Bir Yusuf Masalı’nın Başarısı ya da Başarısızlığı Üzerine

rm0vdmte

“Nice yüzbin göze gelen huri suretmiş aşikâr;
Kendi hüsnüne, yine kendisi olmuş talepkâr.”
Laedri

Bir Yusuf Masalı, zaten çetrefil olan İsmet Özel şiiri içinden en çetrefil olanı. Ancak hemen belirtelim ki, eserin bu özelliği, onunla yüzyüze gelen okur katında tam tersi bir etki yaratarak tebarüz etti. İki yıl önce yayımlanan kitap üzerine yazılanların çoğu, promosyon ve anti-propaganda ağırlıklı sığ tanıtım yazılarının dolaylarında oluşan eleştiri ortamınının ürünlerini aratacak cinsten, yazın dışı psikolojik etkilerin, görülerin itkisiyle kaleme alınan yalınkat yazılardı. Şairin yeniden yaratım süreci içinde konu maddesi üzerindeki deformasyonları, yeni yaratımları; kurgusal yapıda masal anlatıcının kendini konumlandırışı ve bu bağlamda oluşan anlatım teknikleri; masal anlatıcının konu maddesiyle, masal kahramanlarıyla ve dinleyicilerle arasındaki bağ; kahramanların kendi başlarına taşıdıkları simgesel anlam; masal anlatıcının içinde duyumsadığı ve fakat trajediden kaçışla karşılığını verdiği “daemonic yanı” ve nihayet Bir Yusuf Masalı’nın İ. Özel’in yaşam-şiir serüveninde ve Türk şiirinin kendine has seyrinde nereye denk düştüğü üzerinde durulmadı. Denilebilir ki eserin yaratıcısı açısından çetrefil yanı, okur üzerinde “her güne bir masal” tesiri yaptı.
Okumaya devam et

Sanat ve Züppelik Üzerine…

Daire içine Dörtgen Çizen Her Kişioğlu Züppe Midir?

20141002_225357 (1)

Honore Daumier; Resmi sergiye kabul edilmeyen ressam haykırıyor: “İşte bunu geri çevirdiler. Cahiller!..” (1859)

Kuşkusuz ki hayır!… Ancak, cevap bu kadar kesinlikle bildirilmiş olsa da cevabın hazırlığını sunmak epeyce güç. Bu bakımdan Carl Gustav Jung’dan okuyacağımız şu hikâye, düşünce dünyamıza ve hayatımıza ‘bu algılanan şekliyle’[1] girişi düşünüldüğünde önceleri yadsınan sonradansa neredeyse bütün bir millet olarak halimizi ifade eder bir anlam genişliği ve bulanıklığını beraberce kazanan züppelik olgusu ve züppe tipi (snob) ile ilgili tespitlere boğulup vakıanın merkezini kaybetmekten bizi kurtaracaktır, diye düşünüyorum. Anlatıldığına göre, “bir zamanlar köylerin gürültüsünden kaçıp sığındığı bir mağarada yaşayan tuhaf yaşlı bir adam vardı. Büyücü olarak nam saldığı için ondan büyü sanatını öğrenmeyi ümit eden öğrencileri bulunmaktaydı. Ama o, hiçbir zaman böyle şeyler düşünmüyordu. Tek isteği, bilmediği ama sürekli gerçekleşeceğinden emin olduğu şeyin ne olduğunu öğrenmekti. Üzerinde düşünülmesi mümkün olmayan şeyin üzerinde uzun bir süre düşündükten sonra, içinde bulunduğu kötü durumdan kurtulmak için çareyi, eline bir parça kırmızı tebeşir alıp mağarasının duvarlarına türlü türlü şekiller çizmekte buldu. Amacı bilmediği şeyin neye benzediğini bulmaktı. Birçok denemeden sonra aklına bir daire çizmek geldi. “Bu doğru” diye hissetti, “Şimdi içine bir de dörtgen çizmeli” ve böylesi çok daha iyiydi. Öğrenciler merak içindeydi ama tek bildikleri yaşlı adama bir hal olduğuydu; ne yaptığını öğrenmek için yanıp tutuşuyorlardı. Ona, “İçeride ne yapıyorsun?” diye sordular. Ama yaşlı adam yanıt vermedi. Sonra duvardaki şekilleri keşfettiler ve “İşte bu!” dediler ve onu taklit ettiler. Fakat böyle yapmakla, tüm süreci tersine çevirdiler. Sonucu başa alarak bu sonuca yol açan süreci baştan başlatmayı umdular.”[2]

