Şiirde Tasfiye de Takviye de edebilmeliyiz…

06-46-51-2_ShenZhou-PoetOnaMountainTop_recto_email

Söyleşen: Mustafa Fırat

Sevgili Celâl. Seninle son söyleşimizin üzerinden altı ay gibi kısa bir zaman geçti. O söyleşimiz senin “Deformasyon, Yenilik ve Kuram Söylemlerinden Gına Gelmesine Karşın Şiir Sanatının Yeniden Tebarüzü ve Tebellürünün Güçlüğü Üzerine” yazına ilişkindi. Sen epey bir zamandan beri Türk şiirinin omurgasını teşkil eden şeyin İslam’ın sanatlara bakışı olduğunu söylüyorsun. Türk şiiri sana göre İslam sanatının tinselliğinden uzak düşmekte. Elbette bu toplumuzun hayata bakışındaki bir mutasyonun bir ifadesi de. Suyu Seveni Derin Batırın Irmağa’da bu mutasyona her yönüyle dikkat çekmişsin. Şiirin rejenerasyonundan bahsediyorsun da mesela ‘gelenekten yararlanmak’ demeye şiddetle karşı çıkıyorsun. Şimdi Mühür’de, bu söyleşinin de yayınlandığı bu sayıda bir şiirin var. “Deli Dumrul Şairi Faciayı İşaret Ediyor”*. Bu şiirin İsmet Özel’in “Faciayı Yazmasaydım Yaza Yazık Olurdu” adını taşıyan şiirine bir cevap olduğunu düşündüm ilk anda ben. Doğrusu en çok da İsmet Özel’in, ‘şiir İslam sanatlarının tinselliğinden uzaklaştı’ düşüncene, yazdığı şiirlerle katkıda bulunduğunu düşünüyorum. Şiirin için ve bu düşüncem için ne dersin?

Düşüncelerinin birinde haklısın. Evet, İsmet Özel’in şiirinde yankılanan ‘ben’ sesi İslam sanatlarının tinselliği ile tamamen zıt bir içeriği vazediyor. Ben bunu bundan sekiz yıl kadar önce fark ettim. İsmet Bey benim için çok değerlidir. Onun negatifinden öğrendiklerim daha çoktur diyebilirim. Benim gibi Kayseri’nin bir küçük vadide yerleşip kalmış dokuz yüz yıllık bir köyünün masumiyetini İzmir’e taşımış biri için, Özel’in müthiş akılcılığı ve başarı hırsı tam bir travma olmuştur. Ben onu şiir söz konusu olduğunda kafamdaki İsmet Özel’in tam tersi olarak buldum hep. Bu yüzden bundan birkaç yıl önce Herkesin Bir İsmet Özel’i Var diyerek kendi İsmet Özel’imi yazdım. O yazdığımın beriki ile bağı ismendir. Şiiri ile boyuna övünürdü. Herkes buna şahittir. Ama benim inancıma göre ne yanınızla haddi aşarsanız övündüğünüz şey sizden alınır. Onunla imtihan edilirsiniz. İsmet Özel, şiiri ile zavallı egolarını büyüten müteşairleri çoğalttı. Etrafına bir bak. Hep mücadele etmek zorunda kaldığım Ali Ayçil’den Serkan Işın’a, Hakan Arslanbenzer’den Yücel Kayıran’a birçok isim, onun şiirimize yerleştirdiği gayri insani yanlar taşıyan şairane triplerden gücünü alıyor. Bir şekilde tebarüz etmek için devinip duruyorlar. Şiir adına da hayat adına da yaptıkları hiçbir şey yok. Demek istediğim, sonunda ondan zaten Faustiyen bir eda ile tınlayan şiiri de alındı, sadece sövebilen bir dil kaldı geride. Modern Türk şiiri her kopuşa rağmen İslam sanatlarının tinselliğine bağlıdır. Bu dilde yazdıkça ne yapsanız bütünüyle kopamazsınız. İsmet Özel, bu bağı şiirinde egosunu sublime ederek başka bir yolla koparıyor. Genç kuşaklar onun hallerini bir şairin doğal halleri saydılar. Hemen her şiir biçemi ile ve şiiri dışındaki şairane edasıyla bunu yaptı, yapıyor. Bu yüzden şiiri hiçbir zaman şiirden bir Müslüman’ın korkması gereken hassasiyetleri okuruna sunamadı. Bir Yusuf Masalı’nın Başarısı ya da Başarısızlığı’nda bunları olanca yoğunluğuyla yazdım. Şimdilerde ise senin bahsettiğin sövgü dolu şiirler dönemini yaşıyor ne yazık ki. Peygamber Efendimiz’e sormuşlar: “Kur’an-ı Kerim’de ribanın (faizin) vebalinden daha büyük cinayet nedir?” diye, Efendimiz şöyle cevap vermiş: “Herkesin ırzına sövmektir, sövmenin en şiddetlisi de şiir söyleyerek veya nesirle şunu bunu hicvetmektir. Bu şekilde yapılmış hicivleri şairinden ve failinden alarak, öteye beriye nakletmek suretiyle yayılmasına yardım edenler de, onlardan biridir, yani suçta ortaktır.”

Şimdi, Özel’in sözünü ettiğin şiiri, başka birçok şiiri gibi bana göre bu nitelikleri taşıyor. Yani Özel, kendi beninin körü körüne haklılığı önünde gördüğü ne varsa şiir yoluyla ona sövgü düzüyor. Bir korkuyu duymak gerekir. Çünkü “Şiirin methedilmeyen kısmı şeytanın çalgılarındandır.” deniyor. Bunu ben de demiyorum. Anlıyor musun? İslam sanatının tinselliğinde bu vardır. Sövgü değil. Akif’i düşün, Tarih-i Kadim’e Zeyl’i aldı mı Safahat’ına? Yazdığım şiir için tarihe geçmeyi değil Cemalullah’ı isterim. Layık değilim, biliyorum ama istemekten de geri durmam. Kendisini sık sık eleştirerek ifade ettim bunları aslında. Eleştirilerim nezaketinden ötürü kimselerce fark edilmedi.

Uzun konuşacağız, istersen Özel’in şiirinden uzaklaşmayalım. Senin şiirin bir cevap mı? Sen Özel’in şiirindeki sövgüyü üzerine mi aldın? Yoksa o “Faciayı Yazmasaydım Yaza Yazık Olurdu” şiirindeki muhatap sen miydin?

O bahse geliyordum. Az önce sorduğunun ikinci kısmına. O şiiri belki de ilk okuyanlardan biri benim. Geçen yıl ağustos ayıydı. Tam tarih 23 Temmuz 2007. O tarihte ailemle birlikte Almanya’da idim. Genel seçimlerin bir gün sonrası, günün erken saatlerinde Özel’in web sitesinden bu şiiri okudum. Artık hiçbir şekilde, kadirşinaslığıma ya da ne bileyim yazdıklarını okumakla borçlu kalmama sığınamayacak ve İsmet Özel’i savunamayacaktım. Bana ya da değil, birine, son derece kötü bir şiir biçemi ile açıkça sövülüyordu o şiirde. Ben bir şairi, hiç olmazsa bir kahramana öykünen olarak adlandırırım. Burada şiiri üzerine alıp almamam meselesinden ziyade benim şiirimi konuşmak istediğini düşünmek istiyorum. Yoksa bizim farkımız kalmaz. Hâsılı benim şiirim o şiiri okumakla mayalandı, evet. Ama bir isme isabet etmekle noktalanmayacak derecede bir geçerlilik taşır. İnşallah böyle olur. Böyle olması için dua ettim. Hatta benim için de, belki de o sözlerin söyleyeni olarak en çok benim için, korkulası bir duruma işaret eder. Özel’in şiirini okuyunca bulunduğumuz Ulm şehrinin evimizin hemen yakınındaki ormanlığına zor attım kendimi. İki saat kadar yürüdüm. Eve döndüğümde, yağmur mu daha çok yağmıştı ben mi daha çok ağlamıştım, bilemiyorum. Çok üzüldüm İsmet Özel için. Hem de çok. Böyle bir şiir, İslam’ın fetih savaşlarında kâfirlere karşı bile yazılmamıştır. Gayri insanidir. Bilinçliliğin gururunu, tiransı bir edayı açık etmektedir. Tamamen hakaret doludur. Şiir buna alet olamaz. Ülkedeki seçim atmosferi, seçilenler, oy verenlerden tutun da seslenen şairin kendi ‘ben’i dışında başka kim varsa… O hakaretlere baktım kimsenin sesi çıkmayacak, yani kimse üstüne almayacak, çünkü öncesindekiler de öyle olmuştu, benim imgelemim yerinde duramadı. Fakat tekrar söylüyorum benim şiirim bir cevap değil, bir açıklıktır. Çünkü ben değilsem bile o birinin sesi olması gereken biri olmalı. İnşallah o kişi ben olmuşumdur; o kişi bir açıklık talep eden olsun…

Senin şiirinde o şiire pek çok gönderme var fakat…

Evet, var ama dediğim gibi bir cevap değil bir açıklık var. Açıklık dediğim, şiirin İslam sanatının tinselliğindeki yerine ve hayatta facianın ne olduğuna dairdir. Şöyle anlatayım. İsmet Özel sık sık kendisini Şuara Suresi’nde şiir yazmasına müsaade edilen zümreden ‘zulme uğradığında ona karşılık veren’e dâhil ettiği için şiir yazdığını söyler. Şimdi ‘zulme uğrayıp uğramamanın ölçüsünü’ ne olarak koyacağız? Modern zamanların bencillerinin, narsislerinin hepsi kendini ‘zulme uğramış’ sayacaktır. Ölçü, kendimizi bize her durumda haklı gösteren ‘ben’imiz olamaz. Haklılığın ölçüsü ise, bir Müslüman için bellidir. Haklıyız diye kalkıp şiir dilinde birine sövemeyiz. Ama bir gerçeği açıklığa kavuşturabilir, ona işaret edebiliriz. Ben naçizane insanın ömründe kendi kendinin faciası olma ihtimaline işaret ettim. Bu ihtimal benim için de geçerli. Benim de çok sert olmak durumunda kaldığımda verdiğim karşılıklar oldu. Ama muhatabım bir insandan kalkıp o insan gibi zihni işleyen herkesti. Her zaman zihni öyle işleyenlerin de karşısında olacağım. Bu şiir, yazmaya çalıştığım Deli Dumrul’un içinde daha iyi anlaşılacaktır.

Şimdi Deli Dumrul biter mi buna ömrün yeter mi bilemeyiz… Son sözlerinmiş gibi söyle. Bu şiir nefis bir şiir. Öyle ya da böyle, Özel’in şiiri ile kıyas kabul etmez. Gücünü niyetinden alıyor. Bunu şimdilik bir yana bırakalım. Bunca zaman İsmet Özel’in yanında adın anıldı, şimdi neden bir karşı oluş sergiliyorsun? Neden bunu bu kadar geciktirdin madem böyle bir ayrı bakış vardı da? Neden çok önce terk etmedin?

