Nobran Şiir Geleneği Burada Yatıyor

Resim 31.jpgResim 30

Şiirde ‘gelenek’ kelimesi ile ifade edilebilecek şair, eleştirmen, şiir ortamı etkinliklerinin hemen hepsi her çeşit ilgisizliğe, özensizliğe maruz kalıp çözülüp giderken, nobran şiir geleneği yaşıyor; hatta bir gelenek olmanın her boyutunda kendini derinleştirip çoğaltıyor. Kuşkusuz bu, 1990 sonrası şiir ortamından günümüze toplumsal, siyasal, düşünsel alanlarda kendini iyice hissettiren etik kaybının paralelinde gelişmiştir. Kaybımıza nispet kendini büyütmektedir de… Evet, belki iletişim imkânlarının geliştiği küreselleşen dünyada, dünya sanatının estetik geçmişi elimizin altındadır. İstediğimiz şiir hünerinin bugününe de geçmişine de ulaşabilmekteyiz. Ancak hangi inanca, bağlılığa sahip olurlarsa olsunlar ulu şairlerin şiire olan tutkulu etik’ine ulaşmak, hiçbir zaman olmadığı gibi bugün de imkân dâhilinde değildir. Değildir, çünkü bir çeşit ‘ilah-ı mutekat’a denk düşen bu etik, tevarüs edilemez; o, şairde ya vardır ya da yoktur. Olanlardakinde yaşanan herhangi bir sorun, bir çeşit hatırlama etkinliği ile giderilebilir ama yoksa bunun telafisi estetikle olmaz.
Nobran şiir geleneği, benliğin biricikliğini fark etmede patetik olanın anlamlandırılmasına şiirin katkısını anlamak istemeyen patetiklerden neşet edip öylece devam edecek bir gelenektir. Bir formül titizliği ile inşa edilmiş ve yukarıda italik dizilerek vurgulanmış cümleye bilhassa dikkat çekmeme müsaade edilsin. İnsan teklerinin benliklerini biricik görmeleri hem doğaldır hem de gereklidir. İnsan, her inanç dizgesinde şerefli, dikkate değer, muhterem olmasına atıflarla tanımlanmıştır. Hümanist gelenekte de İslam geleneğinde de kimi temel farklılıklar olmakla birlikte bu böyledir. İnsan benliğinin biricikliği meselesi bir yandan mahrem bir alandır da. Hiçbirimiz kendiliğimizin bizim istemediğimiz şekilde, yordamını bulmadan, mahiyetini aşarak ya da bulmayarak aşikâr kılınmasını asla istemeyiz. En çok da bu noktada her bireyde olan patetik yanlar kendini açık eder. Benliğimizi bu noktada, yani patetik olup olmamakta salınıp bizi bir ses sahibi kılan hassasiyetlerimizle yüz yüze geldiğimizde, bizzat biz tanırız. Anlamlandırma süreci buradan sonra işlemeye başlar. Çokları anlamlandırmadan uzak durarak dünyevi olandan kendilerine düşen maddi imkânlara sığınıp yaşayıp gider. Onlardan, kendilerinden sonraya, nobran olan geleneğin taşıyıcı sesi kalır. Yağlanmamış bir kağnı tekeri sesi, bir bilgisayar klavyesi tıkırtısı yahut ucu sıkılan bir ergenlik sivilcesinin apse yapması nevinden bir şey… Oysa benliğin biricikliğini fark etmede patetik olanın anlamlandırılmasına şiirin katkısı’nı fark etmek, şaire sesini verecek ve onu şiir tarihi içinde kendi sesi ile başka sesler arasında, kendinin kendiliğini bildiği gibi başkalarının başkalığını bilme imkânına kavuşturacaktır. Dikkat edilirse, ‘yaşadığı zamanın şiirinde’ değil de ‘şiir tarihinde’ dedim. Çünkü kendimizi vurmamız gereken tartı odur.
