Aşkla Yazılmış Şiirde Aşk

Kısa Pantolon Paslı Çakı Dizde Kabuk Bağlamış Yara
Kısa Çakı Paslı Pantolon Gözde Yarası Kalmış Kabuk

Nazlan
Sitem et
Kırıl bana
Beni geç vakit
Tek başıma suya yolla
bağçede yüzünü öteye çevir
Güle hayret ediyormuş gibi yap
Gülümseyerek konuş da başkalarıyla
Somurt avluda sadece ikimiz kalınca
Kızıp en sevecen adımlarla üst kata çık
En sevdiğim çiçeğin saksısı kaysın elinden
Derinleşsin ben içerledikçe ruhumdaki sakarlık

Yamru bastım iş değildi hake çakılmak bayırdan
Dağ sıra dağdı hangi haşin belden yol veresi
Gece hep süzüldü yukarıdan lakayt Kehkeşan
Altımda beni hep yutmaya çağladı nehir
Yetişir hecelemen sök beni bir kere
En zoruma gideni yap hengâme getir
Çel beni tökezlet tuttur çitlere
Ahla istida edecek ahvâl değil
Kim bana kıymazsan bilebilir
Dünya dedikleri samut küp
Acılar tıkandıkça bende
Hep seni seslendirir

Bu şiirin ilk okuyanı olmak şerefi öyle sanıyorum ki bendenize ait. İsmet Özel ile 1994’te Dokuz Eylül Üniversitesi İlahiyat Fakültesi öğrencilerine bir konferans vermek için geldiği İzmir’de tanıştım. Samuel Huntington’un Medeniyetler Çatışması’nın gündemde olduğu günlerdi. Kalın Türk adıyla kitaplaşacak konuşmasını yapmıştı şair. Sonrasında pek çok kez telefonla rahatsız ettiğim oldu onu. 1996’da ise yüksek lisans çalışmam için ziyaret etmek istedim. Bir cuma günü Çengelköy’de buluştuk. Cuma namazını eda ettikten sonra bir minibüs yolculuğuyla Talimhane’deki evine vardık. Hayatına, şiirine dair epey sorularım oldu. Onlardan birinin yolu, sonradan bu şiire çıkacaktı: “İsmet Özel’in şiirinde neden aşk yok?”

Erbain’i eline alıp sondan başa doğru yavaş yavaş geldi şair. Bitirince de şöyle dedi: “Evet, yok. Ne yapacağız şimdi… Ama ben bütün şiirlerimin aşkla yazıldığını iddia ediyorum.” Soru, Özel’in ne denli içine işlemişse yıllar sonra bu şiiri yazıp bitirdiğinde telefonla arayıp bana yıllar önceki sorumu hatırlattı ve şiiri okudu. Şair, bir aşk şiiri yazmıştı. Şiiri görmek istedim. O da beni kırmayıp faksla yolladı. Evet, faksı alan memur arkadaş benden önce okumamışsa kuvvetle muhtemel ki bu enfes şiirin ilk muhatabı olmak benim nasibimdi. Şimdi bir küçük şiir olarak onu yorumlamak da bana düşüyor.

Küçük şiirler, lirik olduğu için küçük değildir. Zaten onlara “küçük” deyişimiz metre hesabı baktığımızdan şekillenmiyor. Küçük şiirlerin üzerimizde yarattığı etki buna sebep. Küçük şiirlerde bir dünya başlayıp biter. Olaylar bir örgü oluşturur. Zaman ve mekân, tasvir ve tahlillerle, tam ve tekmil bir romandaki kadar zihnimizde belirginleşir hem de şair hiç tasvir ve tahlil yapmasa da. Sadece ona has bir musiki duyarız. İsmet Özel’in bu şiiri de öyle. Bir küçük aşk şiiridir ama sanki Fuzuli’nin Leyla ile Mecnun’unu yahut Şeyh Galib’in Hüsn ü Aşk’ını okumuş gibiyiz. Çünkü bu küçük şiir, bir mikro kozmos olarak eksiksizdir. “Eksik olan”, sadece âşıktadır.

