İSLAMİ TEFEKKÜR, TÜRKLER VE KÜRTLER

Avrupa'nın Portresi

Türkler eskiden beri ne derece Hıristiyanlıktan uzak
ve ne derece Müslümanlığa yakın olmuşlardır?
Araplar, İranlılar, Mısırlılar ve hatta İspanyollar
yeniden İslami tefekküre dönebilirler.
Fakat Türkler asla!..”
Salvador de Madariaga, Avrupa’nın Portresi’nden…

İkinci Paylaşım Savaşı sonrasında Avrupalı entelektüellerin temel dertlerinden biri, belki de en önde geleni, iki paylaşım savaşı sonrasında çok uzaklaşılmış gibi görünen Avrupa Birliği idealini yeniden tesis etmekti. “Yeniden” diyoruz çünkü, ünlü yazar Stefan Zweig’ın ömrünü adadığı ve olamayacağını anlayınca eşiyle birlikte canına kıydığı bu ideal, Zweig’a göre, 1453’te İstanbul’un fethiyle sekteye uğramıştı. O günden sonraysa Avrupa “birlik” değildi. Musiki, edebiyat, resim gibi sanat alanlarında, katedraller gibi mimari yapılarda bu birlik ruhu ancak yaşatılabiliyordu. 1950’ye gelindiğinde iki paylaşım savaşının yıkımına rağmen bir umut doğmuştu. Acılar birleştirmişti Avrupa’yı ama bu defa da Sovyet Rusya’daki komünist fikirler büyük engeldi.
İşte tam da böylesi bir atmosferde (1950’li yıllar) ve böylesi bir ideal amacıyla kaleme aldığı Avrupa Portresi kitabında İspanyol yazar Salvador de Madariaga, Türkler için böyle diyordu: Türkler, İslami tefekküre yeniden asla dönemez. Bu yüzden de Türkler, “Avrupa Birliği İdeali”nin bir parçası sayılmalıdır. Madariaga, bu kadar kesin konuşuyor görünse de bir soru işareti bırakmayı ihmal etmiyor: “Zamanımızda Atatürk fes giymeyi yasak ve şapka kullanmayı mecburi kıldığından beri Türklerin batılılaşmış bir dış görünüşleri var. Ancak bu konuda eskiden beri çok defa işlenmiş yaygın bir hata vardır: Kafa şapkaya değil, şapka kafaya şekil verir inancı… Atatürk de bu aynı hataya kurban gitmiş olmasın?” Onun bu sözleri kitabın çevirmeni Mehmet Cihangir’i kızdırmış olacak ki o da şu notu düşmekten kendini alamıyor: “Yazar burada yanılmaktadır. Atatürk’ün şapka devriminden daha büyük önemle harf ve dil devrimlerini, eğitim ve öğretim sisteminin tamamen değiştirilmesini; hukuk düzeni ve kadın haklarını ele alması, O’nun kafanın dışından çok içine önem verdiğinin en açık delilleridir.”
Gözden kaçırmamamız gereken iki husus var burada: Avrupa’nın tüm iç çatışmalarına rağmen vazgeçmediği “Avrupa Birliği ideali” ve Türklerin, Atatürk devrimlerinden ötürü bir daha asla İslami tefekküre dönemeyeceği iddiası. Avrupa Birliği için Batılı entelektüellerin verdiği yüzyıllar süren büyük çabalar sonuç verdi ve malûm bugün Avrupa, dünyanın geri kalanının mahvı pahasına da olsa birliğine kavuştu. Şimdilerde bu birliği, sınırlarına akın eden mültecilerden korumaya çalışırken kendini fazlasıyla ifşa ediyor. Türklere gelince… Salvador de Madariaga’nın dediği olmadı. Türkler, 1945’lere kadar süren CHP diktasına, harf devrimi başta olmak üzere yürütülen onlarca alıklaştırmaya karşın İslami tefekkürden vazgeçmediler. Dolayısıyla bir geri dönüş söz konusu olmadı. Çünkü terk edilen bir şey yoktu. Her şeye rağmen yoktu. Halk içinde İslam irfanı öylesine güçlüydü ki İslami tefekkür okumuşlarda zayıflamış olsa da köylü, kasabalı halkta fevkalade yaşıyordu.
Türklerin İslami tefekkürden uzaklaşması için gösterilen çabalar son otuz yıldır Kürtler için de gösterildi. 1990’lardan başlayarak Birikim, İletişim yayınlarından çıkan kitaplar incelendiğinde Türk kökenli Marksistlerin Kürtlerin İslam öncesi yaşantılarına, dinlerine dönük pek çok tercüme kitap yayımladıkları görülebilir. Çoğu Fransa kaynaklı olan bu kitaplarla, bu yıllardan başlayarak yetişmekte olan, üniversite okuyan Kürt gençlerine Marksist düşünce aşılanır. Temel amaç, önce İslam’dan sonra da tümüyle inançtan yoksun bir gençlik oluşturmaktır. 