Evet, İlah-ı mutekat’ı olmayan bir şairler kuşağı ile karşı karşıyayız. Büyük tutkuların, inançların adların sahiplenicilerine rastlanmıyor. Mesele şu ki, şiir ortamımız kendini yaşadığı zamanla ölçüp duruyor. Yeni gelen kuşak, kendinden hemen önceki ve ondan da önceki ile aynı zihne sahip olmakta birleşiyor ve böylece nobran şiir geleneği, herhangi bir ilah-ı mutekat’tan yoksun sözüm ona şairler eliyle kendini çoğaltarak sürüyor. Yağlanmadığı için gıcırdayan konservatif edimsizliğin; patetik yanlarını patlatıp çoğaltmakla şiir yazmayı marifet sayan, biriciklikten bencilliği çıkarmışların nobranlığı ve nihayet bilgisayar klavyesinin tıkırtısındaki hızın müziğindeki nobranlık… Bu üçü şiirde varlığını bir şekilde birbiriyle ilişkilendirerek yürütüyor ve kolaylıkla ittifak edebiliyor. Şiir tarihinin her dönemi şekli değişen bu türden olgulara şahitlik edecektir. Fakat günümüzdeki nobranlığın şiir geleneğinin geçmişini daha bilmeden kendini tamamlamış hissine sahip olmakla, geçmiştekinden esaslı bir farkı var. Günümüzün nobran şiir geleneği geçmişteki yenilikçi akımlara kendini akraba sayarken onları neredeyse hiç bilmiyor. Biliyorsa bile geçmişin şiiri ‘yenileme’ başarısı gösterenlerin ne derece bilinçli olduklarını bilmiyor.
Bugünkü nobranlığın kökeninin 1960 kuşağının Nâzım Hikmet’in şiirlerinin yeniden yayımlanmasına verdikleri karşılıkta bulunabileceğini düşünüyorum. Sezai Karakoç’un yerinde adlandırmasıyla Yeni Gerçekçi Şiir’in (İkinci Yeni) ardından, şiiri, patetik dünyalarında aramakla işe başlayan 1960 kuşağı şairleri, 1960’lı yılların ortalarında, kendi gemilerinin gezineceği denizde Nâzım Hikmet’in şiir yelkenlisinin, bu defa çoktan bir mite dönüşmüş olarak yol almasına karşı ne düşünüyorlardı acaba? Bu soru 1960’ların birkaç önemli dergisinden biri olan Şiir Sanatı’nın sorumlusu Kemal Özer’in aklına düşmüştü. Gül Yordamı şairi, gerek Şiir Sanatı’nda gerekse ‘a’ ve ‘Yeni a’ dergilerinde toplumcu olsun ya da olmasın bir duyarlığa sahip olanların şiirsel seyrine dergisini açarak katkıda bulunuyordu. Bu soruyu sormakla yaptığı katkı ise birçok bakımdan manidardı. Her şeyden önce Nâzım Hikmet turnusolü, o günün şairlerinin yaşadıkları zamanı kendilerinden önceki zamandan her bakımdan ileri gören nobran geleneğe dâhil olup olmadıklarını açığa çıkaracaktı. Nitekim açığa çıktı da… Kendilerini 1960’lı yılların atmosferinde her bakımdan daha ‘ileri’ buldukları anlaşılan Nihat Ziyalan, Haluk Aker verdikleri cevaplarla, bugünün şiirde deneysellik, yenilik fantasması peşinde koşan nobran şiir geleneğine kendilerince bir öncülük etmiş oldular. (Bu, naif bir öncülüktür aslında, geriden gelenlerin şiir adına yenilikleri öyle naiftir ki, aralarında ancak bu veçhe ile bir ‘öncülük’ tesis olabilmiştir.) Şöyle diyordu Nihat Ziyalan, bir dizi kısa cevabın sonunda düşüncelerini açıklığa kavuşturarak: “Nâzım Hikmet’in şiirleri hep acılarla doludur. İnsanı karamsar yapar. Üstelik büyük bir kitleyi etkileyerek bir ‘Kurtuluş’ getirmemiştir. Büyük bir şair değil ama iyi bir şair olduğunu kabullenmek gerek. Yasaklanmasının bizde doğurduğu büyüklük kadar değil.” Ziyalan’a göre daha hak bilir olmaya çalışan Haluk Aker ise, “(…) bugünün içinde bulunan bizler, en azından kırk yıl önce yazmış bir şairi her şeyiyle tutamıyoruz. (…) İğrendiğim bir duygusallık var çoğu şiirlerinde. Bu beni o şiirden soğutuyor (…)” diyordu. Aker’in, yaşadığı zamanın kendinden öncekilere olan