Şiir ile yüz yüze geldiğimizde ilk dikkatimizi çeken şey, formu kuşkusuz ama onu şimdilik göz ardı etmemiz gerek. Çünkü ona neden olan her husus şiirin semantik düzleminde. Onun da daha çok musikisinde. Şiirin atmosferini duyumsamak isteyenlerin klasik Türk musikisi eserlerine yolunu düşürmeleri gerek. Olaylar örgüsü, çatılan naif aşk hikayesi zira bugün sadece orada bulunabilir. Güftesi Vejdi Gönül’e, bestesi Selahattin Pınar’a ait şu beste bu kabildendir.

“Geçti ömrüm yine hâlâ ben o bin derd ileyim
Söyle dermanını ey sevgili aşkın bileyim
Böyle hicran eleminden nice bir inleyeyim
Söyle dermanını ey sevgili aşkın bileyim”

Âşığın vasıfları arasında sevdiğinin ona yüz vermeyerek ıstıraplar çektirmesi klasik şiirimizin en temel niteliklerinden biri. Modern dönemde terk edilsin istenen bir haleti ruhiye bu. Erkekler terk ettiği gibi kadınlar da terk ediyor yavaş yavaş. Artık erkekler sevdiklerinin kendilerine nazlanmasını, sitem etmesini istemiyor. Daha başka türlü sıkıntıları hiç gündemimize almayalım… Yaşamaya maruz bırakıldığımız dünyada “kadın” ve “erkek” ideleri, “aşk idesi” lağvedilerek yok ediliyor. ABD’de son yapılan araştırmalara göre kadın eşcinselliği yüzde otuzlara, erkek eşcinselliği ise yüzde sekizlere ulaşmış durumda. Oluşturulmak istenen şeytani dünya düzeninde insan neslinin doğası bedensel olarak yok edilmeye paralel olarak ruhsal açıdan da yok ediliyor. Kadın, kendisini erkeğin “aşk idesi”nin nesnesi olarak görmek istemiyor. Erkeklerde ise âşık olabilme yetisi öldürülüyor. Ahmet Arif, çok haklı bir gözlemle insanda acı çekme gibi âşık olabilmenin de bir kabiliyet işi olduğuna işaret etmişti. Leyla Erbil’e yazdığı mektuplar tespitini doğrular niteliktedir. Sadece bir tespit olarak söylersek, âşık olduğu kadına kavuşamayınca intihar eden erkek haberleri yerini, birbirlerine âşık olmadan hedonistçe yaşayan “çift”lerin birbirilerini boğazlama haberlerine bıraktı. Bunun asıl İslam sanatının özünü oluşturan “aşk idesi”ni tahrip olduğunu göremiyoruz maalesef. Sürekli parmak ucuna bakıyoruz. Türkiye’de “aşk idesi” böylesine zedelenirse, kadın ve erkeğin birer kul olarak Cenab-ı Allah’a yönelmelerinin imkânı da yok olur. Dünyanın şeytani düzeni zaten insanları birer “alık”a döndürerek yaradılışlarını fark edemez hale gelmesini istiyor. Bir Yusuf Masalı’nın Sebeb-i Telif’inde “Halbuki aşk, başka ne olsundu hayatın mazereti” diyen Özel’in bu şiirini dillere pelesenk etmemiz elzem bu yüzden. Gelmekte olan nesillerimiz için “aşk idemiz”i aktüel etmek zorundayız. Aksi halde sadece bizim değil insanlığın yüzlerce yıldır Yaradan’ından aldığı ruhla oluşturduğu ne varsa yok edilecektir.

Evet, işte bu yüzden bu küçük şiir hayatî bir öneme sahip. Dikkat edilecek olursa hayatî öneme sahip olan, oradan neşet eden her sanat eseri muhteşemdir. Çünkü sanat eseri bir hayatın içinde kıvılcım alan bir hayatîyetten doğar.