(Gülüyor) Geçenlerde iki dostumuzun boşanma davasında tanıktım. Ben zaten çoktan boşanmış olduklarını, dolayısıyla onların işine karışamayacağımızı, yani boşanmalarının gereğini izah ettikçe hâkim sorular sordu. O sordukça ben izah etmeye çalıştım. Tam kırk beş dakika sonra hâkim pes etti. Tansiyonu yükseldi. “Öğrencilerin de sana yapsın bana yaptığını” dedi. Bu gibi sorunların uzun izahları vardır çünkü. (Gülüşüyoruz) Mustafacım, bir yanlış çoğalıp dayanılmaz oluncaya kadar hayatımızda kalıyor. Ayrıca demin de söyledim, daha önce defalarca aklım erdiğince eleştirilerimi de naçizane beğenilerimi de yazdım. Herkesin işine ne geliyor biliyor musun? Beni ve benden başka bazı arkadaşları İsmet Özelci bilip, bizi öylece dondurup algılamak. MerdivenŞiir’e İsmet Özel, getirip şiirini verdi. Biz de en başa koyup yayınladık. Bugün hangi dergiye götürse şiirini o dergi art niyetli değilse bunu yapar. Sonra bu devam etti. Dergi de bekledik ki bize öğütleri, yol göstermeleri olsun. Şiir vermekten başkaca hiçbir katkısı, yönlendirmesi olmadı. Biz yaptık ne yaptıksa. Bizim istişaremiz, emeğimiz vardır. Ama kimse görmek istemedi. Çünkü böyle bir dergide verilen emek görülürse o emeği verenlerin konuşulması lazımdı. Sanki bu bizim umurumuzdaydı… Elbette yaptıklarımızın konuşulmasını insani bir istekle bekliyorduk. Ayrıca şu da var, Özel’in hiç de istemeyeceği pek çok husus o dergide gündeme geldi. Hatta senin konuşmamızın en başında belirttiğin benim İsmet Özel’in sanat anlayışının karşısında olan yazılarım yayınlandı. Modern şiiri uğurlamaktan söz ettik. Pislik edebiyatından, ego şişkinliğinin şiire girmesinden söz ettik… Hâsılı tutulan yolların ayrılığı zaten belliydi.

Önsöz_Önüne

O zaman terk edeydin? Çünkü son konuşmamızda bir kitap hazırlığından söz etmiştin.

Terk etmek, bırakıp, boşlayıp gitmek değil ki… Terk eden terk ettiğini atının arkasına, terkisine alır ve öylece yoluna devam eder. Bu da öyle kolay bir şey değildir, atınız yani terk düşünceniz oluşacak, ayrılık düşüncesi kavuşacağınız düşüncesine galebe çalamayacak, yalnız başına da olsanız karanlıkta aydınlıkta yol almaya yazgı sizi zorlayacak, en az sizin kadar bıraktığınız da bırakılışına kani olacak… Bundan sekiz yıl önce bunu yaptım ben, ama Özel’in Kırk Hadis’i yoluma çıktı. Yeniden borçlu kaldım. Bir de Kız Kulesi Beyaz İken şiiri var. Aşkın bir şiir. Yeniden bana bir emek dokundu. Ben böyleyim, bana dokunan emekleri ödemek isterim. Kitap Haber dergisinde editörlük denebilecek işler yaptığımda önerdiğim, yazdığım kişilerin hepsi borcu olduğum kişilerdi. Cemil Meriç, Cahit Zarifoğlu, Asaf Halet Çelebi söz gelimi. Kitap hazırlığına gelince uzun bir iş. Geniş ve derin bir şiir tarihi okumasının içinde değerlendirilebilecek bir şey.

Anlıyorum. Bu kişilerin İslam sanatlarının tinselliğine bir katkıları var sana göre.

İsmet Özel’in de var. Fakat şiir üzerine yazdığı düzyazıları hariç bütün düzyazılarıyla var. Sözgelimi “Ben İsmet Özel, şair, kırk yaşında/ Her şey ben yaşarken oldu, bunu bilsin insanlar/ ben yaşarken koptu tufan/ ben yaşarken yeni baştan yaratıldı kâinat” diye ilerler ve şöyle der: “Her şeyi gördüm içim rahat”. ‘Her şeyi’ görenin içi nasıl rahat olabilir? O dizelerde insanlıkla birleşmiş bir ben var sanırız ama devamında “bilinçliliğin gururu” vardır. “Benim adım insanların hizasına yazılmıştır.” der mesela. İnsanlara galebe çalmak için mi yapıyoruz yaptıklarımızı? Bu bizi korkunç derecede yalnızlaştıracaktır. Mustafa Merter, Karen Horney’in görüşleri üzerinden bak neler söylüyor bu durum için (Mustafa Merter’in Dokuz Yüz Katlı İnsan kitabından okuyor.): “İnsanoğlunun temel karmaşası, ‘temel kaygı’dan (basic anxiety) kaynaklanır. Bebek, çevresini fiziksel ve psikolojik arzuları açısından hayati bir tehlike olarak görerek kendisini bu tehlikeli evrende çaresi ve terk edilmiş hisseder. .. Bu korkunç yalnızlık ve çaresizliğin ilacı ‘insan’dır. Ya insandan bu güvenceyi alabilmek için, ilişkide her şeye boyun eğerek sevgiyi satın alır ya da insana karşı çıkarak narsisist kusursuzluk iddiası, kendini beğenme (arrogance) gibi çözümlerden birini benimser. Yahut insandan uzaklaşarak kaderine sığınır. Zamanla iç dünyasında, hayali bir ideal benlik ve bir ‘gurur sistemi’ (pride system) oluşur.”
Şimdi bu hali müsaadenle bir de Jung’dan okuyarak aktarayım. (Suyu Seveni Derin Batırın Irmağa’yı karıştırıyor ve oradan okuyor.) Biraz uzunca olacak: “Batı dünyasında bu durumun kaynakları, yani insandaki bilinçliliğin gururunun, Kilisenin vazettiği Hıristiyanlıktaki Hz. İsa’nın ulûhiyetine ilişkin düşüncede barınmış ve bu düşünce ile o gelenek içinde doğan her çocuk, kendisinin bir ‘tanrı’ değilse bile dünya üzerinde tanrısal hakkı olan biri olduğu hissi ile kendiliğinin peşine düşmüştür. Ünün, varsıllığın ve hedonizmin Batı dünyasındaki kaynaklarının mahiyetini Carl Gustav Jung, Anılar, Düşler, Düşünceler adlı kitabında neredeyse tüm boyutlarıyla bulmak mümkündür. Jung, ‘bilinçliliğin gururu’ olgusu içinde aslında bu hususu ele alır. Ona göre yaradılış mitinde söz açılan mahiyetini kaybeden ‘düşmüş melekler’in insanlarla teması bugünün insanlarının işleyen zihinlerini anlamamıza imkân verecek niteliktedir: “Yalnızca, öbürlerinden farklı olan düşmüş melekler ‘kötü’dür ve ‘gururun’ çok iyi bilinen etkilerini ve günümüzde diktatörlerde gördüğümüz megalomaniyi dağıtanlar bunlardır. Henoch’un Kitabı’nda, bu meleklerin insanlarla ilişki kurarak, insanlığı yok etme tehdidi oluşturan bir devler ırkı üretmekte olduklarına değinilir. (…) Bu tehdit ‘devlik tehditi’ ya da başka bir deyişle bilinçliliğin gururudur ve hiçbir şey insandan ve onun yaptıklarından üstün değildir’ biçiminde özetlenebilir. Bu düşüncenin ortaya çıkışıyla öbür dünyaya ilgi ve Hıristiyan mitinin fizikötesine geçebileceği görüşü yok olmuş, dolayısıyla öbür dünyada bütünlüğün elde edilebileceği görüşü de ortadan kalkmıştır.” Jung’un koyu bir Hıristiyan olarak yaptığı bu izah, insan anlağının nelerle malul olduğunu bilen Doğu dünyasında ironik bir gülümseme ile karşılığını bulamaz bu gün; aynı maraz Doğu’da da yayılmıştır, başta şairler olmak üzere toplumun hemen her katmanından insan tekleri bilinçliliğin gururu ile gezinmektedir. Hz. İsa’nın ulûhiyeti miti diğer tüm insanlara teşmil edilmiştir. Hölderlin’in, “Yaşarken tanrısal hakkını alamayan /Ruh, rahat edemez yeraltı ülkesinde” deyişi, dünyaya egemen yığın sınıfının sesi olmuştur. Oysa insanın yaşarken alması gereken tanrısal bir hak değil vermesi gereken bir karşılık ve bu karşılıkta ketmedilmiş olarak mündemiç olan bir teşekkür söz konusudur. Batı bunu nihilizmle başlayan süreçte sanatta, siyasette tiranlar doğurarak vermiştir. Doğu ise bu karşılığı Daryuş Şâyegân’ın ifade ettiği gibi sanatta kürsüsünü kaybetmesine karşın hala gereğince verebilecek durumdadır. Fakat Doğu’da da tablo türlü yamukluklar arz etmektedir. Bugün bizimki gibi ülkelerde göz sadece görüp geçmek içindir, kulaklardansa ümit neredeyse hiç kalmamıştır. Konfüçyüs’ün feodal Çin’de devletin ne durumda olduğunu oralarda dinlenilen müzikten (kulaklarda olandan kulağıyla) çıkardığı söylenir. Şiir de bu hususta müzik kadar pratik olmasa da esaslı ve güvenilir bir göstergedir. Ayrıca yine şiir insan anlağı için müzik kadar pratik olmasa da esaslı ve güvenilir bir iyileştiricidir. Bunu da insanın dünya üzerindeki asli eylemi olan ‘ad koyma’ya atıfla yapar. İnsan tekleri ne zaman ad koymayı bırakırsa o zaman kendilerine üfleneni kaybederler ve kendilerine üflenen ile onlardan çıkan arasındaki bağ zayıflar. Şair bu bağa ilişkin bir hatırlatıcıdır. Bu hatırlatmayı ise ad koyarak yapar. Onun bu eylemi şeylerin özüne ilişkindir. Şeylerin özüyle ilgili olan insan anlağı ise iyi yani esendir. Esen olan durağan değildir. Türkçede rüzgâr için kullanılan ‘eser’ kelimesinde olduğu gibi esen olan diri bir nefes taşır. Bu nefes insani olan her şeyi barındırır. Yeri gelir poyraz olur yeri gelir meltem.”
Açabildim mi bilemiyorum… Bu tehlikeler sanat, edebiyat ve hayat alanında epeyce şey yapmış herkes için söz konusudur. Çünkü bir sanatçı, filozof, bilge kişi tehlikeyi insanlara işaret ediyor ama insanlar görmüyorlar. İşlerine gelmiyor. İsmet Özel’i Laokoon’a benzetmiştim. Düşüncem değişmiş değil; ama yazgımız bu ise yapacak bir şey yok. Bu böyle diye, sövmeye başlayamayız.