avantajına ‘bugünün içinde bulunan bizler’ diyerek yaptığı vurgu, burada gözden kaçmamalıdır. Çünkü bu vurguda kendi zamanının farkına işaret ederken, bir ‘aşma, ileri gitme’ duygusu düşünceye hâkimiyet kurmuştur. Nobran şiir geleneğinin en belirgin görüşüdür bu. Bugün de bu gelenek tüm gücünü, ‘tercüme bürosu aydınlarına’ itibarın hat safhada olduğu şizofrenik bir toplumda ‘sonra’ doğmuş olmaktan almaktadır. Başka bir şiir geleneği içine doğmuş olsalar, bu şairlerin bildikleri ecnebi dillerinin ya da sonradan doğmuş olmalarının onlara bu manada böyle bir ‘faydası’nın olamayacağı aşikârdır. Aksine kendilerini sığaya çeken bir şiir geleneği içinde bulunmakla, muhtemelen çok daha verimli, sebatkâr olacaklardı. Çünkü açık olduğu üzere ne Ziyalan ne de Yordam’lı yılların Aker’i, onlardan umulan şiir serüvenine çıkmış olarak okurlar karşısındadır bugün. Onların böyle olmasında içine doğdukları ama içinde doğamadıkları şiir ortamımızın payı olsa gerek fakat unutmayalım ki o pay, aynı kuşaktan başkaları için de söz konusu idi. Demek oluyor ki, tercih edeceğimiz şiir geleneği bizim geleceğimizi belirleyecektir; çünkü orada geçmişe yaptığımız yolculukta akraba çıktıklarımızın yardımları bizimledir. Şiir, sadece kendinden öncekilere müteşekkir olabilene verilen bir lütuftur. Oysa onlar, yine aynı dergide farklı bir bağlamda şunları söyleyen Ferit Öngören gibi düşünüyorlardı: “Bir anlamda, ünümüzdeki şiirin geçmişi yoktur da denilebilir. Ne de olsa şair bugün zengin bir boşluğa itilmiş bulunmakta: kendisinden önceki şiir ile göbek bağının bulunduğu bile söylenemez.” Bu düşünce, bu isimlerden başkalarına da şiiri yar kılmadı, bundan sonra da kılamayacak. 1960’lı yılların şiirinin hem yakın geçmişi ile hem de uzak geçmişi ile bağı kurulamayacak denli aşkın ya da başka olmasından ötürü oluşamayacak bir bağı yoktu. Bu isimler ve benzerleri kendilerine bu üslupla, bu düşüncelerle şiirde bir alan açmaya çalışıyorlardı. Katılmak istedikleri zamanları aşan bir diyalog değil de atmak istedikleri içrek bir tirat vardı, fakat şiirin bünyesi buna müsait değildi. Yaşadığı zamandan başı dönen hiçbir şair ‘geleneğe şükran’ nedir bilmez. Şiir ortamımızdaki nobranlığın bir göstergesi de bu türden davranışlarda gözlemlenebilir.
Gerçekten de bugün şiir ortamımız, müteahhit siyasetçilerin ve tüccar yazar çizerlerin zihin işleyişini kendini örnek almış durumda. Toplumsal hayatımızın vesaiti ne ise edebi ortamımızınki de o. Gündelik hayatı döndüren mantık, edebi etkinlikleri de yürütüyor. Böyle zamanlarda dışlama, yadsıma gücünü gösteremeyen şairler, sanatçılar, toplumun böyle olmasından yarar bularak nobranlaşırlar. Çünkü onlara benzemiş ve böylelikle kendilerini çoğalmış hissetmişlerdir. Nobran geleneği besleyen bir yoldur bu. Toplumumuz nobrandır, kadir kıymet bilmez, tez unutur, modaya düşkündür, mutfakla kenef arasında yaşar… Yazık ki böyledir. Bir başka yol ise tam da bunun tersini yaptığını söyleyerek aynı duruma gelmektir. Sözüm ona bir yadsıma yolu seçerek ‘burada’ yaşamak… Bu noktada nobran şiir geleneği ile müteşekkir şiir geleneği aynı donmayı yaşar. Müteşekkir şiir geleneğinin donduğu nokta ise ayrıca ısıtılmalı; umulur ki bir kıpırdanma görünsün…

