkusuz, Bach sonrasındaki her müzisyen bir ‘bozuluş’un ifadesi değildir. Sanatta bireysel edaları benimsemek, ‘bozuluş’ demek değildir. Ancak, sanırız sanatçıların modern dönemle kaybetmeye başladıkları şey yeterince açıktır: Kişilik. Postmodern dönem, sanatçıların kaybettiklerini geri kazandıkları bir zaman dilimi olabilecek midir? Asıl sorulması gereken soru kanımca bu.

 Frenhofer mi Picasso mu?

Balzac’ın Meçhul Şaheser[5] romanında anlattığı ressam kişilik için Picasso’nun “O, benim” dediği söylenir. Nitekim bu roman için birçok desen yapmıştır Picasso. Meçhul Şaheser’in, Batı sanatında ressam kişiliğin bulanıklaşmaya başladığı bir dönemde yazılmış olması durduk yere değildir. Balzac, Frenhofer karakteriyle, sanatının doğasını kendi doğasından ayırmayan kadim ressam kişiliği hatırlatır çağdaşlarına. İnsanların donmuş beğenisine, bir bozuluş ile değil onlarca yılın ve emeğin içinde mayalanan bir oluşla karşılık verebilen bir ressamdır Frenhofer. “Kavgacı Güzel” isimli tablosundan herkes merakla konuşmaktadır. Bir gün genç bir ressamın, sevgilisiyle birlikte üstadın atölyesine yolu düşer. Genç ressamın güzel sevgilisi öylesine güzeldir… Genç ressamınsa derdi üstad Frenhofer’in yaptığı ve kimselere göstermediği tablodadır. Bu uğurda sevgilisinin Frenhofer’e modellik yapmasına rıza gösterir. Genç kadın, kendini, ressam sevgilisinin resim aşkı uğruna istediği şeye feda eder. Üstadın resmini yapmasına rıza gösterir. Mesele de zaten buradadır. Genç ressamın sevgilisine duyduğu aşk, ondaki bir başka isteğin içinde erimiştir. Aşk, eriyip gidince sanata da çekilip gitmek düşecektir. Üstad Frenhofer, sözünü tutar ve o karanlık atölyesinde sakladığı “Kavgacı Güzel” tablosunu genç ressama gösterir. İşe bakın ki tablo Mona Lisa benzeri bir portre değildir. Figürasyon da yoktur zaten. Yaşanan tam bir hayal kırıklığıdır genç ressam açısından. Üstad Frenhofer’se sakladığı başyapıtı göstermekle, sevgilisinin tablosunun yapılmasına resim aşkına rıza gösteren genç ressamın durumuna düşer. Gece atölyesinde çıkan yangında her şeyiyle ölür gider. Ateş ve küller kalmıştır iki aşktan da. Genç ressam, resme duyduğu aşkın bozulmuş cinsi yüzünden kendisine büyük bir aşkla bağlı sevgilisini kaybeder. Frenhofer’se aşkla bağlı olduğu resmini anlamayan gözlere açmakla aynı sevgiden kopar. Bu, onu hayattan da koparacaktır.