Sen bu yüzden mitleri ele almanın şiiri de insan anlağını da iyileştirici etkisi olacağını söylüyorsun. Rejenerasyon dediğin böyle bir şey…

Yollardan biri bu yalnızca. Mitlerde, hepimizi aşan nitelikleri ile ittifak ettiğimiz bireyler var. Onlar hem birey hem de toplumsal ideallerin taşıyıcıları. İsmet Özel, Bir Yusuf Masalı’nı yazarken çok heyecanlanmıştım. Hatta yazdığı masalı günlerce aramış sonunda Erzurum masalları içinde bulup ona yollamıştım. Masalın başındaki Münacaat, Naat, Sebeb-i Telif ne muhteşemdir!.. Orada bilinçliliğin gururuna kapılmış birinin değil aczinin farkında bir Müslüman’ın tam da bu yüzden müthiş, muhteşem kavrayış gücü terennüm eder. İslam sanatlarının tinselliği işte buradadır. Rejenerasyon da budur. İnsanlar bilinçliliklerinden ötürü hayatlarındaki fevkaladelikleri göremiyor. Sonra da kalkıp kendini zulme uğramış sayıyor. Kendisine sorumluluğu ile birlikte verilene bir baksa, egosunu şişireceğine bahçenin yapılması gereken nice işini görecek. Bir de şu var tabii, bizim de gücümüzün bir haddi var.

Şuradan devam edelim… Sen geçenlerde Yeni Şafak gazetesinin 6 Ağustos tarihli kitap ekinde İsmet Özel’in siyasal eylemi üzerine yapılan bir soruşturmaya katıldın ve şöyle şeyler söyledin. Okuyayım müsaadenle: “İsmet Özel’in şiirindeki ‘ben’ sesini toplumsal alana ve siyasete taşıdığını düşünüyorum. Birçok bakımdan sorunlu bir durum bu. Zira dünya, bizim istediklerimizin gerçekleştiği bir yer değildir çoğu zaman. Hz. Ömer’in, “Ben Rabbimi olsun diye çabaladığım işleri boşa çıkarmasıyla tanıdım, bildim” sözünü daima akılda tutmalıyız bu yüzden. Benim naçizane kanaatim İsmet Özel’in, bu çerçeve içinde bir üslup sorunu yaşadığıdır. Arzu ettikleri yaşarken olsun istiyor sanki. Reel politikle ilgisinin şeklindeki değişme bunu gösteriyor. Zaten Kız Kulesi Beyaz İken’den beri şiirinde de benzer bir sorun var. Şiirini, zemini gayri insani ve son derece yersiz bir sövgü ile çatıyor. Kırk Hadis şairine yakışmayan hırs yüklü bir dil tercihi. Toplumsal ve siyasal olana dair görüşlerinde de bu dil hâkim. Kuşkusuz toplumumuz onun görüşlerine çok ihtiyaç duyuyor. Fakat hiçbir toplum ihtiyaç duyduğunu kendisine söz konusu dil ile verene karşı sıcaklığını fazlaca koruyamaz. Oluşması arzu edilen sıcaklık, bütünleşme bu yüzden oluşmuyor. İsmet Özel, söylediklerini nicedir kendi ‘ben’ini sublime ederek söylüyor çünkü. Bu eda, Mevlana’da da Akif’te de yoktu. Haddim değil belki ama söylemeliyim: Bizi kendisine benzetmeye çalışan bu bun atmosfere değil ‘gelmekte olan insan’a seslenmeliyiz. İsmet Bey’in çığ gibi büyüyecek etkisinin önünde şiirindeki ‘ben’ sesi bir engel olarak duruyor. Şimdi bu ses toplumsal alana ve siyasete de sirayet ederek kendi kendini ne yazık ki lağvediyor. Gerçi onun eylemi reel politiğin herhangi bir yanında durmuyor ama söz konusu atmosfer içinde parçalanıp hiç de yakın durmadığı yanlarla karışıyor. Bu durumu aşmak, Özel’e olduğu kadar onun okuruna da gayret ve sorumluluk yüklüyor. Bugünün içinden de gelecek olanlardan da İsmet Bey’in eylediklerinden çok şey kazananlar olacaktır. Bundan hiç kuşkum yok. O kişilerin akıllarında tutması gereken hususların başında, güçlerinin bir derecesi olduğunu bilmeleri yerinde olur. Ancak bu sayede –İsmet Özel’in ifadesi ile- ‘tütmesi gereken ocağın nerede olduğu’ onlara gösterilecektir.

Bu okudukların üzülerek görüp söylediklerimdir. Bildiğim kadarıyla Mehmet Akif 1928’de ülkeyi terk ediyor. Bakıyor ki ülkedeki gidiş, kötü. Bir eylem yürütse etrafına çok kişiyi rahatlıkla toplar ama bunun yaratacaklarından çekiniyor; Kur’an mealinden endişe etmesi gibi bir şey bu. Yani kendi içinde toparlanıp gidiyor, tek başına. Kimseye “toparlanın gidiyoruz ya da toparlanın gitmiyoruz” demesi söz konusu değil. İşte tam da bu yüzden Akif’in eylemi bugüne çığ gibi büyüyerek ulaşıyor. Binlerce insan onun eylediğine hayranlık duyuyor. Yaptıklarının önünde kendisi yok. “Sessizce yaşadım, kim beni nereden bilecektir.” diyor. O günlerde bugünden daha beter varlık, kimlik sorunu yaşıyorduk. Akif’in büyüklüğü, Resmim İçin şiirinde bellidir. Yazdığı şiir hiç de modern sayılmamakta birçoklarına göre, bana göre tavrıyla modern şairlerin hepsinden moderndir. Ama bunlar değil önemli olan. Onun tavrı, “Akif ne yapıyor görüyor musun?” denmesine yüz çevirmesinde saklıdır. İsmet Özel sanki insanlar birbirine: ‘Bakın gördünüz mü İsmet Özel neler söylüyor, yapıyor!..” desin istiyor. Bunu aklım almıyor. Dünyada olacak olan olur, biz kalacak olana bakarız ki bizden sonra gelene bizden önce bize gelen ulaşabilsin. Elbet yaptığımızın öneminin, büyüklüğünün idrakinde olacağız ama, vazifemiz bizim yaptıklarımızdan büyüktür ve bugünden çok geleceğe dönüktür. Biz birer neferiz, kendimizi Talut saymak haddimize değil. Cahit Zarifoğlu, kendisiyle yapılan bir söyleşide söyle diyor. Müsaadenle bunu da okuyayım: ““Bizlerden gelecekler vardır; hamurlarını biz yapıyoruz şu anda.. Yıllardır ve yıllarca da. Eminim bizi küçümseyecek o gelecekler (…) Bizlerin, edebiyat tarihi yönünden, bir oluşumun öyküsü yönünden değeri olabilir (…) Bu yüzden bende, bu anlayış içinde olağandır denebilecek artistik kaprisler yoktur. Kendine pay çıkarma yoktur. İşimiz bizsiz olamaz; ama bizi, bireyliğimizi yutacak kadar iri. Bu yüzden kendi hâlinde bir işçiyimdir ben.” Bu çok önemli bana göre.

Cahit Zarifoğlu’nu ve Sezai Karakoç’u daha bir önemsiyorsun bu bakımdan, yanılıyor muyum?

İkisi de benim de içinde bulunduğum kuşakça neredeyse ulaşılmaz hasletlere sahip. İnşallah yaklaşmak nasip olur onlara. Tabii başkaları da var, farklı alanlarda. İsmet Özel de andığım sorunları ayırt edebilirsek büyük bir ses olmuştur. Şunu da söyleyeyim, onun ‘ben’ dediğinde derin bir acısı var. Bu apaçıktır. Sorun, acısının paylaşılmazlığını tabii görmeyip bir hınçla söylenmesinde. Bilir misim Cahit Zarifoğlu ile Necip Fazıl arasında anlatılan şöyle bir olay vardır. Rasim Özdenören’den okumuştum. Necip Fazıl’ın, gecenin bir vakti kapısını çalan biri: “Beni siz zehirlediniz!..” der ve kendiniz belli etmeden çekip gider. Necip Fazıl, bunu Cahit Zarifoğlu’ndan bilir ama bunun manası üzerine sanırım pek de düşünmez. Anlatmak istediğim başından beri böyle bir şey. Ya bu doğruysa, yani biz yazdıklarımızla birilerini zehirliyorsak. Modern ya da postmodern, yenilikçi, deneysel ama ya yazdıklarımızla insan denen varlık üzerinden tahrip edici bir etkimiz oluyorsa? Diyemeyiz ki aklını kullanıp zehirlenmesin. Bize de düşen aklımızı kullanıp zehirlememektir. . Çünkü “Şiirin methedilmeyen kısmı şeytanın çalgılarındandır.” deniyor dedik ve inandık. İnsan bu yüzden şiiri bırakabilir.

Sözcükler İçin Savaş

“Boğazıma Yılan Akmış Döv Beni” şiirinde böyle bir öz açık ediliyor sanki.

Evet. Mesnevi’de anlatılıyor, çocukluğumda annemden de benzer bir şey dinlemiştim. Adamın biri, sefer halinde, bir den bir yere gidiyor. Bakıyor ki bir ağacın altında biri uyumakta. O da ne! Bir yılan adamın açık ağzından içeri akıvermek üzere. Bizim yolcu koşuyor ama nafile yılan berikinin boğazından aşağı akıyor. Yolcu adam eline bir sopa alıp uyuyanı uyandırıyor. Vurmaya başlıyor. Beriki kaçmaya başlayınca da kovalıyor, yakaladığı yerde tekrar vuruyor. Bir pınara geldiklerinde yolcu zorla su içiriyor, sonra yeniden kovalayıp koşturuyor. Bu arada beriki neler neler sayıyor kendine bu zulmü reva görene. Fakat yolcuda durma yok. Sonunda karnına yılan akan o koşturmadan, su içmeden çürük elmalar yemeden sonra kusmaya başlıyor. Kapkara bir yılan çıkıyor boğazından dışarı. Adam şaşkın başlıyor yolcuyu bu defa övmeye. Övgülerin hamd ü senaların peşinden yolcunun niçin açıkça başına geleni söylemediği sorusu geliyor. Yolcu diyor ki, desem aklın uçar, ödün patlardı. Demem o ki halimiz uyuyakalmanın ta kendisi ve bize bunu bir söyleyen yoksa, işte o zaman korkmalıyız. İlahi yardım bizden uzak kalıyor demektir. Etrafımda insan dostlarımın olmasını bu yüzden isterim; tebaa sahibi olmaktan Allah korusun…

Bu söylediklerinden ve şiirinden ötürü alacağın tepkileri düşündün mü, öngördün mü diye sorsam… Hain evlat olarak mı anılacaksın, söylediklerinin özüne ermeye mi çalışılacak? Çünkü birileri sevinecek kuşkusuz. Ne düşünüyorsun?

