Şiirin Rejenerasyonu Kürsüsünde Sezai Karakoç

Rejenerasyon, bozuluşun içinden değil
oluşun içinden bir estetik arayışıdır.
Sanatçı, bu noktada oluşu görmek için çıktığı
kürsüyle başkalarından derhal ayrılır.

Sezai Karakoç, yıllar geçti ama ne milletimizin İslam’la yoğrulmuş ethos’undan ne de Karakoç’u bizatihi kendi yapan pathos’undan olsun birazcık olsun ödün vermedi. 1950’li yıllarla başlayan ‘şiir cengi’nde, yenilik yapma, avangart, şaşırtıcı, ilginç olma gibi semptomlarla kendini belli eden ‘şiirde kahraman olma hastalığı’ndan uzak durabildiği için bunca uzun yol alabildi sanırım. Cengin hep ön safındaki atlılardan biriydi ama öyle sade cenk etti ki nazara gelmedi ve belki de bu sayede hep ayakta kaldı. Cumhuriyet tarihi boyunca terk edilsin diye hemen her şey yapılan, Daryus Şâyegân’ın deyişiyle ‘tarihî kader’imizin ve milletimize has ethos’un sahipçisi oldu. Leyla ile Mecnun’dan Hazreti Hızır’a, Taha’dan gerçek aşka kadar soyut, somut her duygu, düşünce, olgu onun şiiriyle hayatiyet buldu. Milletimizin 20. asrın ilk çeyreğindeki macerası nasıl Âkif’in Safahat’ında yankısını bulmuşsa, Necip Fazıl’ın Çile’si nasıl sadece onun çilesi değilse, Karakoç’un Gün Doğmadan’ı da benzer bir ayniyetin ifadesidir. Gün Doğmadan, milletimizin etiğidir. O etikte aşk, her şeyi yeden, çekip götüren güçtür. Ve Gün Doğmadan, Karakoç’un mizacıdır (pathos). O mizaçta birden şarlayıp sessizliğine çekilen ırmağın sesi kadar kıvrıla kıvrıla akıp en uzak köşeleri bile sulayan ırmağın sesi, macerası duyulur. Zaman zaman bu ırmak olağanüstü coşar, çavlanlar yaparak lirik şiirlerde konaklar ve daha zoru da başarır, şiirimizin en güzel uzun, duru şiirlerini de yazar. Aynı mükemmellikte kısa, lirik ve uzun, kaplamlı şiirler yazabilmek, nadir şairlere vergidir. Karakoç, incecik hassasiyetiyle kısa, mükemmel lirik şiirlerin şairidir. O aynı zamanda Hızırla Kırk Saat, Leyla ile Mecnun gibi şiir tarihimizin en güzel iki uzun şiirinin de şairidir.
Peki, ama Karakoç, bunu nasıl başarmıştır? Ondan önceki kuşaktan Oktay Rifat, Melih Cevdet de lirik şiirlerin yanında dramatik yapıda şiirler de kaleme almışlardır. Karakoç ile aynı kuşaktan Edip Cansever’in de Turgut Uyar’ın da benzer girişimleri söz konusudur. Bu şairlere başkalarını da eklemek mümkün. Ancak Karakoç, bu şairlerin hepsinden farklı bir tutum içindedir. Söz gelimi Melih Cevdet, Troya Önünde Atlar ya da Ölümsüzlük Ardında Gılgamış’ta, kitapların adlarından başlayarak kendini ele veren evrensel iki temaya eğilir. Eğildiği hususlar ile arasında zihinsel bir mesafe vardır. Bu nedenle konu maddesinin yollarında bir yabancı gibi dolaşır. Sonuçta ortaya T. S. Eliot’un Çorak Ülke’sine öykünmekle edinilebilecek bir başarıya ulaşan iki kitap elimizdedir. Küçümsenecek bir durum değil ama tercihe şayan da sayılmaz. Benzer durum Edip Cansever’in dramatik şiirleri için de başka nitelikler söz konusu edilerek söylenebilir. Cansever, koca bir hayatın içinde küçük, dertli bir adamcağızı gezdirir ve onun sesini, hallerini yaşatır bize. Başarılıdır da bunda. Ancak, adam ölür bir gün; içinde küçüldüğü dünya da değişir. Nitekim bugün onun zamanını aşan şiirleri bu türden şiirleri değildir. Turgut Uyar, Anday ve Cansever’e göre, tutum bakımından daha yakındır Karakoç’a. Akçaburgazlı Yekta’nın Mahkeme Kararını Aldığında Söylediği Mezmurdur şiiri söz gelimi, tüm zamanların şiiridir. Kendi saflığı içinde gelişen bir aşkın dramı enfes yalın bir kurguyla yerini bulur bu şiirde. Şair, mesafesini kaldırmıştır. Anlattığı kendi macerasıdır. Uyar, Troya önüne çıkamayan Anday değildir. İçinde yaşadığı dünyada küçülen Cansever’in kişilerinden biri de olmamıştır. Hayat onu da darlandırmış, küçültmüştür belki ama Acıyor şiirinde görüleceği gibi bunun şiir olarak karşılığını verirken ‘üstesinden gelmeyi’ bilmiştir. Meseleyi daha da açmak mümkün ama gereksizdir bu açıklıktan sonra. Karakoç, lirik şiirlerinde kendi patetik dünyasını, ben’liğini konuştururken dramatik yapılı uzun, kaplamlı şiirlerinde toplumsal ben’liğimizi olanca yalınlığıyla önümüze getirmiştir. Zira bizler bu ben’likten bugün de kaçmaktayız. Karakoç’un patetik dünyasına yüz çevirenlerimiz çıkabilir ama Hızırla Kırk Saat, Leyla ile Mecnun’dan uzun boylu kaçamayız. Bu meselenin bir yanı. Ve çok önemlidir Karakoç’un değeri açısından. Ancak biz sorumuzu tekrar edip açıldığımız koya dönüp orada derinleşelim. Peki, ama Karakoç, bunu nasıl başarmıştır?