b_MECHUL_SAHESER

Meçhul Şaheser’i baştan sona desenlemişe benzeyen Picasso, belli ki kendini üstad Frenhofer’e benzetmektedir. O değilse bile, onun gibi olmak istemektedir. Yirminci yüzyılın en çok tanınan, para kazanan ismidir Picasso. Ressamlar onun şöhretine, kazancına erişmeyi düşlemişlerdir. Ama bakın Picasso, Giovanni Papini’ye verdiği bir mülakatta bir ressam olarak kendi durumu için ne söylemektedir: “Zevk-i selîm sahipleri, zenginler, aylaklar ve düşünürlerin hepsi sanatta yeni, ölçüsüz, rezaletvâri bir şeyler ararlar. Ben ise kübizmden itibaren aklımdan geçen her türlü tahrik edici tuhaflıkla bu bilgiçler ve münekkitlerle eğlendim; onlar onu ne kadar az anladılarsa o kadar daha fazla hayran kaldılar. (…) Ama kendimle yüzleşince, kendimi kelimenin klasik anlamında bir sanatçı olarak görme cesaretim yok. Giotto, Titian, Rembrandt ve Goya sanatçıydı. Ben ise sadece çağını kavramış olan ve ayrıca çağdaşlarının aptallığını, kibrini ve lakaytlığını becerebildiği kadar kullanan bir halk eğlendiricisiyim.”[6] Picasso’nun bu ‘jest’i, çok boyutlu bir ‘gerçek’e işaret eder. Sanattan anladığını sanan zenginler, aylaklar, düşünürler sanatta ilginçlik, şaşırtıcılık düşkünüdürler. Kadınsı bir yaklaşımdır bu. Bir kadında belki bir derece anlamlı durur. Picasso, Can Yücel’in “sanat sevicileri” dediği insanların ne istediğini görmüş ve onlara istediklerini vererek ünlenmiştir. Anlamadıkları şeylere hayran kalan bu “sanat sevicileri”yle eğlendiğini ama bir başına kalınca, kendisini sanatın klasik anlamında bir Giotto, Titian, Rembrandt, Goya olarak görmediğini itiraf ediyor Picasso. İtirafı onu ressam yapar mı bilmiyorum. Andrey Tarkovski sözgelimi, Picasso’yu gerçek bir sanatçı olarak görmediğini belirtir: “İnsan sanat aracılığı ile umudunu dile getirir. Bu umudu dile getirmeyen, manevi temeli olmayan hiçbir şeyin sanatla ilgisi yoktur, bunlar ancak parlak birer entelektüel analiz olabilirler. Picasso’nun tüm eserleri bu entelektüel analiz üzerine kurulmuştur. Picasso dünyayı kendi analizi, kendi entelektüel yeniden yapılanması adına boyar. Adının tüm prestijine rağmen itiraf etmeliyim ki sanata hiçbir zaman ulaşamadığını düşünüyorum. (…) Sanat, Yaradan’a benzediğimiz belirli bir andır. Bu yüzden Yaradan’dan bağımsız bir sanata asla inanmadım. Tanrı’sız bir sanata inanmıyorum. Sanatın anlamı yakarmadır. Bu benim yakarışım. Eğer bu dua, bu yakarış, benim filmlerim insanları Tanrı’ya yöneltebilirse ne mutlu bana. Yaşamım esas anlamını bulacak: Hizmet etmek. Ama bunu asla başkalarına empoze etmeye kalkışmayacağım. Hizmet etmek fethetmek demek değildir. (…) Aynı şekilde bir sanatçı, öyküsünü, karakterlerini bulduğu zaman dua-eserini yapar, yaratımında Tanrı’yla hem fikir olur ve tam yerinde sözcükleri bulur. İşte burada sanat bir hediye şeklini alır. Sanat yalnızca bir hediye olduğu zaman ‘hizmet edebilir’. (…) Benim için ideal, bu ‘hediye’yi sürekli vermek olacak. Bu anlamda Bach, Tanrı’ya gerçekten sunulabilecek tek hediye.”[7]

Tarkovski’nin Bach’a yaptığı göndermenin Adolf von Grolman’ınkiyle aynı olması, sanatı ‘oluş’ içinde görmesindendir. Tarkovski, çektiği filmlerin yanı sıra sanatın doğasına yönelen bozulmaya karşı mücadele vermiş bir büyük kişilik. Sanatın doğasını bozan spekülatörlere karşı olmuş daima. Sanatta yüksek bir irtifa istemiş hep. Filmleri bunun birer göstergesi kuşkusuz. Günlükleri ve yazıları bu bakımdan ayrıca dikkate değer. Sanırım artık şunu sormanın zamanıdır: Tarkovski, Damein Hirst’ün resim sanatının doğasını başkalaşımın da ötesinde tamamen yok eden “iş”lerini görse acaba ne derdi, diye düşünüyorum. Picasso için sarf ettiği sözlerde gayet naziktir zira.