Ben de babamın ve annemin evladıyım herkes gibi. Kimse bir başkasından kendini özel hissetmemeli. Buna hakkı yok. Sorduğun hususta öngörülerim, düşüncelerim kaçınılmaz olarak oluştu elbette. İsmet Özel’in tanıdığım, bildiğim gibi davranacağından kuşkum yok. Susacak, sessizliğin geçiştirmesine sığınacak. Bir sorgulama yaşayacağını sanmıyorum. Ben böyle davranmakla onu bir kez daha haklı çıkarmış oldum, ona göre. Zaten ben de ondan ziyade meseleye vakıf olma cehdindekileri, değişebilir olanları düşünüp duruyorum. Onlardan umut etmek istiyorum. Sevinenlere gelince… İsmet Özel’i onlarla hiçbir zaman değişmem. Fakat kimseyi de İslam şiir sanatının tininden üstün göremem. Şiir ortamımız benim söz açtığım irtifada seyredecek yetenekteki şairlerini küstürdü. Umarım onlar bir ses verir. Çünkü benim vurgularımı anlasa anlasa onlar anlar. Şiir ortamımız yüreğini kaybetmişe benziyor. Oysa gereğinde tasfiye de takviye de edebilmeliyiz… Ben hayatımın olgunlaşmaya doğru ilerlemesini arzuladım hep. Bu nedenle takviye edemediğim mevzii tasfiye ettim ki cephe düşmesin.

Sen Özel’in bir bakıma ‘fedailiğini’ yaptın, yani öyle dendi, öyle algılandı, çoklarına karşı onu savundun zaten…

Sevgili Mustafa Fırat, ben kendi İsmet Özel’imi, bildiğimiz, benim burada anlattığım, televizyon programlarında sövgüler düzen, benim nicedir tanıyamadığım İsmet Özel’e karşı savunuyorum, her şeyden önce… Yaptığımın bir yanı budur. Başka birçok boyutu da var izah etmeye çalışıyorum.
Ayrıca evet. Elbette… Tabii ki savunacağım. Serkan Işın’a, Yücel Kayıran’a ya da burada adını anmanın gereği olmadığı pek çok kişiye söz söyletecek değildim ya… Ayrıca onun buna ihtiyacı da yoktu, benim yaptığım kendi sorumluluğumdu, o kadar. Bundan sonra da sorumlu hissettiğimi yaparım… Fakat ben şunu sık sık izah etmeye çalışıyorum: Kendimi Gustav Mahler için şunları söyleyen Schönberg gibi hissetmeyi çok şükür başarabilmiştim: (“Modernizmin Serüveni”seçkisinden özetliyor) “Gustav Mahler’e olan inancım kesin ve sarsılmazdır ve onu en büyük adamlardan biri olarak görüyorum (…) Gerçeği söylemek gerekirse, sarsılmaz bir güven içinde olmalıyız: Nasılsa inancımız ötekileri de sarsacaktır (…) Böyle yanıp tutuşmamış bir havari ancak bir sapkınlığı vaaz eder. Kendinden bir hale esirgenenin bir tanrısallık imgesi taşıması da söz konusu olamaz. Kuşkusuz havarinin kendisi aydınlık değildir; o, bedenini sadece bir zarf olarak kabul edilen bir ışıkla parıldar: Işık zarfı deler geçer, ama bu ışık şefaatlidir ve yanan kişiye kendisinin bir aydınlık olduğu görünümü izlenimini bahşeder.”
Bilmem anlatabildim mi? Işık, zarfı delip geçeli çok oldu. Dediğim gibi, bu nedenlerden ötürü takviye edemediğim mevzii tasfiye ettim ki cephe düşmesin. Ayrıca ben de savunurken hatalı davranmış olabilirim. Nitekim Serkan Ozan Özağaç’a karşı tavrımda yanıldım. Bunu ifade etmekten neden çekineyim.
Müsaadenle meseleyi bir de Mevlana’dan aktarayım. Schönberg ve Mahler örneklerinden daha iyi anlaşılır kılacak. Mesnevî’nin ilk cildinde, ‘O, bir kişidir’ diye ‘yalancı bir iddiacıya’ sadakatle bağlanan bir müritten söz açar Mevlana Hazretleri: “Ancak –inanışındaki- parlaklıktan dolayı o yalanın hakkında yararlı olduğu istekli nadir olur. Her ne kadar şeyhi can sandı, ama ceset çıktıysa da, o kendi iyi niyetiyle bir yere varır. Gece ortasında kıbleyi araştırmak gibi; kıble yok, ama onun o nazmı geçerli. İddiacının can kıtlığı, gizlidedir. Fakat bizim ekmek kıtlığımız açıktadır. Biz niçin iddiacı gibi gizleyelim, Yalancı namus için niçin ıstırap çekelim.” Ben ekmek kıtlığı için açlardan olmak istedim. Bunu da açık ettim, gizlemedim. Bilinçliliğin gururu ile devinip bir halde kalmadım. Aynı rolü mevzu değiştirip oynamak benden uzak olsun. Dedikodudan başka söyleşmeye yaklaşamayanlar benden şunu duymak istiyorlar: “Evet, ben İsmet Özel’i bir usta, bir şeyh misali gördüm.” Doğrudur, öyle gördüm ve gereğini de zaman içinde derece derece eyleyip yine derece derece uzaklaştım. Şimdi bu derece bağlılığı kim yapabilir? Sorarım… Bugün bu söylediklerim o bağlılığın evrilmesidir. Ömrü alış veriş farsıyla geçmiş müteşairler benim ne o halimi ne de bu halimi anlayabilir.

Şimdi tekrar şiir alanına dönmek istiyorum. Sen İsmet Özel’in Türk şiirindeki tinselliği korumadığını da vurguluyorsun…

Korumak ne kelime. Sadece kendi ile ilgili oldu diyorum. Anadolu’da ceviz ağaçlarını bir yere dikerler, çünkü orada başka hiçbir şey artık yetişmez. Ceviz ağacının salgıları buna müsaade etmez çünkü… İsmet Bey, bu misaldir. Etrafında bir şeylerin yeşermesine müsaade etmez. Fakat Türk şiir ortamı artık kalabalık görünce taklalara başlayan paçalı güvercinlerden de tavus kuşu misali renklerini sergileyenlerden de bıkmıştır. Etik değerleri estetik değerlerden daha öne almanın vakti geçeli çok oldu. Bir kişioğlunda etik varsa estetik nasılsa bir irtifa kat ediyor ama etik yoksa, estetiğin varlığı işte şairi Süleyman Çobanoğlu gibi TV programı yapımcısı yapıyor. İsmet Özel, o çok değerli zarını tuttu tuttu Çobanoğlu için attı. Şimdi eminim benim eleştirilerime ‘tabii ben onun hakkında yazmadım da ondan böyle konuşuyor’ diyordur. Buna ben aldırmayalı çok oluyor. “Dolunay olan hilal parmakla gösterilmez” demiş atalarımız, Divan-i Lügati’t Türk’ten okuyoruz bunu. Nicedir İsmet Özel, birini işaret etse ne olurdu ki? Bir de bu var…

image

Günümüzün şiirinin malul olduğu yanlarla bu dediklerinin ilgisi ne?

Çok… İsmet Bey, arzu etseydi, Türk şiir ortamında elinde sopasıyla gezseydi, bizim temizlemek zorunda kalacağımız ayrık otları bu kadar çok olmazdı. Ama fanlarının çoğalması yetti ona. Şimdi şöyle bir şey var, şiir ortamımızda. Bazı adlar var. Ödüller de almışlar. Hep kadınsı bir hassasiyetle hareket eden adlar bunlar. Sabah akşam kötü şiir yazdıklarını bildikleri için ilişkilerle gemilerini yürüttüklerini sanıyorlar ama ezik, her durumda eziktir. Bazıları da var ki yıllardır orada öylece kararlı bir öküz gibi duruyor, Turgut Uyar’ın ifadesiyle. Bilirsin yer tarif ederken insanlar falanca öküz heykelinin, filanca at heykelinin oradan şu kadar gideceksin diyorlar. İzmir’de benim oturduğum yer de böyle… Hipodromun yakınında at heykelleri var, biraz ileride bir iki fil ve yavruları. İnsanlar şiirde de böyle taşsılaşıyor ve sırf kararlı bir öküz gibi orada eğleştiği için yer ediniyor. Demin Serkan Ozan’da yanıldığımı söyledim. Ama Hakan Arslanbenzer’de ve diğerlerinde yanılmadım. Bir küçük İsmet Özel olarak etrafına topladıkları ile Neo Epikçilik safsatasını sürdürüyor. İnsan bir dostun varlığı ile kendi varlığını bulur. Kendi varlığını bulmaya doğru yol alan da böyle şiir fırkalarının adı altına sığınıp ayakta kalmaya çalışmaz. Türk şiir ortamında olan bu. Çok Sesli Şiir diyenler de Neo Epik diyenler de Deneyselciler de Görselciler de şiir yazamadıklarını biliyorlar artık. “O halde” diyorlar “her şeyin buharlaştığı bir dünyada şiiri de buharlaştıralım ki bizim yazdığımız zırvalara şiir denmeye devam edilsin.” Yani heykelleşmiş bir kararlılık gösterecekler. Deneyselci ve Görselci denen fırkaların durumları çok daha vahim. Tat almak için klasik bir şiiri okumak ama artık imgelemleri boşaldığı için, böyle bir şiiri yazamadıklarından oturup zekâ ile bir şeyler karalamaları gerekecek. Şimdi Ahmet Güntan’ı düşün… İkinci şiir kitabı Köpüklü Bir Kan, Bir Duman’ı kitapçılarda satmayıp seçtiği isimlere postalayan bir şair olarak sen kalk, şiirde aktörlük et. Heidegger, ‘Aksiyon özü tamamlamak içindir” der. Şimdi bir öz böyle olunca tamamlanmış mı oluyor yoksa, unutulmuş mu? Bir de herkesle iyi geçinen hünsa bir hümanizme sahip olanlar var tabii. Asıl onlar şiirin yüz karalarıdır. Böylelerine hiç yüz vermemeli.
Bir de şu var: Şiir ortamı böyleyken şiir eleştirisi diye bir şeyin adı bile edilemez. Bu yüzden bir Orhan Koçak’ı günün şiirine eğilirken göremezsiniz. Bu bataklığa Ali Galip Yener de girmek istemez. Yenileri de çıkmaz zaten. Ne olur peki? Her fırka kendi övücülerini, tanıtıcılarını yaratır. Biz bir fırkaya dâhil değiliz. Seninle benim diyalogumu insanlar nasıl da yadırgıyor, duyuyorsun işte…