Şiirin gitgide genişleyen ilk bendi bitmek tükenmek bilmeyen nazlanmaların manzumesi. Seven belli ki bunun bir yerde durmasını istiyor ama nafile… Sonunda ona kalan, hayatının geri kalanını kaplayan bir “sakarlık”. Âşık kişi sakardır. Anadolu’da alnında beyaz leke olan atlar için de “sakar” derler. Bu, bir işarettir onu diğer atlardan ayıran. Âşığın da başkalarından ayrılan bir hayatı, hayata bakışı vardır. Onun âşık olmaktan kaynaklanan sakarlığı, ömrünü sıradağlar arasında yamaçlarda geçirtecek ve başkaları için bu ömür seyirlik olacaktır. Fakat onun bu “seyirlik” hali, öyle ibretlerle doludur ki başkalarına da yayılacaktır. Zira haller, sirayet eder. Bugün küresel kapitalizmin medyası tarafından niteliksiz, derinliksiz insanlık hallerinin seyirlik kılınması nasıl bir salgın hastalık gibi yayılıyorsa âşığın hali de öylece yayılacaktır. Halk hikayeleri, masallar, mesneviler eliyle geçmişte yayılan işte tam da bu “aşk idesi”dir. Buradan bakınca dünya, üstünden ve altından basık “samut” bir küreden ibarettir. Aşık, hayatın içindeki hayatiyeti kavrayan kişi olarak dünyayı böyle görür.

Ortega y Gasset, Sevgi Üstüne’sinde, sevmenin sevilen şeye sonu gelmez bir gayretle neşve verme, onu koruma ve yeniden yaratma olduğunu söylerken haklıdır. Âşığın yaşaması için sevgisini canlı tutması, ona kendi neşvesinden vermesi gerekecektir. “Kısa Pantolon…” şiirinde sesini işittiğimiz kişilik için kendisini yaşatan ilk neşveyi aldığı sevgisi artık onun vereceği neşveyle canlı kalacaktır. Âşık, onu öldürürse kendisi de yaşayamaz.

Peki, ondan nefret edemez miydi?

Gerçek âşıklar için bu söz konusu değildir. Nefrete dönüşen sevgiden neşve gider. O, artık bir ağırlıktır. Canlılık vermediği gibi can için bir ağrıdır. Âşıklar yaşamak ister yaşatmak için. Bu nedenle de ona sarılan sarmaşıkla büyüyüp gidebilen ağaçlar gibi olmayı başarırlar. Oysa çoğu kere sarmaşık ağacı öldürür.
O halde sanatçı bu hali nasıl yaşayacaktır?

Bunu sanırım en iyi Sezai Karakoç’un kitaplarına almadığını fark ettiğim çarpıcı bir yazısı ile anlatabileceğiz.
Karakoç, Mülkiye dergisinde (Ocak, 1953), Mona Roza şiirinin ikinci kısmı “Ölüm ve Çerçeveler”i yayımladığı sayıda, “Sanatkârın Aşk Tarafı” adlı enfes bir yazı da yayımlar. Şair, yirmi yaşındadır. Mona Roza şiirine akseden “aşk hali”ni bir “ide” olarak anlamaya çalışmış ve şimdi anlatmak istemektedir. Önce “sanatkâr”dan kimi anladığını sonra “aşk”tan neyi anladığını soyut izahlar ve somut imajlar ile anlatır. Ardından “kadın idesi” aynı çarpıcı bir usul ve üslup ile ortaya koyar. Yazıya okurun ulaşma güçlüğünü düşünerek bu fevkalade pasajı buraya almak istiyorum: “Sanatkâr derken, mücerret sanatkâr ruhlu insanı yani kapalı bir daire gibi kendisinde başlayıp kendisinde biten statik artist ruhunu değil, belki bir eserde tecelli eden, aydın ruhları aynasının tılsımına çekmek için çevresine mütemadiyen kemend ve ok fırlatan, müşahhas bir cehd hattından ibaret dinamik artist ruhunu kastediyoruz. Meyve ağacı ile meyveli ağaç arasındaki fark… Aşk derken mücerret bir sevgiyi değil, esere akseden aşkı murat ediyoruz. Luigi Pirandello’nun kendi yaptığı heykele âşık olan hikâye kahramanının aşkı ile eseri arasındaki münasebet… Heykel dirilmiş, heykeltıraş bahtiyar olmuş, fakat sanatkâr ölmüştür. Bu hikâyede aşkla sanatın bağlılığı görülüyor. Ama, olay, bu bağın negatif yüzünü veya sonucunu gösterecek şekilde kurulu… Ve aşk derken, bir şeye olan umumi manada temayülü değil bir cins mensubunun kendi cins veya daha doğrusu mukabil cins mensubuna duyduğu sadece cins mensubu olmaktan gelen hususi temayülü ifade etmek istiyoruz.”