Jung, bu hikâye ile, kadın ve erkekte türlü halleri, dramları, acıları, gülümsemeleri beraberinde taşıyan bireyleşme aşamalarını kendi düşünceleri doğrultusunda izah edebilirdi. Fakat o, “Carl Gustav Jung’da Din ve Bireyleşme Süreci” adlı bir çalışmaya imza atan Cihad Kısa’dan öğrendiğimize göre “bu hikâye ile kendisini, psikolojisini ve nasıl yanlış anlaşıldığını mükemmel bir şekilde ortaya koymuştur.”[3] Jung’un görüşlerinin alımlanmasındaki sorunların hikâyedeki ihtiyarın halinin alımlanmasından daha az karmaşık olduğunu düşünmüyorum, fakat onun alımlanmasındaki sorunlar hiç değilse, ihtiyarın halini kavramaya yönelmek yerine taklitte karar kılanlar (ki, züppe (snob) olmaları kuvvetle muhtemel görünse de buna ne derece teşne olduklarını hikâyedeki kadar bildiklerimiz, yani eylediklerinin sonrasındaki hallerini bilmediğimizden ötürü ‘züppe’dir ya da değildir diyemeyeceklerimiz) gibi sanat ve hayat alanına değil düşünce alanına dâhil edilebilir türdendir. Düşünce alanındaki yanlış anlamaların yarattığı sonuçlar ve bunun oluşturacağı görüntü nihayetinde sınırlıdır. Ayrıca aklın aynasında bir zaman sonra daha aydınlık olarak görülebilir. Yanlıştan dönmek, düşünce alanında görece kolaydır. Ne var ki sanat ve hayat alanında vücut bulan züppelik temayülü ve züppeler, sanatın ve hayatın dinamiğini olmazsa olmazlarından uzaklaştırabilirler. Çünkü züppelik, ihtiyarın hikâyesinde açıkça görüleceği gibi en az emek verip en fazla ilgiyi talep etmekle sıkı sıkıya raptolmuştur.