Seni tanıdıktan bir ay sonra evimde misafir edecek kadar güvenilir birisin, ama şunu sormam beklendiği için sorayım, neden bu denli katı ve sertsin? Uzlaşmaya yanaşmıyorsun? Biraz yanaşsan bu adamlar senin heykelini dikerlerdi…

Ne güzel söyledin, ben bir heykel olmak istemiyorum. (Gülüşüyoruz) Şiir, ruhumu teslim edene kadar onu koruduğum bir sırça gibi benim için. Ruhum asıl sırçadır ama. Bunu hiç unutmam. Sırça gene bir sırça ile korunmalı ki saydamlığı görünsün. Şiir, korurken, koruduğunu kırılıp bükülerek zedelememeli. Ben buna titizleniyorum. Bir sertliğim varsa bundan. Şiir yoluyla okurun ruhunu kendi kararmış, sırçalığı kalmamış ruhlarından çıkan şiirleri ile karartan şairlere tahammül edemiyorum. Yoksa benim gibi yumuşak başlı biri neden hışım sahibi olsun. Hilm sahibi olmayı isterdim, Ebubekir gibi olmayı… Ama bende ‘Ömer öfkesi’ var. Hepimiz bir oyalanma içindeyiz. Çekip gideceğiz aslında. Ben, benliğime konan öfkeyi gösterip göstermediğimden sorumlu olacağım; bir başkası ise benliğine konan sükûneti bozmasından… Yani, bende olmayanı benden isteme… ‘Öf’ denecek zamana dek sabrettik mi, bak işte bu önemli. Şiir söz konusu olduğunda bu böyle. Hayatta ise ne kadar da acizim.
Ayrıca bu senin için de geçerli. Benim gibi meseleleri olan bir adamla yan yana görülmek, senin çevrende nasıl karşılanır, bilemem… Biliyorsun bana, meselelerimin çağdaş olmadığını söylüyorlar, ben de “evet haklısınız, çağımı seviyorum ben, bu yüzden de benim meselelerim çağı aşan meselelerdir” diyorum…

Haklı olabilirsin… Ama gerçek çevremizi böylelikle görmüş oluyoruz. Şairler birbirleriyle dostluk kuramıyorlar. Bundan kurtulmak gerek. Sevgili Celâl. Her şeyden önce açık yüreklilikle konuştuğun için teşekkür ediyorum sana. Söylediklerin ve şiirin inşallah maksadına erer…

‘İnşallah’, diyelim. Hoca Nasreddin öyle demiş biliyorsun. Hava yarın güzel olursa ormana, olmazsa hamama gitmeyi planlamış da hani, işler istediği gibi olmayınca, karısının ‘inşallah’ uyarısını anlamış ve yağmurdan sırılsıklam eve dönünce ‘kim o?’ diyen karısına ‘inşallah benim karıcığım’ demiş. ‘İnşallah’ diyelim. Ben sana teşekkür ederim Mustafa Fırat. Sen, bu ve bundan önceki konuşmalarımızda bana kardeşlik gösterdin; eleştirdin de destek de oldun…

Not: Şöyleşide mevzu bahis şiirlerden İsmet Özel’in şiiri için şuraya bakılabilir:  http://www.karakutu.com/facayi-yazmasaydim-yaza-yazik-olurdu/

Cevabımızsa budur:

Deli Dumrul Şairi Faciayı İşaret Ediyor!*

‘Gülünç olan, bu dünya için koşum takman’
Franz Kafka

Yaz aylarının üçü de birdir yüce gönüllü bollukta
Bahar gibi güz gibi emekler erteye kalmaz yaz aylarında
Birinden birinde alından burun ucu yoluyla düşerler öne
Yaz ayları hak etmediğini bulur gene de
Sözgelimi insanlar plajlarından gelip seçim yaptılar yenice
Tabiatın emekleri insanları gönendirdi
Yaz ayları vereceği bittikten sonra çekilmesini
Pek güzel bilirdi.

Yaz ayları dedin şiir dedin facia dedin orman yangınları dedin
Gençliğimde dedin it kuklası yaptım oynadım oynattım dedin
Bilmediğimiz bir şeyi her zamanki kibrinle söyledin
Sen böyle gerine gerine ‘ben ben’ dedikçe gülerler:
‘Sen neymişsin be abi aa aa’ derlerdi de
Bendeki seni düşünüp üzülen yine ben olurdum
Yaz ayları doğrusu insanlar pek gülünç olurdu
Sair zamanlarda eğilirken göğsünü kapatan kadınlar
Yaz aylarında pilajlarda nasıl da rahat soyunurdu
Sair zamanlardan neydi değişen yaz aylarında?
Yeryüzünde böbürlenerek bu yürüme
Neden değişmedi sende?

Keşke şunları da biraz bileydin: Yaşlandıkça bilgeleşmeyen
Teninde ergen boğasamışlığı kalan bun şairler için yaz ayları
Örtünen masum kızlar bile
Ergenlik sivilcesine bürünür mahreminde
Böyleleri en çok dökülmeyen saçlarıyla övünür
Tarakları arka ceplerinde yağlanır da
Parlayan saçlar biriyantinlenmiş görünür
Türklüğü İskoçlukla Danişmend Gaziyi Robin Hudlukla
Karıştırırlar ama, nadim olmazlar asla;
zira hâlâ:
“İrlandanın Willam Butler Yeats’iyim
Kim bilebilir kendi kendimin Bill Gates’iyim
Hecem tutmadı kafiyelerim göz için oldu
Gecem kulak için de olsa köz için oldu
Oldu oldu ben söyledim de oldu”
demek
Benliklerine denk düşmüş şiirdir aslında
Oysa burası İrlanda değil, koca Akif de
Hırsından dili burulmuş namına vurgun jön-Türk değildir.

Şimdi ben nicedir istemem ki senin yaşına böyle geleyim
Suretâ superpoze, afili, paronoyalarla delik deşik ama kuyruk dik
Kendi özge başının değil de bön başlara görünmenin belâsıyla dopdolu
Yazık, Tanrı kendi başının belâsından bu dünyada mahrum bırakmış artık onu
‘Dilerim benim belamı burada versin’ diyemeyecek kadar hesapsız hesaplı
Parmağında Spinoza misâli yüzükler, altında -kim bilir- ‘Tedbirli Ol’ yazılı
Calut’a karşı cenge gittiğini söylerken Talut’u kendi sanarak
Avuçlar dolusu su içtiğini istemem saklamak
İstemem tedbirli olmak
İstemem belâmı bulamamak
İstemem kendimi beşikte konuşmuşlardan gösterip
Dilimi zamane daldırmak
Kalbimin kanıyla yazamamak
İstemem yaz aylarında
Ömrümün ahirinde
Yaptıklarımın faciası olmak.

Ulm, 23-25 Temmuz 2007

spekulatorlere-karsi-siiri-savunmak20140130110351

“ŞİİR ASIL MECRASINA DÖNDÜ”

şeytanın günlüksüz ırgadıİmtiyaz sahibiCelal Fedai İç Şiir Kitabı Kapak Resmi

“ŞİİR ASIL MECRASINA DÖNDÜ”