Sezai Karakoç, sanatçıların aşk tarafını diğer bir deyişle aşkları açısından sanatkârları “muvazene”, “vasıta”, “inhiraf”, “obje sayısı” açısından misâllerle somutlaştırarak sözü varmak istediği yere, “ideal sanatkârın aşkı”na getirir. İdeal sanatkârda ruh muvazenesi, cemiyet planında meşruiyet umumiliği, ruh planında hususilik, obje tekliği, objenin muhakkak karşı cinsten olması ve onun da yaradılış hikmet uygun oluşu aynı anda olmalıdır: “(…) kaplumbağanın bağası gibi etine yapışık bir şekilde sunan Sevgi ve Aşk.”

Yirmi yaşında bir âşık şair olarak Sezai Karakoç yazısını nasıl mı bitirir?

İsmet Özel’in “Kısa Pantolon…” şiirinin ilk bendinin atmosferiyle paraleldir Karakoç’un yazdıkları. Umuttan söz etmek istemektedir: “Ve elbetteki, bu sanatkârın karşısında, muhatap olarak bir beyaz kâğıt kadar boş, bir beyaz duvar kadar sağır, kaya kadar sert idrakin, daha doğrusu idraksizliğin, yani imkansızlığın ve çaresizliğin bulunmaması temennisi.” Fakat ne “Mona Roza” için ne de “Kısa Pantolon…” öyle olmamıştır… Karakoç’un ve Özel’in yaşamları, şiirleri bunun işaretleriyle doludur. Bu bakımdan bu iki şiirin yan yana durduğunu söylemek yanlış olmaz. Bir yanda şiirlerinde aşkı ancak ellili yaşlarında mevzubahis eden ancak tüm şiirlerinin aşkla yazıldığını savunan İsmet Özel, öbür yanda şiire muhteşem bir aşk şiiriyle giriş yapan ve bu aşkı tüm şiirlerinde sürdüren Sezai Karakoç. “Aşk idesi”ne duydukları bağlılık, bu iki büyük şairinin ortak yanıdır.