İhtiyarın tercihi ona gösterilen ilginin azalacağına artmasına neden oluyor. Çünkü o, tercihi ile bir büyüye sahip olduğu izlenimini uyandırıyor. Buna niyetinin olmadığı açık ama öyle bir tercihte bulunuyor ki, ancak büyülenmiş olarak büyüleme imkânına sahip olanlar böylesi bir tercihte bulunabilirler. İhtiyar, züppelerin insanlar içinde insanlar içinden ayrıksı, kendi başlarına olduklarını vaaz eden yönelimini, içten gelen doğal bir itki ile seçiyor: Onun yalnızlığı seçişi, düşünme sürecinin sekteye uğramaması için. Fakat ondan ümidi olanların bir araya gelmekten hayâ etmemeleri söz konusu. Züppelerin hem ayrıksı olup hem de kendi gibi olanlarla bir araya gelmekteki arzuları düşünülürse, ondan ümidi olanların züppe olduklarına hükmedebiliriz. Bu hükmümüzü güçlendiren bir nokta daha var hikâyede: İhtiyar, üzerinde düşünülmesi mümkün olmayan bir şeyin üzerine bir süre düşündükten sonra içinde bulunduğu kötü durumdan kurtulmak için mağaranın duvarına bir şeyler çiziktiriyor ve kim bilir nice sonra içine bir dörtgen çizeceğini daireyi çizmeye başladığında o an henüz ne olduğunu değil belki ama ne olacağını, neye evrileceğini bilmediği bir daire çiziyor. Bu noktadan sonra ihtiyarı mağaraya getiren düşünsel eylemi artık sanatsal bir boyut kazanmıştır. Onun eyleminin kazandığı boyut, onu taklit edenler üzerinde de aynı şekilde gelişiyor. İhtiyardan büyü, yani simya ümidinde olanlar, onda sanatsal bir edim buluyorlar, elbette umduklarının dışında bir yan bulduklarını bilmeden. İhtiyarın da kendinde olduğunu bilmediği bir hal bu aslında. Fakat oluşan halde, onun henüz deneyimlediği bir şey var: İhtiyarın halinde değil fakat halini hissedişinde bir değişim söz konusu. Sanat eserinin insanda yaptığı etki bu. İhtiyar için artık bir ressam, kompozitör ya da yaptığı işaretlerin görsellik taşımasına bakmaksızın, halinin sahihliğini gözeterek bir şair de diyebiliriz. Ondan yaptıkları sorulduğunda susması anlamlıdır. Çünkü artık onun yerine konuşacak, kırmızı tebeşirle mağaranın duvarına çizdikleri var. Zaten onunla soru soranların arasındaki fark burada da kendini belli ediyor. O susarken ötekiler ‘işte bu!’ diyorlar. Ve ardından da onun onca dertle eylediklerini sadece taklit ederek onunla kendilerini eşitliyorlar. Züppelerin (snob) en az emekle en çok mesafe katetmek istediklerini söylemiştik. Züppeler böyledir. Züppelik böyle bir haldir. Fakat gene de ihtiyarın yaptığını bulandıran bu yığından bir başka ‘ihtiyar’, bir dandy çıkıp çıkmayacağını bilemeyiz. Bu bakımdan ufak da olsa o ihtimali düşünerek, “daire içine dörtgen çizen her kişioğlu züppe midir?” sorusuna kesin bir dille ‘hayır’ dedik. Çünkü o küçük ihtimal, üzerine ihtimam gösterilmesi gereken bir tinselliğe her zaman sahiptir. En azından ihtiyarın eylediğine gerçekten büyülenmiş biri olabilir.

Jung’un kendi düşüncesinin ve kişiliğinin yanlış anlaşılması bahsini de izah eden ihtiyarın hikâyesinden sonra, artık züppelik ve züppe kişiliği ile ilgili, bilhassa dandy’lerin hukukunu gözeterek yaptığımız beş tespiti sıralayabiliriz:

I.Züppelik Tanzimat’la Başlamaz.

Düşünce hayatımıza Batılılaşma süreci ile girdiğini düşündüğümüz züppelik temayülü, eğer bunun insanî bir hal olduğu anlayabilirsek görürüz ki hiç de öyle değildir. ‘Züppe’ kelimesi ile bugün algıladıklarımızın tarihi Tanzimat’la başlatılabilir ama 13. asırda da aynı olgu, tasavvufun bir Anadolu kentinde gördüğü rağbete bakarak dervişane edayı bir süs olarak takınanlar arasında da kaynağını bulacaktır. Cumhuriyet’in ilanı sonrasında ardı ardına gelen devrimleri arzuyla beklediğini belli etme telaşındaki ‘Cumhuriyetçi’ her kadın ve her erkek… 1960’lı yılların siyasi atmosferinde sosyalist olmanın süsünü kolaylıkla benimseyen fakat 1980 sonrasında yörüngesini türlü şekillerde kaybeden her ‘ateşli siyasal benlik’… Refaha kavuşma haklarını İslam üzerinden alabileceklerini fark eden, Cumhuriyet’in ilk yıllarından başlayarak 1960’lar, 1970’ler, 1980 ve 1990’lar üzerinden türlü mutasyonlar geçirerek nihayet 2000 sonrasında özledikleri refaha kavuşan ‘Müslümanlığın politik, poetik, etik tacirleri’… Ve bu ana grupların içinde kendine yer bulan ‘küçük mahfilerde niceleri’… Züppeliği sadece Batılı değerler manzumesini taklit gibi algılamanın indirgeme olduğu açıktır. Züppelik, farklılığı belli etmeye çalışan bireyin Jung’un olağanüstü gayretiyle gizini açtığı bireyleşme süreci ile yakından ilgilidir. Bireyleşme kadında ve erkekte zorlu bir süreçtir. Ve dikey olduğu nispette düşey seyretme tehlikesi taşır. Ancak pek az kadın ve erkek bu sürecin ayırdındadır. Çoğu zaman bireyleşme süreci bireyselleşmeye dönüşür. Bu dönüşümden sonra da artık o birey için kendi karanlık yanı tamamen kapalı kalır.