Mustafa Fırat: Değerli Celâl, “İç” adını koyduğun şiir kitabın üzerine seninle konuşmak istiyorum. Bu kitabın yayıncısı olduğum için sanırım hemen herkesten önce ben okudum. Üzerinde düşünmeye de fırsatım oldu. Sen yakın bir zamandan beri şiir, edebiyat ve hayat etrafında şekillenen tüm yapıp etmelerini ‘Neo Klasik’ bir tavrın, anlayışın şekillendirdiğini söylemeye başladın. Benim de bu adlandırmada kimi, deyim yerindeyse ‘kışkırtmalarım’ oldu. “İç” şiir kitabın Neo Klasik bir şiir toplamı mıdır?
Celâl Fedai: Neo Klasik bir tavrın ya da anlayışın şiirde, edebiyatta ve hayatta en ‘modern’, yani zamanın gereği tavır olduğunu düşünüyorum. İronik bir şey söylediğimin farkındayım. Klasik bir tavır nasıl olur da en modern bir tavır olur? Sanatın, düşüncenin geldiği bugünkü noktada pekâlâ olur. Hatta bu bir zorunluluktur bugün. Son yirmi otuz yılda düşünmenin, sanatın, hayatın anlamına ilişkin algımız kökenini kaybetti. Şiirde yenilik girişimlerinden gına geldi. Siyasetteki ikiyüzlülük toplumsal hayatımızın gerçeği oldu. Yeniden ‘klasik bir düzen’ tesis etmemiz gerek. Hem şiirde de değil hayatın, toplumun tüm alanlarında bunu yapmak durumundayız. Halimiz bizi zorluyor zaten. Her tür sanatsal yenilik bile bir klasik düzen fikrinin içinden gelişir. Yenilikler o düzenin daha iyileşmesi içindir. Yenilik, bir noktayı bozup bırakmak değildir ki. Önce bozsa da yenilik yapan kişi, sonra orayı âbâd etmek ister.
Ayrıca bunu yeni de düşünmüş değilim. Son on yıldır bu anlayışla yaptım ne yaptımsa. İlk kitabım Şeytanın Günlüksüz Irgadı, ‘Şair İdesi’nin, doğup büyüdüğüm taşra dünyasından yaşamak durumunda kaldığım ülkenin, dünyanın taşrasına taşınıp yaşatılmaya çalışılmasını mesele edindiğim günlerin ürünüdür. Şair’i tanımak istedim. Tanıyınca da çok sevdim. Baktım ki unutulmuş. Hatırlatmak istedim. Hatırlattığım şair kişilik çoklarının işine gelmedi. Ben sanıyordum ki sevilecek… Öyle olmadı. Bu yüzden de şiirim ve düzyazılarım yer yer sertleşmek zorunda kaldı. Ama şunu da -olumlu ya da olumsuz- tespit etmeliyiz. Şiir ve şair idesi açısından öze doğru bir çekilme var. Son otuz yıldır Türkiye’de şiir, mecralarından bir diğerine, belki de ötekine göre daha asıl olan mecrasına, yani ruhsal olanı kavrama alanına döndü.
— “Şiir asıl mecrasına döndü”, derken kastettiğin tam olarak ne? Hem eleştiriyorsun hem de olumladığın yanlar var gibi…
— Evet, haklısın. Aslında karışık değil. Şiir insan teklerinin dünyada bulunuşlarını kavramada onlar için bir refakatçiyse eğer, -ki bunun böyle olduğu yolunda beyanlar pek çoktur- ideolojiler döneminin sona ermesiyle birlikte, şiirin mecralarından bir diğerine, belki de asıl mecrasına çekilmesi kaçınılmazdı. Öyle de oldu. Ancak bu çekilmenin büyük şairleri henüz çıkmadı ya da çıktı da kulaklar hâlâ eski dönemlere ayarlı olduğu için fark edilemiyor. Ruhsal olanı kavrayabilen bir şiir yazanların, derin şairler olduğunu düşünüyorum.
— Şiirin ruhsal olana ilgisi, asıl mecrasına dönmesi bahisleri senin için öncelikli konular olmuş. Şu ‘mecralar meselesi’ üzerinden İç kitabının dünyasına baktığımda, açılan bir yelpazenin daralmasını görüyorum sanki…
— Mecra hususu farklı adlandırılmalarla hep karşımıza çıkar. Aslında temelde şiirin aktığı mecra iki türlü. Şiir, dünyada olup bitenler ile ilgili olarak en başta şair kişiliği uyarır. O da sabah erkenden kalkar ve öteki insan teklerini uyarır. Bunda bir doğallık vardır ama şairler ideolojiler dönemi boyunca, bu uyarma vazifesini yapmaktan ötürü kendilerini peygamber filan sanmaya başladılar. Oysa yaptıkları sadece şiirin bir mecrasında, zamanın gereğinin sorumluluğuyla akmaktan başkası değildi. Türkiye’de şiire başlayan herkes, Nazım Hikmet ya da Necip Fazıl şöhreti, aksiyonu bekler oldu kendinden. 1965’ten sonraki kuşaklarda bu hali daha bir net görürsün. O kuşağın gündemde kalma hırsı, şiirin bir diğer doğal mecrası olan içsel dünyada akmaya uyarlanamadığından ötürü türlü facia görüntüleri doğuruyor bugün. Halkın Dostları’nı çıkaran iki ismin başladığı yere, dünden bugüne yol alışına ve bir de şimdiki hallerine bir bak. Hem şiirlerinde hem de siyasal, toplumsal analizlerinde, geçip giden günlerdeki şöhretin, şair pozunun arayışı var. Uyarma vazifelerini yaparken kendilerini olamayacakları bir görüntü içinde buldular. Bu da hoşlarına gitti. Hep o görüntü devam etsin istiyorlar.
— Bir çeşit kompleks mi bu?
— Sanat nicedir toplumu etkilemiyor. Tek tek bireyleri etkilemek durumunda. Şiirin aslı yanlarından biri, belki de bir bakışa göre asli yanı bu. Şairlerse bunu anlamak istemiyor gibiler. Artık şiir, varoluşunun derdine bir nedenle düşmüş insan teklerine seslenmek durumunda. Ben de bir zaman bunu kabullenmekte güçlük çektim ama zamanla toplum için ya da şairler için yazmak yerine ruhsal dünyama yolculuğumu önemsemeye başladım. Kuşkusuz kimi zaman toplumu, kimi zaman şairleri de uyarmak isteğim oluyor ama yolculuk içedir. Farkındasındır, insanlar coğrafya üzerinde dolaşmaya pek meraklı oldular. Turist, diye bir millet oluşturuldu ki insanlar içlerine gidemesin. Yakın çevremde yürümeyi severim. Tabiatıysa pek çok. Gerekmedikçe dışıma çıkmam. Bu yüzden, ressam dostum Erdoğan Zümrütoğlu, İskeletimde Asılı Meyveler olarak koyduğum kitabımın adının İç olmasını önerdiğinde gülümseyip hemen benimsedim. Tabi bu adda bu kitaptaki şiirlere dair her şey içerilmiş değil. ‘İç’ kadar ‘dış’ın da bir argümantasyona tabi tutulduğunu ehli fark edecektir. Kitap kapağından şiirlerin farklı formlarla ele alınışına kadar bu böyle. Uzatmayayım. Bugün şiir, doğrudan duyularla verilemeyecek derecede ruhsal olanı verme durumuna gelmiştir. Zaman bunu fısıldıyor şaire. Şair ve şiir, insanın ruhsallığına, maneviyatına çekilecek ve oraya çekilmiş okurunu bulacak
— “Bugün”den konuşuyoruz. Yani 2000’li yıllardan… Yoksa daha öncesi mi var dediğin sürecin. Bir de bugün böyle bir ‘çekilme’ var mı? Ben açıkçası göremiyorum.
— Bunu, 1980’lerden bugüne de başlatabiliriz.
— İyi ama şairler bunun ne kadar farkında. Şiirin alabileceği formlar ile ilgili sürekli arayışlar var. Bu da senin söz ettiğin şiirin aktığı toplumsal mecradan içsel olana geçişte, şairler arasında bir isteksizlik olduğunu göstermiyor mu?
— Schopenhauer’ın sanatta sıradanlık ve seçkinlik bağlamında söylediklerini hatırlamak, sana da bana da bu konuda sükûnet verebilir.
–Şairleri sanatın araçlarıyla oynamaya yönelten itkiden mi söz ediyorsun?
— Evet. Şairin, amacına dair uygun bir bilgiye sahip olmadan şiirin araçlarıyla canının istediği gibi oynamasını Schopenhauer, acemiliğe dahası beceriksizliğe bağlıyor. Hatta bunun has bir şair ile beceriksizi ayırt eden bir nitelik olduğunu söylüyor. Çünkü daha şiirin başında düşünce devreye giriyor. Sezgi, imgelem baskılanmış oluyor. Oysa Neo Klasik şiir, bir tavırdan ibaret. Öze ilişkin bir hatırlatma. Sonrasında şair özgür. Baskılayıcı bir kuram yok. Ben başından beri bunları hatırlayıp eyleyen ve yazarak hatırlatan olmaya çalıştım. Dediğim gibi ben ‘şair ve şiir idesini’ hatırlatıyorum.
– Şair, senin anladığından, hatırlattığından farklı olarak ne sanılıyor…
— Aydınlanma düşüncesi dünya için bir felaket olmaya devam ediyor. En kanlı savaşları, bu düşüncenin doğurduğu hümanizm sapkınlığı ve diğer ideolojiler üretti. Hâlâ da üretiyor. Yeryüzünü mahvediyorlar. İnsanlığın tüm birikimi, Garaudy’nin deyimiyle ‘insanlığın medeniyet destanı’, büyük oranda yok edildi. Tüm vicdan sahipleri buna itiraz etti. Şairler yirminci yüzyıl boyunca buna itiraz ettiler. İkinci Paylaşım Savaşı’ndan sonraysa itirazlar azaldı. Şiiri, bilimi, felsefeyi bir din haline getiren hümanizm, bu alanları son elli yıldır, müthiş bir maharetle pasifize etti. Nasıl dinlerse bunlar, hiçbir işlevleri kalmadı. Bugün şairlerin büyük çoğunluğu, şiirin kendileri için bile boş bir oyalanma olma haline düştüğünü göremeyecek kadar kendilerinden, yaptıklarından bihaberler
— İyi de Batı düşüncesi hâlâ göklere çıkarılıyor ve aslında buna da ihtiyacı yok. O derece de nobranlaştı. Dünyayı yöneten onlar, diye de herkes peşlerinde değil mi?
— Ben Batı düşüncesini yerlere batırmak derdinde değilim. Bununla uğraşmaya değmez. Hem zaten bizzat kendi içinden bunu nefis yapanlar var. İnsanların ideallerine değil sıradan insanların en hayvani eğilimlerine, nefslerine seslenerek hayatta kalan bir düşünce bu. İnsanlığa, bu düşüncenin verimlerinin bir serinlik veremediğini söylüyorum.
— Nedeni ne sence bunun? Batılı ve Doğulu zihin işleyişinin ayrımını yaparsan yani, ne dersin…
— Batılılar, biliyorsun Kilise kurumundan çok çekti. Hümanizmden beri fert fert dünyaya kendilerinin bir anlam yüklemesi gerektiğine inanarak yol almaya başladılar. Bunu önce felsefeyi bilgelik sevgisinden, yani hayattan tümden koparıp dar bir alana sıkıştıran filozoflar yaptılar. Spinoza’dan sonra Batı felsefesi açık bir şekilde bu yolda ilerledi. ‘Büyük işler’ yapmış olabilirler kimilerine göre ama bana göre bir serinlik yoktur ne Hegel de ne de ne bileyim Wittgenstein’da. Her şey spekülasyondan ibarettir. Benim hoşuma gidiyor doğrusu ama yörüngemin ne olduğunun bilincindeyim ben. Neyse… Filozofların peşinden yazarlar, şairler, ressamlar, müzisyenler devam etti. Bach’tan sonraki Batı musikisi için ağıt yakan Adolf von Grolman haklıdır. Resim sanatının hali de malum. Günün ressamları Van Gogh’un adını nasıl ağızlarına alıyorlar bilemiyorum. Özetle bu insanların dünyaya kendilerince bir anlam yüklemek istemeleri edebi, düşünsel, siyasal akımları ideolojileri doğurdu. En son siyasetçiler kervana katıldılar ve onlar da kendi dünya tasarımlarını başka insanlara, milletlere dayattılar. Şimdilerde postmodern zamanlarda bunu sıradan insanlar da yapıyor. Edepsizce internette kendi fetiş nesnesine dönüştürdükleri benliklerini teşhire çıkarıyorlar.
İşin kötüsü bu hastalık Müslümanları da Hintlileri de Çinlileri de sardı. Slumdog Millionaire filmi Hindistan açısından bu kara tablonun tam bir örneği. Ama Ayşe Şasa Hanımefendiden öğrendiğime göre Semih Kaplanoğlu’nun Bal filmine Berlin’de genç bir papaz hayli ilgi göstermiş. O, bu durumu, insani hallere kayıtsız kalamama, bu hallere bir çeşit muhtaçlık olarak yorumluyor. Dikkate değer bir tespit. Bu yoruma katılıyorum. Bizse o halleri doğallıkla yaşıyoruz. Lakin terk etmeye hevesli bir genç kuşak var. Bana kalırsa bir Müslüman’a dünyanın, hayatın, sanatın anlamı verilmiştir. O, bunları aramakla oyalanmaz. Yolu buraya kadar değil bundan sonradır. Bu yüzden de onun yazdıkları bugün için kolay anlaşılır şeyler değildir. Öyle gelir insanlara. Kendimi yontulmuş bir heykel gibi görüyorum. Neden daha da yontmaya uğraşayım. Yürür giderim. Özgür olurum, yontulduğumu bilerek.
Özetle fark bu, bizler dünyaya anlam yüklemeyiz, dünyayı anlamaya çalışırız. Batılılar bir anlam yüklemek için başkalarıyla, kendileriyle çatışır dururlar. Modern dünyadaki çatışma fikrinin de kökeni budur. George Simmel’in izahında da bunu bulabilirsin.
–İmtiyaz Sahibi kitabındaki ‘imtiyaz’ bu son dediğini fark eden şaire mi ait.
–İmtiyaz Sahibi, bir şiirsel dramdır. Sahnelenmek ister. Zaten okunduğunda, okurdan ayağa kalkıp beş farklı dona bürünmesini bekler. Tabii şizofren olmamayı başarmak gerek. Türkiye’nin bugününde, inancını insanlığa bir kurtuluş olarak sunma erdemine sahip olmak isteyenler için o kitap, bir çağdaş Dede Korkut hikâyesidir. İşaret ettiğinde hakkın var. Hikâyede kendini bulmaya çalışanlar bana göre bugünün dünyasında bir ‘imtiyaz’a sahiptirler. İnsanları kucaklayacak kolları vardır. Şiiri ve düşünceyi fetişleştirmezler.
— Neo Klasik tavır, anlayış, şu halde hümanist bir tavır olmuyor mu?
— Asla değil. Aksine Neo Klasik anlayış layık olduğu değerin aslının, gerçeğinin insana, şiire, bilime verilmesidir. Şiirin bir din haline getirilmesi değildir. Şiir, şiirdir. Şairler için de dinin yerini tutamaz. Ama kuşkusuz çok değerli bir refakatçidir yanı başımızda.
— Ama tutuyor işte… Dindar şairler bile şiiri kendilerine din haline getirebildi. Hatta şairliklerinden kendilerini neredeyse peygamber gibi bir öncü görülsün, diye de bekler oluyorlar. Dahası da var “İslam şiire karışmaz” da deniyor. Dışarıdan bakan biri olarak söylüyorum. Şiiri bir serbest atış alanı olarak görme eğilimi, İslami duyarlığı olan şairler arasında yaygın epeyce…
— Böyleleri şairlik pozuna fena halde kapılmış olanlar. Şiiri rejenere edebilecek bir yetenekleri, emekleri olmadığı için kolay olanı seçiyorlar. Modern şiirin yolundan gittiler önce. Şimdilerdeyse postmodern zamanlarla başları dönmüş olarak şiir yazıyorlar. Neo Klasik anlayış yalnızlık, yalınlık gerektiriyor. Dediklerin yalnız kalamazlar. Dışlama, dolayısıyla yaşanan zamandan dışlanma gerek bize. Parmak ile Boyanmış, bu yüzden böylelerinin en çok unutmak istedikleri kitabım oldu. Oradaki Na’t, tüm söylediklerimi ifadeye yeter.
— Özetle sen, “İç”ten önce de Neo Klasik bir anlayış içinde olduğunu söylüyorsun.
— Elbette. Suyu Seveni Derin Batırın Irmağa’daki emek kendini belli etmiyor mu. Spekülatörlere Karşı Şiiri Savunmak’ta neden bu kadar sert olmak zorunda kaldım. Sevgili Fırat, dünyanın her devrinde yangınlar oldu. Bu çağınki gezegen düzeyinde. Bu yüzden de her inançtan vicdan sahibi yangına işaret etmeli. Böylelerinin inancını ben, kendi inancım biliyorum. Tabii ki inancımın farkındayım ama dediğin gibi Müslüman duyarlıklı olanların hali de ortada. Amerika’ya küfrederken ondan bir farkları da yok. Hem onlar gibi şiir yazıyorlar hem de onlara söverek prim yapma derdindeler. Neo Klasik tavır, en çok, gelenekçi bir zihin işleyişine sahip olanlarla sorunlu bu nedenle. İnancının gerektirdiği estetik için çalışmayanlara tahammül edemiyorum. Ondan nemalanan uyuşuk, tutkusuzlara da…
— “İç”te de sertliğin devam ediyor…
— Senin de nedense hep bu şiirlerim dikkatini çekiyor. Kitabın ilk şiiri Buğdaya Güzelleme ile açılan ilk bölümü konuşmak isterim söz gelimi. O bölümde sertlik yok.
— Tamam, oradan başlayalım. Bu ilk bölüm, yalın. Hem de çok. Gerçekten meselen ya da kendi başına ‘mesele’ bu kadar yalın mı?
— Şairler, yazarlar kişisel hayatlarındaki sorunlardan beslenme kolaycılığını sanatın temeli gibi sunmakta çok başarılı oldular. Bu kolaycılığa kapılmamaya çalışıyorum. Yazdığım şiir, gerçek bir tohum olsun istiyorum. Gerçek bir tohumun toprakta da topraktan çıktıktan sonra da işi hayli zordur. Birçok tohum toprak altında kalır ve gübre olur. Benimkilerden de olacak var. Belki de pek çok. Ama olsun. Çocukluğumda türlü meyvesi olan bir bahçe kurmak istedim hep. Sonra meyvesi olmayan ama insanların soluduğu havaya katkısı olan ağaçlıkları da sevdim. Fidanlıklarıysa tarifsiz sevdim. Kitabın ilk bölümü insanları yalın, yalnız zamanlarında kendi hallerine bakıp gülümsemeleri gibi bir etki taşıyor bende.