Okumaya devam et

BİR AĞUSTOS DAHA GEÇTİ (Sezai Karakoç’un Ağustos Böceği Bir Meşaledir Şiiri Üzerine Bir Yorum Denemesi)

Resim

Bir şiiri yorumlamak için okumak,
​​dolaşık bir çile ipi açmak gibidir.
Sonrasında takat kalmaz örgüye.

Tanrı’nın Bakışını Arayan Çocuk

Walter Benjamin üzerine kırk dokuz parçadan oluşan enfes deneme kitabı Tanrı Bakışlı Çocuk’u Oğuz Demiralp, şu meselle bitirir: “Dediklerine göre, insanların “artık gereksemiyoruz seni” demeleri üzerine Tanrı gitmeye karar vermiş. Ancak sevgisinden, “ne haliniz varsa görün” deyip dünyayı hemen terk etmek, kendi suretinde yarattığı varlıklarla, insanlarla, çocuklarla ilişkiyi kesmek istememiş. “Belki ben olmayınca anlarlar değerimi, ararlar beni” diye düşünmüş. Yeryüzünde gizlenerek kalmayı yeğlemiş. Gözlerini, çocukların en güzeline bırakıp uzaklara çekilmiş. Çocuğun ruhundaki sonsuz karanlıklara gizlenmiş. Kulağını dikerek, en küçük çağrıda dönmeye hazır beklemeye koyulmuş. Beklentisi çocuğun gözlerinden okunsun istemiş. Gelgelelim, insanlar kendi işleriyle o denli meşgullermiş ki bakmamışlar çocuğa, aldırmamışlar ne halde olduğuna. Atmışlar bir kenara, Tanrı akıllarına bile gelmemiş. Hıçkırık, ateş. kan ve kahkaha! Umudunu kesmiş Tanrı. Gözlerini almak için geri gelmiş. Ancak, Okumaya devam et