Kovulmuş Şeytan’ın şerri mi Damein Hirst mi?

Müslümanlar her işlerinin başında kovulmuş şeytanın şerrinden Allah’ın rahman ve rahim oluşuna sığınırlar ama ne yazık ki bunun ne anlama geldiğini unuturlar. Şeytan, insan teklerini Allah’a yönlendiren nefsin sarp yollarından sanat alanlarını elbette boş bırakmayacaktır. Nitekim kendi mücadelesi için sanatın doğasını başkalaştıracaktır ilk fırsatta. Bugün bu hususta öyle bir noktaya gelinmiştir ki sanatın doğası ve sanatçı kişiliğin bireysel dünyası tam bir kaosa dönüştürülmüştür resim alanında. Atölyesinde yalnızlığı içinde yol alan Batılı ressam; soft, pastel renklerle dekore edilmiş stüdyosundadır artık. Tuval üzerine yağlı boya değil küratörlerin akıllarına uyarak “iş”ler (enstalasyon, yerleştirme) yapmaktadır. Kendi imgelemi ölmüştür. Damein Hirst, Marcel Duchamp’la başlayan bu sürecin günümüze uzanan adlarından biridir sadece. Eşcinselliğin istila ettiği resim piyasasının gözde ismidir. Bakın başına ne gelmiştir: “Pahalı işleriyle tanınan popüler İngiliz sanatçı Damien Hirst’ün salı günü bir Mayfair galerisinin vitrinine yerleştirdiği enstalasyon çalışması, aynı gece, eseri çöp sandığını söyleyen bir temizlik görevlisi tarafından kaldırılıp çöpe atıldı.

Yarı dolu kahve fincanları, sigara izmaritleriyle dolu kül tablaları, boş bira şişeleri, üzerinde boya bulaşığı olan bir palet, şövale, merdiven, fırçalar, şeker ambalajları ve yere yayılmış gazetelerden oluşan eser Eyestrom Galerisi’nin sergi açılışı öncesinde düzenlediği V.I.P galasında sınırlı sayıda tanıttığı eserin temel parçasıydı…

Bu esere imzasını atan kişi, Genç İngiliz Sanatçılar diye bilinen bir grup kavramsal sanatçının en ünlü üyesi 35 yaşındaki Hirst’dü; galerinin özel projeler başkanı Heidi Reitmater, bu eserin satış değerini “altılı hanelerle” ya da “yüz binlerce dolarla” ifade etti ve şöyle dedi: “Bu orijinal bir Damien Hirst.”

… 54 yaşındaki temizlik görevlisi Emmanuel Asare, The Evening Standard’a yaptığı açıklamada, “Onu görür görmez bir ah çektim, çünkü her şey darmadağınıktı. Bu bana pek de sanat eseriymiş gibi gelmedi. Bu yüzden de her şeyi toplayıp attım,”dedi.

…Yaşanan karışıklıktan üzüntü duymak bir yana, Hirst bu habere “aşırı derecede komik,” diye tepki verdi. Bayan Reitmater’in söylediğine göre, ‘ (…) Hirst, sanatsal çalışmalarında sanatın günlük yaşamla ilişkisi üzerinde durduğu için olaya herkesten çok güldü.’”[8]