— Kime gülümsüyorsun? Şiirlerde sanki bir başkası var…
— İlk şiirimden beri o hep vardı. Bir alter-ego belki. İçimdeki közün köz olarak kalabilmesi ona bağlı belki de. Fakat burada şuna dikkat etmeli, şiirin argümantasyonla ilgili yanları izleklerle, yani içle sınırlı değil.
— Ya duygu boyutu. İnsana derinden etki bırakıyor…
— Etki duygudan değil maneviyattan, ruhsallıktan, tinsel boyuttan. Duygusallığın ruhla bağlantılı gelişmesi gerek, yoksa maneviyatı zedeler. Onca berbat aşk şiiri bu yüzdendir. Duygusallık insanı sakatlayabilir pekâlâ. Gerçek maneviyat duygusallıktan öteye geçer. İç’in ilk bölümüne bu yüzden İskeletimde Asılı Meyveler adını koydum. Meyvesi tam olgunlaşan nar ağaçları tüm yapraklarını döker. Sonra narlar çatlar. Üstünde meyveler yüklü bir iskelete dönüşür ağaç.
– Sonra onları kuşlar yer… Günün şairlerinin pek hoşuna gitmeyecek bu yalın şiirler. Bunu biliyorsun değil mi?
— Kişiliğim çağımla şekillendi. Yazdığım şiir de öyle oluyor. Bal filmini alkışlayan papazlar kadar da olamayan şairler için yazmıyorum ki sevmelerini bekleyeyim. Saf bir inançla hareket etmeye çalışıyorum.
–Anselm Kiefer’in resimlerinde entelektüellik de düş gücü de iç içe. Sen bunu önemsiyorsun. Yani hem bilgi hem de düş gücünün yalınca birleşimi. Bu yüzden kitap kapaklarında da o var. İç’i olgunlaşmış, açılmış ayçiçeklerinden bir gemi.
— Kiefer sevdiğim bir ressam. Enstalasyona benzer işler yaptığında da tuval resminin etkisi oluyor. Sinemanın hiçbir şekilde ruhsal olan için kullanılamayacağını düşündüm uzun bir süre. Fotoğrafa da sinemaya da mesafeliydim. Laf aramızda hâlâ biraz öyleyim. Tarkovski sinemayı sevdirdi bana. Pek çoklarının üzerindeki etkisinden başka bir etkisi oldu bende. Basit bir etki belki. Sevdirme gibi. Kiefer de enstalasyon fikrine yaklaştırdı.
— Çokça armağan veriyorsun şiirle. Hendrick Bloemaert mesela. Kışa Dair Alegori resmine bir karşılık vermişsin. Yine Van Gogh’un Öğle İstirahati resmine ve Cinuçen Tankıkorur’un Tarla Dönüşü bestesine.
— Bunlar ithaf şiirleri değil. Şiirin varlık bulduğu alanlara ilişkin işaretler. Fakat yukarıda da dediğim gibi, bu şiirlerin argümantasyonla ilgili yanları içerikle sınırlı değil. Cinuçen Tanrıkorur’un Tarla Dönüşü bestesi dinlediğimizde, çalışmanın yöneldiği ereği derinden algılarız ama müzik sadece bu değildir.
— Çalışma sonrası evine sırtında tırpanla dönen kişiyi, Azrail’le yüz yüze getirmişsin. Azrail’in elinde tırpanla muhatabını karşılayan resimlerini düşününce hayli ilginç bir karşılaşma.
— Şimdi Hazreti Azrail nasıl adamın canını alacak diyorsun. Üstelik de kızcağızı da yanındayken…
— Güzel ölüm olmalı. Kız için çok teskin edici bir durum var babanın halinde. Ölüm üzerine ne düşünüyorsun?
— Ahkâm kesebilecek bir konu değil. Korkmuyorum ama endişeliyim halimden. Yaptıklarım, yani şiir yazmam, şiirin ve şairin mahiyetini hatırlatmaya çalışmam beni kurtarır mı bilmiyorum. Sorumluluğumun şiirle, edebiyatla, sanatla, düşünceyle ilgili olduğunu fark ettiğimden beri bu alanlara emek verip duruyorum. İnancımın yapmamı istediği şeyleri sezip en güzel şekilde yapmaya çalışıyorum. Şiir beğenim zamana uygun değil belki ama zamanın dışında bir seyir benimkisi.
— Evet, bence de şiir beğenin zamana ‘uygun’ değil. Klasik biraz da bu demek ama… Gönlünü almış olayım. Bir de şiirinin sert şekli var… İç’in ikinci bölüm şiirleri: Otu Çöpten Ayır…
— Lafı istediğin yere sonunda getirdin.
– Son yıllarda şiirimizdeki en canlı, otantik çıkışlar, görüşler, hareketler senden geliyor. Bunun deşilmesi gerek bence. Şimdi, şairler ve züppeler meselesi… Hece’nin züppelikle ilgili bir sayısında, Jung’un anlattığı bir meselden yardım alarak şair ile züppeyi ayırmıştın. Bir yaşlı bilge sıkıntısının derinliğinden kendini bir mağaraya kapatıyordu. Neden sonra mağara duvarına bir yuvarlak, içine de artıya benzer bir şeyler çiziyordu. Öğrencileri de onu takip edip aynı şeyi yapıyordu. Sen bilgenin halini şaire, ötekileri de züppeye örnek verdin. Ama züppelerin de şair olabilme ihtimali olduğunu es geçmedin. O halde bu derece sert olmasan daha iyi değil mi? Madem değişme ihtimalleri var…
— Kitabın ikinci bölümünde yeryüzünün Türkiyelileri için bir para tasarımı var. Tasarlanan para da Türkiyeliler gibi ikiyüzlü. Paradoksal şekilde. Madeni bir para. İlk yüzde martı kuyruğunda kanla beslenen bir ispinoz kuşu kabartması; ikinci yüzdeyse unutma seansına gelmişlerin yer kavgası var. Halimiz buysa ben ne yapayım… Türkiye’de bir siyasetçi tipi var. İşi gücü ülkeyi bir şekilde pazarlamak. Tanzimat’ın devamı günler yaşıyoruz. Gençlerini bizim gibi sınavlarla aptala dönüştüren başka bir ülke tarihte yoktur. Onlara en ufak bir gelecek hazırladığımız yok. Fabrikalar, atölyeler kurmuyoruz. Dünya insanına sunduğumuz bir hizmet de yok. Herhangi bir kitapevine gittiğimizde oranın yarısının sınav kitaplarına ayrıldığını görüyoruz. Uykuların kaçması gerek. Ama ne güzel göz boyacılığı yapılıyor işte.
— Sözünü ettiğin şiir Türkiye ve Dünya siyasetinin şarlatan yanını gözler önüne nefis şekilde seriyor. Buna katılıyorum. Son yıllarda böyle politik bir şiir yazılmıyordu. Sen birbirinden farklı şiirler deniyorsun sık sık…
— Farklı şiirler değil de bir şiirin farklı sesleri, edaları, formları diyelim.
— Bahis geçmeden şunu da sormuş olayım. Yeryüzünün Türkiyelileri İçin İkiyüzlü Para Tasarımı’ndaki gibi mi gerçekten Türkiye’nin hali… Gazetelere hapsolmuş bir toplum. Liberalleşmenin tuzağına düşürülen Müslümanlar, Kürtlüklerini kazanmak isterken Müslümanlığına veda etiğinin farkında olmayan Kürtler, hâlâ aynı eda ile ‘uluyan’ Türkler ve başka görüntüler…
— Osmanlının Müslüman coğrafyasının hangi tezgâhlarla parçalandığını unutmuş gibiyiz. Bu parçalanma, o coğrafyaların sadece sömürülmesi neticesini doğurdu. Halk aptallaştırıldı. Aşiret reisleri başbakan oldu. Bugün de aynı planlar yürürlükte. Kürtlerin Türklerle olan kardeşliği, onlara türlü vaatler yapılarak bozulmak isteniyor. Son yüzyıl tarihini biraz bilen her Kürt bunu fark edebilir. Ne yazık ki fark edemeyenler pek çok. Bilhassa gençler. Yaşlılardansa kimileri Müslümanlıklarını bile gizli bir Kürtçülüğün maskesi yapabiliyorlar. Bunu vaktiyle Türkler de yaptı. Neyse ki onlarda bu hal epeyce azaldı. Bunlar yaşanacak ve olması gerekeni umarım bulacak. Hangi milletten olursak olalım, dünyada olup biten büyük resmi göremiyorsak sadece manipüle ediliriz. Bugün de olan bu. Irkçılığın başladığı yerde İslam da birleştirici olamıyor. Bence insanlar arasındaki ayırıcı vasıf, dünyada olup bitene dair bir bilince sahip olmaktadır. Araplar, Rumlar ve Ermenilerle birlikte yaşama şansımızı kaybettiren ‘nedenler’, bugün de yürürlükte. Bunu doğru görmek gerek. Türkiye’de, senin sözünü ettiğin liberaller, sadece bu ‘nedenler’in yürütücüleridir. Onlar her çevreye, karşı çevreyi gösterip haklarından, haklarının çiğnenmesinden, özgürlüklerini kullanmalarından dem vururlar. Bu manada bir tutum, liberallik değil başka bir şeydir. Türkiye’de liberal düşünceye ihtiyaç yoktur. Biz zaten liberal bir toplumuz. Entellerin televizyonlardaki, gazetelerdeki liberal pozları gülünç geliyor bana. Devlet örgütlenmesindeki jakoben yapılanmanın hukuka yansıyan boyutları da ülke insanı için bir normalleşme getirdiğinde, daha da iyi olabilir. Bizdeki devlet örgütlenmesi toplumun her çevresi için kabzedici çünkü. Bizler buna yıllardır tahammül gösteriyoruz. Endişem, bizim de zaten düşük düzeyde seyreden varoluşumuz, iyice gevşeyen bağlarımız, liberalleşmenin içi kapitalizm için boşaltılmış sözde hoşgörüsünden iyice bozulmasına dair. Tek derdi yeni yeni sömürü yolları keşfetmek olanların farkına varmak gerek. Bugün Kürtlerde bir heyecan var. Bunun akılla tarihi rolüne döndürülmesi gerek. Kürtlerin tarihi rolü de Türklerle aynı. Nasıl başladıysa öyle yani. Zulme karşı mücadele etmek. Gerektiğinde feragatler de bulunmak. Ben Türk’üm ama bu tarihi rol noktasında kendimi Kürt de sayarım ve öyle yapılmasını da kardeşlerimden beklerim. Daha geniş bir mesele bağlamında ‘tarihi kader’ de diyor buna, Daryûş Şâyegân. Rahat yaşamı için kendini ortadan kaldıran hiçbir toplum bir benlik kuramaz. Bizim için en büyük tuzak, bugün için, rahat yaşam isteğimizdir. Tabii bu yeryüzü çapında bir sorun. Almanlar için de aynı sorun geçerli. Dünyaya karşı kayıtsızlar. Avrupa Birliği bu kayıtsızlığın adıdır.
— Şiirlerindeki ‘yeryüzü’ fikri buradan mı doğuyor. “Yeryüzü, seni kendi ellerimle seviyorum/ Param kıt, zamanım kıt/ Mekânında yer tutmak istemem./ Çayımı içip gideceğim…/ Bu kalpazan/ Şarlatan/ Şaklaban/ Kabartmalı/ Kalp kuruştan/ Sil çehremi./ Ben bir ruhum/ Korkumu ver ellerimdeki maden kokusuna/ Ve geri al zavallı gölgemi.” diyorsun.
— Tüm dünyaya doğal olmayan meyveleri, sebzeleri tohumlarını yok ederek pazarlayanlar, şimdi bir başka aldatmacayla bu defa organik tarım diye bir şeyi pazarlıyorlar. Önce zehirli tarım ilaçlarını kullandırıp sonra da onlardan sebze, meyveleri suda yıkamanın temizlik maddesini satıyorlar. Koca bir kışı domuz gribi safsatasıyla nasıl geçirdiğimizi nasıl da unuttuk. Bu nasıl bir alıklık… Yalana teslimiz ama asıl teslim olmamız gereken yerde benliğimiz kabarıyor. Dünya insanı demokrasi yalanı ile seçtikleri eliyle uyutuluyor.
— Yakıcı bir bahis… Elden fazla bir şey gelmiyor…“İç” boyunca şiirde ses tonunun, formun değişmesinden konuştuk. Ses tonunda beş altı farklı türde farklılaşma var. Aynı şekilde zihin işleyişinde de beş altı türde farklılık da söz konusu. İskeletimde Asılı Meyveler şiirinde bunların hepsini topluca görmek mümkün.
— Bunları yürüyüş ritmi gibi düşünüyorum. Sanki kafamda bir mesele var ve bu mesele ile yürüyüşe çıkmışım. İçimdeki, kafamdaki bana refakat ediyor ve yürüyüş ritmim ona uyuyor. Şiir kitaplarımın hiçbiri birbirine benzemez bu yüzden. Dünyayı anlamakla meşgulken kendi nefesimi, nefsimi de anlıyor, tanıyorum. Dolayısıyla benden çıkan ses, eda farklı tonda ve formda oluyor ama toplasan sonsuz çeşitlikte değil elbette. Hatta belki on formla sınırlıdır.
— “Pareler” adını verdiğin yeni bir yolculuğa başlamışsın…
— Evet, bunlar küçük yürüyüşler. Bir görüntüden, anlık bir şakımadan yürümeye başlıyorum. İlk kez kurgusallığı ağır basan bir yürüyüşüm olacak. 99 pare yazacağım. Üç tane 33 parelik bölüm olacak. Dördünü yazdım bile.
— İmamesi de olacak mı?
— İmamesi dikkat çekici derecede olan tespihleri pek sevmem. Tinselliğe senin de kapın kapalı mı? Sorundan öyle anlaşılıyor. Kapalı olmak, havalı bir şey oluyor değil mi?
— Değil, yani ne kapalıyım ne de bunun havalı oluşu umurumda ama senden uzun bir Deli Dumrul yürüyüşü beklerken kısa yürüyüşlerden bahsediyorsun.
–Yapıp ettiklerimle sence kime benziyorum?
— O Halde böyle olmaktan çık ki bu şiiri senden okuyabilelim.
— Şimdilik elimde “İç” var.
— Kendi adıma bunun için ve bu söyleşi için sana teşekkür ederim Celâl. Ne diyordun Tarla Dönüşü şiirinde, onu şiire uyarlayayım: “Şiir ruhun şad olsun…”
— Umarım öyle olur. Ben teşekkür ederim.