2000’lerden sonra bu amaçta ciddi bir ilerleme kaydedilir. Artık tercüme kitapların yerini, en tipik örneğini Hamit Bozarslan’da gördüğümüz, Fransa’da okuyup oraya yerleşenlerin oluşturduğu yeni bir nesil var edilir. Ortadoğu: Bir Şiddetin Tarihi kitabının yazarı Bozarslan, Fransız hariciyesinin onlarca yıl uğraşıp elde edebileceği “sağlama”yı kolaylıkla yapıverir. Fransa, İngiltere’yle birlikte Ortadoğu diye bir yer uydurmuş ve buraya 1900’lerden başlayarak gerekli nifak tohumlarını ekmiştir. İstediği şey, bu tohumların kökleşip kökleşmediğini, meyve verip vermediğini görmektir. Hamit Bozarslan, büyük bir bilimsel gayretle bunu yapar: Evet, Ortadoğu, son yüz yıldır bir şiddetin tarihini yaşamaktadır. Bozarslan’ın aklına yüz yıl öncesinden sözgelimi bir yirmi yıl öncesine gitmek gelmez nedense. 1900’lerden önce bu coğrafyada şiddetin neden olmadığını sormaz. Aynı şekilde Ermeniler’e uygulandığını iddia ettiği “şiddet”in nedenleri için Ermeni şiddeti için de bir bahis açmaz. Ortadoğu için şiddet normalleştirilmek istenmektedir adeta. Bu şiddetin içinde Kürtler de diğer milletler gibi laik varlıklardır. Kürtlerin dini düşünceleri yok sayılır. “Türk inkılâbına hâkim olan ilham ve esas prensiplerin Paris ve Londra’dan gelmeye devam ettiği ölçüde, zamanın Türkleri her bakımdan Avrupalı olarak kalmaya hak kazanacaklardır” diyen Salvador de Madariaga gibi düşünülmektedir Kürtler için de. Kürtler, laikleştirilerek İslami tefekkürden uzaklaştırılacaktır.
Ne yazık ki bu süreç istenildiği gibi işlemiş gözüküyor. Kürtlerden dini duyguları canlı olanlara ayrı, bu duyguları görece zayıflamış olanlara ayrı taktikler uygulanıyor. Kürtleri temsil ettiğini iddia eden Marksist, ateist bir siyasal yönelim olan HDP, bu hususta Türk kökenli Marksistlerden de tabii olarak destek görüyor. Nihai amacın Türk, Kürt, Arap, Çerkez her Müslüman milletin İslami tefekkürden uzaklaştırılması olduğu düşünüldüğünde şaşırtıcı hiçbir şey yoktur. Bu noktada PKK terörünün başlangıçta Kürtlere uygulanmış olması son derece yerinde bir ilk adımdır. Kürtler baskıyla yerlerinden edilmiş, yersiz yurtsuzlaştırılarak adeta Yahudileştirilmiştir. Köklerinden koparılarak vahşi kent hayatına intibak etmeye zorlanan insanların zorlu hayatlarının, onların dini duygularını sarmış olması tabiidir. Pratik olmayı gerektiren hayat tarzı faydacı olmaya zorlar. Son otuz yılda Kürtler, Türklerin aksine dindarlaşmamış, laikleşmiştir bu yüzden.
Türklerin İslami tefekküre dönüşü şu günlerde yaşadığımız sorunların ana nedenidir. Bunun bir bedelinin olacağı muhakkaktır. Kürtlerin İslami tefekküre dönüşünün önündeki en büyük engelse, onlara çok tabii gelen özerklik talepleridir. Doğu ve Güneydoğu’da talep edilen özerklik, o coğrafyada 1930 ve 1940’lı yıllar boyunca Türkiye’nin her yanında görülen vahşi laikleşme süreçlerinden çok daha vahşisini gündeme getirecektir. Çünkü asıl amaç, Anadolu’daki Müslüman ahalinin İslami tefekkürden bir şekilde uzak düşürülmesidir. Özerklikle elde edilen bölgelerden tüm Anadolu’ya bu defa Kürtler eliyle yayılmak istenen şey, son derece iyi gizlenmiş İslam düşmanlığıdır. Bu noktada, geçtiğimiz yıl vefat eden Uruguaylı Marksist yazar Eduardo Galeano’nun Aynalar kitabında vurguladığı gibi, Arap coğrafyasının Osmanlıyla bağını kesmek için İngilizlerin tam iki yüz yıl boyunca Arap aşiret reislerine maaş ödediği gerçeğini hatırlatmanın yeridir. Galeano, Körfez Savaşı’nın Batı’nın petrolünü Doğu’nun toprağının altına koyan coğrafyanın yaptığı hatayı düzeltmek için yapıldığını söylemesi eksik bir gerçeği ifade ediyor. Söyledikleri doğrudur ama eksiktir: O coğrafyada Müslümanlar yaşamaktadır. Bu, söz sırası Latin Amerika’ya gelince aslan kesilen Galeano için bir ayrıntı olabilir ama Türkler ve Kürtler için değildir.
Şu günlerde Türkler ve Kürtler İslami yaşantı ile İslami tefekkür arasındaki farkla imtihan ediliyor. İslami yaşantısı olmak İslami tefekküre de sahip olmayı beraberinde getirmeyebiliyor. İçerdeki ve dışarıdaki laik çevrelerce Türklerin, Kürtlerin, Arapların, Çerkezlerin, Farisilerin İslami bir yaşantısının olmasına esasen itiraz da edilmiyor. Şiddet sarmalı oluşturularak karşı durulan şey, İslami bir tefekkürün oluşmasıdır. Türkler, 1930 ve 1940’lı yıllar boyunca CHP özelinde tezahür eden laik, etnik aşırılıklara karşı ciddi bir mesafe kat ettiler. Şimdi aynı mesafeyi Kürtlerin HDP’de somutlaşan laik, etnik sapkınlıklara karşı kat etmeleri gerekiyor. Umuyoruz ki bu, uzun sürmesin…