Donald Kuspit’in, Warren Hage’in “Sanat Yaşamı Taklit Ediyor, Belki de Taklitte Fazla İyi” başlıklı yazısından aktardığı bu satırlar, sanatın doğasındaki başkalaşımı ifade etmesi açısından Picasso’nunkinden de çarpıcıdır. Hirst’ün yanında Picasso, Pcasso’nun yanında Goya kalmaktadır. Damien Hirst, ‘ben zaten düşecektim’ yalanının türlüsünü içselleştirebilecek kadar resim sanatının dışına çıkmış biri. Başka bir sanat alanı (?) açmaya ve o alandan ressamların hakkıyla yer ettiği alana sıçramaya çalışan ve bunun için de ‘sanat kontrolörlerince’ kollanan nice isimden sadece biri. İkinci Paylaşım Savaşı sonrası Avrupa resim sanatında (ve tabii onun ‘pozlarını’ yakından takip eden Türk resim sanatında) bu yönelimlerin ipliği çoktan pazara çıktı aslında. Birinin yaptığı sözüm ona bir yeniliği, ardından gelen, ondan daha beter bir şarlatanlıkla onu reddederek ona karşı yapıyor. Batı resim sanatı, İkinci Paylaşım Savaşı’ndan bu yana günlerini böyle geçirdi. Gündelik hayatın şizofrenik koşuşturmasının sanata sokulması, sanatçıya izleyicisini kaybettirmiş, karşılığında zavallıca bir kendine güvenden başkasını vermemiştir.

Umut mu Fazlası mı: George Baselitz, Anselm Kiefer

Fakat sanatçılar, ressamlar, müzisyenler, şairler, müteveffa ulularla konuşmayı yeniden öğrenmeye başlıyor. Ressamlar da öyle. Ancak bu noktada sorunlar, kolaycılığa alışmış zihinler için son derece karmaşıklaşmış durumda. Sözgelimi birkaç yıl önce Türkiye’den bir grup ressam Vincent van Gogh’un yaşayıp resim yaptığı mekânlarda modernizmi düşünüp konuştu. Yapılan eylemin sonrasında bir sergi açıldı ve şöyle duyuruldu: “Türkiye’den 11 seçkin sanatçının Fransa’da Paris – Arles – Saint Remy – Saint Maries De la Mar – Barbizon/fontainblue – ve Auvers sur Oise’de gerçekleştirdikleri “Vincent van Gogh’un Peşinde/Modernizmin İzinde” başlıklı proje kapsamında yapmış oldukları çalışmalar çalışmalardan oluşan sergi ile etkinliği belgeleyen ünlü Fransız fotoğraf sanatçısı Sophie Bassouls’un fotoğraflarının yer aldığı “PARİS-İSTANBUL” başlıklı kişisel sergisi 17 Mart-26 Nisan 2009 tarihleri arasında Beşiktaş Çağdaş’ta açılıyor.” Bu sergiyi, post-modern dönem resim anlayışını reddeden modernistlerin, ‘sanatta modern olma’ noktasında kendilerine sağlam dayanaklar sunan Vincent van Gogh üzerinden, yaşadıkları zamanın sanatına karşı bir çeşit tavır alma çabasının sergisi olarak da okuyabiliriz.

mdm_monchsberg_baselitz_b_fur_larry_1967

Benzer bir çaba Kuspit’in Sanatın Sonu’nda yazdıklarına bakılırsa Amerika’da, kendilerini “Yeni Eski Ustalar” olarak adlandıran, ‘yüksek sanatı’ canlandırmaya çalışan ciddi bir ressamlar grubu tarafından da benimseniyor. Resim sanatının merkezini New York’a taşımak için her yolu deneyen Amerika’dan ne çıkar bilinmez ama son yirmi otuz yılda Batı resim sanatında iki önemli isim, sanatın kendine has doğasına yaklaşmaya çalışır görünüyor. George Baselitz ve Anselm Kiefer, yaşadıkları zamanın görüntüleri ile sanatın değişmeyen özünü yan yana tutarken bir başkalaşıma değil aksine bir ‘oluş’a yöneliyorlar. Farklı biçemlerle, edalarla üstelik. Baselitz, soyut ve dışavurumcu ilk bakışta. Bu yanıyla yenilik düşkünleri onda yeni bir şey bulamayabilirler. Her şeyden önce boyayı duymak isteyen bir ressamla karşı karşıyayız oysa. Bu, tek başına bile yeterlidir. “Frenhofer olmak”la doğrudan ilgilidir. Kiefer, bayağılığa düşmeden enstalasyonlara da yer verir eserleri arasında. Küratörlerin akıllarına kendi sanatçı aklını bağladığından da –en azından ben- haberli değilim. Kiefer’in “kurumuş ayçiçeklerinin arasında yatan adamları”, atölyesine dönmüş Frenhofer’in fırçasından çıkmıştır.