II. Züppe, Sıradandan Daha Dikkate Değerdir.

İçine, elinde olmayarak doğduğu fakat varoluşsal doğumunu içinde gerçekleştiremediğinden ötürü toplumuna ters düşen her birey, züppeliğin sınırındadır. Zaten toplum denen ortak aldanmışlar, içlerinde devinip duran kişiliği bir şekilde kendilerine benzetecek yolu daima bulacağına sonsuz güven duyar. Züppe, bu güveni sarsan olabilir pekâlâ. Onun daha çok dışsal olarak gerçekleştirdiği eylemler, içinde sahihlik taşıma potansiyeline yukarıda izah ettiğimiz gibi her zaman sahiptir. Bu bakımdan çıktığı yolculuğu unutmuş bir insan güruhu içinde çıktığı yolculukta bocaladığı belli olan her kişioğlu dikkate değerdir.

III. Dandy’lik Konservatiflikle Kol koladır.

Aslında tam aksiymiş gibi düşünülür. Sadece yüzeysel bir görü ile hareket eden genel kanı, bunun tam aksi yönündedir. Oysa züppelik taşırmış gibi görünen birçok sahici girişimde konservatif bir zihnin kendinden önce olanı tazelemek gibi asil bir düşüncesi saklıdır. Sanat alanındaki yeniliklerin en büyükleri ‘konservatif “züppe’lerin” eliyle gerçekleşmiştir. Her bakımdan büyük bir rejenerasyonun adı olan Ezra Pound, Danold Davie’nin de ifade ettiği gibi şiir söz konusu olduğunda tam bir hak teslim edicidir: “Çünkü, ‘çağdaş’ sözcüğünün tanımı, sandığımızdan çok daha geniş kapsamlıdır; çünkü, Pound gibi bir çağdaşlık şampiyonu, bir çok açıdan, çarpıcı biçimde eskiye bağlıdır; ve çünkü ‘geleneği’ savunduklarını sananların, bunu yapmaya, Pound gibi bir kişiliğe oranla çok daha az hakları vardır.” (…) Bunun da ötesinde, Pound’un Hugh Selwyn Mauberley’sini okuyanların pek çoğu, ‘ölü şiir sanatını canlandırma’ deyişinin, bir tersinleme, şiir sanatının öldüğünü ya da ölebileceğini düşünenlere yöneltilmiş bir hakaret olduğu kanısındadır. Kısaca, bulabildiğimiz tüm kanıtlar, genç Pound’un, bir put kırıcı değil, ersine nerdeyse militan bir tutucu olduğunu göstermektedir.”[4]