Şeyh Galib’e Çiçekler: Dağlarca’da Şiirin Rejenerasyonu

Dağlarca ve Ece Ayhan

Şeyh Galib’e Çiçekler:

Dağlarca’da Şiirin Rejenerasyonu Sorunu

ve Şiirde Yeni Hünerler

 

“Merd ana denir ki aça nevrah
Erbab-ı vukufu ede agah
Olmaya sözü bedihi-i tam
Ede nice tecrübeyle itmam”
Şeyh Galib,
Hüsn ü Aşk.

 Fazıl Hüsnü Dağlarca’nın şiiri üzerine emeğini esirgemek istemeyenleri bekleyen güçlükler, modern Türk şiirinin öteki önemli isimlerinden hem nicelik hem de nitelikçe farklılıklar gösterir. Bu tespiti daha yazımın başında yapmaktan kastım, burada yazacaklarımın, Dağlarca’yı bütüncül kavramak noktasında taşıyacağı eksiklikleri peşinen kabulden ileri geliyor. Bugüne kadar üzerine eğildiğim hiçbir şairin şiirinde bu duyguyu yaşamadığı itiraf edeyim. Bunun nedenlerinden en önde geleni, Dağlarca’nın çok şiir yazmasından ziyade yazdığı şiirlerdeki ‘şairane olmayan şair edası’dır. Dağlarca, gerçek bir şair-i maderzat. Çoğu zaman ‘eskilere ait bir tavsif’ olarak görüp önemsemediğim bu ifade, Dağlarca ile eski boyutunu hatırlatmanın ötesinde yeni bir boyut kazanıyor kanımca. Dağlarca, çok farklı şiir biçemlerinde muhteşem Türkçesiyle öyle ikamet ediyor ki, ne çocuk şiirlerini ne epik şiirlerini ne de kimi deneysel çabalar taşıyan girişimlerini diğerlerinden daha tercihe şayan bulabiliyorsunuz. Bu, modern Türk şiirinin başka bir şairinde görülebilen bir nitelik değil; nicelik bahsine ise hiç girmeyelim ki, seçtiğimiz alanda maharetimiz güçsüz düşmesin. Zira kendimize seçtiğimiz alan Dağlarca’nın 1986 yılında yayımladığı Şeyh Galib’e Çiçekler kitabıdır.[1] Kuşkusuz, yapmamız gereken, bu kitabın Dağlarca’nın şiir serüveninde olduğu kadar Türk şiirinin seyrinde de yerini tespit ve tayindir. Bu nedenle de edindiğimiz planör uçuşu, bize ve okura kalktığımız yeri önce kuşbakışı gösterecek ardından da yine kalktığımız yere geri getirecek. Okumaya devam et