Öyle görünüyor ki Amerika’daki “Yeni Eski Ustalar” akımı, kıta Avrupa’sında Baselitz, Kiefer gibi isimler Batı resim sanatının başkalaşan doğasından klasik dönemlerin ruhuna doğru bir yaklaşmayı ifade ediyor. Esasen Batı medeniyeti hiçbir zaman kendi doğasından bütün bütün kopmamıştır. Kopan, Ananda Coomaraswamy’nin anlattığı Doğu sanatıdır. Sanatın her alanından siyasete dek uzanan, bugünün Türkiye’sindeki zavallıca hallerse, Batı medeniyetinin resim ve müzikteki başkalaşımıyla değil girdiği “kertenkele deliği”nden bir türlü çıkamayan Müslümanlarla ilgilidir.

 Dipnotlar:

[1]Ananda Coomaraswamy, Sanatın Tabiatındaki Başkalaşım, (Çev.: Nejat Özdemiroğlu), İst. 223 s.

[2] Adolf von Grolman, Musiki ve İnsan Ruhu, (Çev.: Selahattin Batu), s.78.

[3] Bkz.,F. Lentricchia – J. McAuliffe; Katiller, Sanatçılar ve Teröristler, (Çev.: Barış Yıldırım), İst., 2003, s.18-31.

[4] Paul Valery; “İlerleme Üzerine Sohbet”, Bugünkü Dünyaya Bakış, (Çev.: Vahdi Hatay), Tarihsiz, s.56.

[5] Balzac, Meçhul Şaheser, (Çev.: Murat Yiğit), İst., 77s.

[6] (Aktaran) Aliya İzzetbegoviç; Özgürlüğe Kaçışım, (Çev.: Hasan Tuncay Başoğlu), İst., 2005, s.41.

[7] Tarkovski’yle yapılan bu nefis röportajın izine ne yazık ki şimdi rastlayamadım. İnternet mahreçli olması muhtemel…

[8] (Aktaran), Donald Kuspit, Sanatın Sonu, (Çev: Yasemin Tezgiden), İst., 2005, 13-14.

Gırtlaklarımızdaki hava sayaçlarına Karşı İnşa Ettiğimiz Külliyeye Sığınmak

İçinde yaşadığımız dünyayı doğru anlamak gibi büyük bir meselemiz var. Bu, bugüne özgü bir mesele değildi, her zaman olan bir mesele idi; zaten bilimler de sanatlar da bu meseleden doğdu. Şimdi içinde yaşamak durumunda olduğumuz dünyanın küreselleşmesinden bahsediliyor. Bunun, sömürgeci kapitalizmin varlığını sürdürebilmek için geldiği bir merhale olduğu apaçık. Sanatın bu merhaledeki konumu üzerine düşünüyor gibiyiz. Acaba bu düşünce ne yordamla olmalı ve ne merkezde cereyan etmeli. Hemen söyleyeyim ki ayak bastığımız zemin bir inşa faaliyeti için fazlasıyla kaypaktır. Fakat Türkiye’de yaşayanlar olarak faaliyetimizi başka bir yerde de yapmamız mümkün değil. Böyle bir zemine bir şey inşa etmenin yolunu konuşarak bulmak zorundayız. Okumaya devam et