Davie’nin Pound için söylediklerine benzer şeyleri; eyledikleriyle, edasıyla, giyim kuşamıyla, zevkleriyle ve elbette yazdığı şiiri ile bir dandy olarak gösterebileceğimiz Asaf Halet Çelebi için de söylemek mümkündür. Çelebi’nin şiiri, şiirde değişimi arayan girişimler modern sonrası dönemin (hâlâ da sürmekte olan) eylemsizliği arasında mayalanmıştır. Kişisel belleğin, düşlemin arketiplerle bağının açıkça bulunabileceği, anlık’ın yetkin ama etkin olamayacağı bir mesafede konumlandırıldığı bir şiirdir; bağlandığı öğretilere modern şiirin edasıyla göndermeler yapar ama tıpkı farklı bir kişilikçe mayalanan Ece Ayhan şiiri gibi imge tesiri yaratmayı da başarır. Ece Ayhan’ın bir ünlemle sonlanan Yort Savul’larından üç nokta ile biten Om Mani Padme Hum daha az parça tesirli değildir. O içinde olduğu halde düşen göktaşının üstünde ‘Küçük Prens gibi düşünür’, düş kurar; tavuk teleğiyle ta’lik yazar; lotus koklar ama vatanını unutmaz. Asaf Hâlet, şimdi şiir geleneği diyeceğimiz o taşın içinde o taşmış gibi ikamet etmek cehdindedir. Taşı, doruktan aşağıya yuvarlayıp yeniden aynı doruğa çıkaran sisifos emeği veren girişimlerin gürültüsü dindikten sonra duyulabilecek bir sestir onun sesi. Dandylik taşıdığı ölçüde çelebidir.

IV. Züppe ve Dandy, Duchamp’la Buharlaşmıştır.

“Hayatını resim, heykel gibi sanat eserleri yaratmaya harcamak yerine, hayatının kendisinden bir sanat eseri” yapmak düşüncesini dile getiren Marcel Duchamp, iki paylaşım savaşı arasında, Oscar Wilde’da köklerini bulan bir sanat-hayat anlayışını ileri bir aşamaya taşıdı. Yaptığı işlerle tuval resminin halesini karartan Duchamp, kendini sublime etmenin tüm narsis yollarını denedi. Ardından gelenlerin bedenlerini, yapıp etmelerini ayna karşısında yaşar gibi sergilemeleri artık hiç de şaşırtıcı gelmiyor.

Dipnotlar:

[1] Batı dillerinden dilimize giren züppe kelimesini, snob ve dandy kelimelerini karşılamak kastıyla kullanır olmuş durumdayız. Oysa İsmet Özel’in “Züppelik ve Kültür” (Bkz. Yazko Edebiyat, 1981,S: 23) üzerine kalem aldığı yazısında sınırlarını mükemmelen çizdiği gibi Dandy, sanatta hayatiyetin zarafetle peşindedir. Oysa snob, hayatın aktüelliği neyi gerektiriyorsa onu arar. Bu ikisinin yolları bu noktadan sonra tamamen ayrılır, fakat meseleye dışarıdan bakanlar için bu ayrımı yakalamak oldukça güçtür.

[2] Jung’un Dört Arketip’inden aktaran, Cihad Kısa, Carl Gustav Jung’da Din ve Bireyleşme Süreci, İzmir 2005, s. 1.

[3] A.g.e., aynı yer.

[4] Donald Davie, Pound, İst., 1987. s. 12 ve 15.

Gırtlaklarımızdaki hava sayaçlarına Karşı İnşa Ettiğimiz Külliyeye Sığınmak

İçinde yaşadığımız dünyayı doğru anlamak gibi büyük bir meselemiz var. Bu, bugüne özgü bir mesele değildi, her zaman olan bir mesele idi; zaten bilimler de sanatlar da bu meseleden doğdu. Şimdi içinde yaşamak durumunda olduğumuz dünyanın küreselleşmesinden bahsediliyor. Bunun, sömürgeci kapitalizmin varlığını sürdürebilmek için geldiği bir merhale olduğu apaçık. Sanatın bu merhaledeki konumu üzerine düşünüyor gibiyiz. Acaba bu düşünce ne yordamla olmalı ve ne merkezde cereyan etmeli. Hemen söyleyeyim ki ayak bastığımız zemin bir inşa faaliyeti için fazlasıyla kaypaktır. Fakat Türkiye’de yaşayanlar olarak faaliyetimizi başka bir yerde de yapmamız mümkün değil. Böyle bir zemine bir şey inşa etmenin yolunu konuşarak bulmak zorundayız. Okumaya devam et