1960-1980 Arası Türk Şiirinde Siyaset: Eğrisi Doğrusuyla

 “…şiirinin kendi ciddiyetin ve yüksek duygularınla

kurtulacağını sanma yanılgısına düşebilirsin.”

İsmet Özel’den Ataol Behramoğlu’na

Ölüm ve Hayat ile Bir Hâl’e Taşınmak

Bu günden bakınca daha iyi gözükmektedir ki 1960’lı yıllar, kuruluşuyla birlikte çeşitli nedenlerden ve çeşitli amaçlar için kendi içine kapanan Türkiye’nin, kuruluşunun hemen öncesinde bir Dünya savaşının içinde olduğunu fark ettiği yıllar olmuştur. Bu fark edişte, ne kadar uzak durmak istense de aslında hoşa da giden ‘vaktiyle üç kıtada hüküm sürmüş olma’nın verdiği güvenle karışık bir halde, kendini yeniden bir misyonun içinde büyük ve önemli hissetme duygusu iç içe ve ayrı ayrı birer dinamik olarak anılabilir. II. Dünya savaşı sonrasında Dünya’da yaşanan değişmeler ve şu meşhur jeopolitik konumumuz, kaçtığımız tarihimizden bize rağmen gelen kimliğimize, az kalsın yakalanır durumda bırakmaya başlamıştır artık bizi. O gün bu gündür yerküre içinde yerimizin peşinde onu kovalayan mı yoksa ondan kaçan mı olduğumuzun ayırdına varamaz halde olsak da dünya gündemi, her nasılsa bizim etrafımızda bizim zafiyetlerimizden şekillenmeye devam ediyor. Oysa 1960’lı yılların Türk aydının ve şairinin, 1950’li yıllarınkinden ve bu gününkinden farklı olarak, sadece içinde yaşadığı ülke sınırlarını kapsayan değil yerküre çapında andığımız türden bir sorumluluk duygusunu yeniden içinde hissettiğini ve bundan kaçmadığını söylemek mümkündür. Böylesi yerli olduğu kadar da enternasyonel bir sorumluluk, imparatorluk çocukları olan Tevfik Fikret’in, Mehmet Akif’in ve Nazım Hikmet’in harcı olabilirdi. 1940 kuşağı toplumcuları da bu bağlamda ancak ‘Nazım’a bakanlar’ olarak anılabilir. Garipçiler ile Sait Faik’in hümanizmi bu duygunun ucundan ancak tutar. Bireyselleşmiş, tek insanın şiiri İkinci Yeni’nin sözünü bile etmeyelim. İkinci Yeni şairleri, başlarının derdine düşmüş insanlardır; hem de öyle bir düşmüşlerdir ki, onların yanına şiirimizin şu son elli yılından bir onlar kadar isim ya konulur ya konulamaz. Bu konulanlar da, kuşkusuz, 1960’lı ve 1970’li yıllar boyunca kendi başlarının derdini, başka başların derdinden gerektiğinde ayırmayı bilenlerdir. Çünkü mahşerde değil belki ama şiir mizanında sorumluğumuz kendi şiirimiz olacaktır. Okumaya devam et

Şiir Sanatının Yeniden Tebarüzü ve Tebellürünün Güçlüğü Üzerine

Deformasyon, Yenilik ve Kuram Söylemlerinden Gına Gelmesine Karşın
Şiir Sanatının Yeniden Tebarüzü ve Tebellürünün Güçlüğü Üzerine

“Oyun tahtasında bu oyundan başkası yoktu.
Oyna dedi; ilave yapmayı ne bilirim?
Ben mevcut olan bir oyunu oynadım;
Kendimi belaya attım
Bela içinde de onun tatlarını tadıyorum;
Onun mağlubuyum, onun mağlubuyum,
onun mağlubu”
Celâleddin-i Rumî

“Yapacağım en son şey,
sahip olduğunuz estetik yetileri
nasıl kullanacağınızı söylemektir.”
John Cage

“Önümde Yürünecek Canlı Bir Yol Varken…”

Ehlinin derhal kavrayacağı gibi daha yazımın adıyla, eğildiğimiz meselenin gene ehli için hayatiyetine, geniş ve karmaşıklığından ötürü sınır ihlalleriyle, işgalleriyle dolu geçmişine ve olanca yalınlığına karşın çetrefilleştirilerek yağmalanmış varlık alanına, daha açık bir ifade ile ‘sınırlarına’ işaret etmek istedim. Beni bu isteğe zorlayan iki sebep oldu. Bunlardan ilki, şiir söz konusu olduğunda eğildiği hususu emekle kuşatmış yazıların okurlarının, bugün neredeyse hiç kalmayan şiir okurundan daha da nadir olmasıdır. Bir yazının adının, yazarının kuşattığı alana dair savını tez elden sunması kaçınılmaz olmakta bu yüzden. İmajlarla, benzetmelerle, reklâm işi spotlarla tezyin edilmiş ifadelere sığınmak, doğrusu pek ‘afili’; ama bugün artık pek klişe olan bu yönelim, eli kalem tutanlara bile kendini alternatifsizmiş gibi gösterebiliyor. Ayrıca şu da var: Yazarın savı yerinde ise, yazdıkları, yazısının adının ağırlığında kalsa bile maksadın hâsıl olması gerçekleşmiş sayılabilir. Bu durumda akılda kalan başlığın kendisi, meselenin sınırlarına ya da meselenin niçin mesele olduğuna yeter vurguyu yapmış demektir. Yazımın başlığına “Kolları Irmağına Kasdetmiş” desem, sanırım bu ‘yerinde ve de hoş’ terkip, kendisi hayatta ve sanatta bir nesnel karşılığa sahip olmasına karşın, bu niteliği taşımayan onlarca ‘benzeri’ arasında kolaylıkla buharlaşabilirdi. Okumaya devam et