Sanatçı ve Üvey Kardeşleri

Has bir sanat eserinin alımlanmasının önündeki engeller içinde belki de en belirleyici olan, sanat ortamına birer sanat eseri iddiasıyla sürülmelerine karşın ürettikleri vasat ile ortamın irtifasını büyük oranda etkileyen, meslekî hırsla üretildiği açık eserlerin baskın çokluğudur. Bu durumda has bir sanat eserinin varlık bulmasının önündeki temel engel, sanat eserinin haslığına dair bir görüsü, kavrayışı olmayanları sanat eseriyle yüz yüze geldiklerinde, soyadlarındaki benzerlikle yanıltan üvey kardeşler olmaktadır. Sanat tarihinden de açıkça görüleceği üzere has bir sanatçının dertlerinden en tatsız olanı, en döl bırakmayanı bu üvey kardeşlerle aynı atmosferi solumak durumunda kalacak olmasıdır. Hem olumlu hem olumsuz, hem iyi hem de kötü yanlarıyla yüzyıllardır değişmeyen bir yazgıdır bu. Fakat sanatçı ya da sanat eseri için, olumlu ve iyi olandan çok olumsuz ve kötü olanın imkân taşıdığı düşünülünce, ‘dert’ dediğimiz hususun ‘olması gerektiği gibi olduğu’ gerçeği, bize bir ihtar olarak kendini hatırlatacaktır. Zaten has bir sanat eserinin eyleyeni ile üvey kardeşlerin devinip durmaları arasındaki bu ‘dert’ ayrımı, sanatsal bir ifade olarak, bir biçem olarak geçmiş öz kardeşler içinde yakınlığını bulur. Çünkü has bir sanatçı için, dünyanın neresinden olursa olsun müteveffa has sanatçıların varlığı, yaşayan üvey kardeşlerin yakınlığından çok daha sıcaklık barındırır. Turgut Uyar’ın kendini altı yüz yıllık klasik şiir geleneğimiz ile birlikte Federico Garcia Lorca’nın şiirsel edimleriyle de ölçüştürmesi, ona Divan’ı yazdırmıştır. Ortaya çıkan eserden sıcaklık bulan, soluk aldığı zaman diliminde ressamlarla, müzisyenlerle meselelerini sürekli yüz yüze tartışan Devlet ve Tabiat şairi Ece Ayhan olduğu kadar, kendini öz kardeşlerden sayan ressamların, şairlerin, müzisyenlerin hepsidir de.  Okumaya devam et

ŞAVŞAT’I NİÇİN Mİ SEVİYORUM?

“Kurban olam Şavşat’a da içinde yar sesi var”

Bir Türkü’den…

“ Bak ta gör ki şiirin değerini onunla inkâra yeltendi

inanmayanlar, Resul’ün peygamberlik şerefini.

İspat için; şairlikle suçladılar O’nu,

Kur’an’ın ona indirilmediğini.”

Molla Camî’den

“Nerelere de aşırdık yolumuzu böyle”

Kara Ormanlı Heidegger’den…

 

 Çekildiğimiz bir sığa mı var; o sığaya çeken birileri mi var?

Doğru ve sorulması gereken sorular endişeye yani düşüncenin kaygılı olanına yöneltiyor insanı. Şiirimin kökenine ilişkin bu soru da beni böyle bir hâle sevk etti. Ben bir şair otomatı değilim. Ve sadece bir otomatın eylediğinin mahiyetine bigâne olacağını da bilir ve de söylerim. İshal olmuş çokları gibi her ay birkaç dergiye birden şiir yetiştireceğime kendi kendimin Molla Kasım’ı olmayı arzularım. Bu yüzden de sevk olduğum, düştüğüm hâlden kaçmayıp bu soruyu biri tarafından değil de içimden sorulmuş gibi cevaplamaya çalışacağım. Çünkü böyle sorular biri ya da birileri tarafından soruluyorsa, soru ne kadar yerinde, doğru ve sorulması gereken nitelikte olsa da insanda bir geçiştirme, erteleme, öteleme hatta hiç mi üstüne almama duygusu, düşüncesi uyandırabiliyor. Oysa içte uyanan sorunun, bir şeyin özüne varıp sonra o öze ermek için özün posasını em-mek demeye gelen sor-mak kökü ile ontolojik bir ilişkisi var. Benim yapmaya çalışacağım da bu yordamla ve böyle bir şey: Şiir’in ontolojisi üzerinden şiirimin ontolojisine soru imi koymaya çalışacağım. Şavşat’ı niçin seviyorum? Okumaya devam et