Şiir Sanatının Yeniden Tebarüzü ve Tebellürünün Güçlüğü Üzerine

Deformasyon, Yenilik ve Kuram Söylemlerinden Gına Gelmesine Karşın
Şiir Sanatının Yeniden Tebarüzü ve Tebellürünün Güçlüğü Üzerine

“Oyun tahtasında bu oyundan başkası yoktu.
Oyna dedi; ilave yapmayı ne bilirim?
Ben mevcut olan bir oyunu oynadım;
Kendimi belaya attım
Bela içinde de onun tatlarını tadıyorum;
Onun mağlubuyum, onun mağlubuyum,
onun mağlubu”
Celâleddin-i Rumî

“Yapacağım en son şey,
sahip olduğunuz estetik yetileri
nasıl kullanacağınızı söylemektir.”
John Cage

“Önümde Yürünecek Canlı Bir Yol Varken…”

Ehlinin derhal kavrayacağı gibi daha yazımın adıyla, eğildiğimiz meselenin gene ehli için hayatiyetine, geniş ve karmaşıklığından ötürü sınır ihlalleriyle, işgalleriyle dolu geçmişine ve olanca yalınlığına karşın çetrefilleştirilerek yağmalanmış varlık alanına, daha açık bir ifade ile ‘sınırlarına’ işaret etmek istedim. Beni bu isteğe zorlayan iki sebep oldu. Bunlardan ilki, şiir söz konusu olduğunda eğildiği hususu emekle kuşatmış yazıların okurlarının, bugün neredeyse hiç kalmayan şiir okurundan daha da nadir olmasıdır. Bir yazının adının, yazarının kuşattığı alana dair savını tez elden sunması kaçınılmaz olmakta bu yüzden. İmajlarla, benzetmelerle, reklâm işi spotlarla tezyin edilmiş ifadelere sığınmak, doğrusu pek ‘afili’; ama bugün artık pek klişe olan bu yönelim, eli kalem tutanlara bile kendini alternatifsizmiş gibi gösterebiliyor. Ayrıca şu da var: Yazarın savı yerinde ise, yazdıkları, yazısının adının ağırlığında kalsa bile maksadın hâsıl olması gerçekleşmiş sayılabilir. Bu durumda akılda kalan başlığın kendisi, meselenin sınırlarına ya da meselenin niçin mesele olduğuna yeter vurguyu yapmış demektir. Yazımın başlığına “Kolları Irmağına Kasdetmiş” desem, sanırım bu ‘yerinde ve de hoş’ terkip, kendisi hayatta ve sanatta bir nesnel karşılığa sahip olmasına karşın, bu niteliği taşımayan onlarca ‘benzeri’ arasında kolaylıkla buharlaşabilirdi. Okumaya devam et