“Kısa Pantolon…” bir küçük şiir olarak, mükemmelliğine, semantik düzlemindeki bu mükemmeliyete erişme algısıyla ulaşmaz sadece. Yapı bakımından da mükemmel bir şiirdir. Bir kelimeden başlayıp genişler; öyle ki o tek kelime şiir sonunda “Hep seni seslendirir” gibi bir temelin üzerine yerleştirilirse ancak yıkılmayacak bir ağırlığa ulaşmıştır şiir sonunda. İsmet Özel, daha ilk şiirlerinden başlayarak şiirin bir yapı meselesi de olduğunun farkındadır. Geceleyin Bir Koşu’daki lirik şiirlerinde de “Amentü” ve “Of Not Being A Jew” gibi kaplamlı şiirlerinde de şiirin gerektirdiği form arayışları kendini açıkça ortaya koyar. Burada şairin işi fevkalade zordur. Zira yazdığı nihayetinde bir aşk şiiridir. Can Yücel, bu zorluğu. “Dinar Yolunda Devrilen Bir Fordun Şoför Ahmet İçin Yaktığı Ağıt” şiirinde humor ile aşmıştır. Yücel’e has argo onun en büyük yardımcısıdır. İsmet Özel ise o güne kadar şiirinde olmayan naif bir sesi yardıma çağırır. Özel sert ve gür sesine alışık olanlar için şaşırtıcı bir durumdur bu. “Şair, ‘zayıf yanı’nı mı göstermiş olmaktadır?” sorusu bu noktada sorulsa yeridir. Karakoç’un “Mona Roza”yı yazarak şiire başladığı yerde gösterdiği bu yan, Özel’de niçin bu kadar geç tebarüz etmiştir? Kanımca bu da yerinde bir soru olurdu.
Küçük şiirler, işte böylesine meselelerle yüklüdür. Ne derebeylerinin zirvelere kondurdukları şatolar gibi ne de manastırlar, tapınaklar gibidirler. Şairler, küçük şiirleriyle kendilerine bir koza örerler. Oradan kelebeği çıkarmak ise okurun işidir.

Karamsar Şair, Kötümser Filozof

Günlerden cumartesi. İstanbul’a kar yağıyor. Şair Cemal Süreya’nın, şair Ahmet Muhip Dıranas’ın “Kar” şiirini okuyuşunu düşünüyorum. Ne güzel “Allah aşkına” diyor Cemal Süreya. İlk şiirlerini yayımladığı adıyla Cemal Süreyya Seber. Hep mutlu olmak istemiştir Cemal Süraya. Malûm, Türkçemizde “m” sesiyle kelime başlamaz. “Mutluluk”, “umutluluk”tan bozulmadır. Dememiz o oluyor ki “umutlu” olmak istemiştir şair. Şiirlerindeki humordan da bellidir bu. İroni ve humor, şairi bir keskin sirke olarak kendine zarar vermekten korur. Bu yordamla şiir yazdı mı bir şair, bilin ki dardadır. Süreya, sık sık darda olmuştur. Ama asla kötümser değildir. Tıpkı akranı Turgut Uyar gibi.

Turgut Uyar’ın Tomris Uyar’a büyük bir sevgi ile bağlı olduğu bilinir. Oysa Tomris’in günlüğünde Uyar’ın bahsi nadirdir. O sevgi karşılığını bulamamıştır. Şairin Her Pazartesi, Toplandılar kitapları ad olarak bana bu yüzden Tomris’in ahbaplarıyla yaptığı buluşmaları hatırlatır. Tomris Uyar bahtlıdır. Seveni çoktur ama bana kimseyi sevememiş gibi gelir. Peki, şu durumda Uyar ne mi yapmıştır? Kopkoyu bir şiir yazmıştır son kitaplarında. “Acıyor” şiirinden akılda “sevgim acıyor” dizeleri adeta bir nakarat gibi kalır. Ömrünün eylülü toparlanıp gider. Ekim de ardı sıra gelecektir. Şair, Lucretius’un Evrenin Yapısı’nın tercümesine dahil olduğu için değil şairliğinden bilir ki

Tarihe gömülen koca koca atlar
Tarihe gömülür o kadar.

Uyar’ın bu dönem şiirlerine Kayayı Delen İncir demesi manidardır. İncirdeki yaşama iradesi muhteşemdir. Umuttur bu… Aksi hali Cenab-ı Allah tarafından yasak edilen umut. Kierkegaard’ın bir Hıristiyan için kaybedilmesinde ölüme götüren bir hastalık olarak gördüğü umut neden bu denli mühimdir? Yaşama iradesini taşıdığı için mi sadece?

Bana kalırsa dünyayı değiştirme kudretinin cevheri olmasından. Bu açıdan bakarsak Schopenhauer’e yolumuzu çıkarmamız kaçınılmaz. Hıristiyanlığını halk kesimleri için bir zorbalığa dönüştüren Batı toplumlarının bu karayazıcısı filozofu, İrade ve Tasavvur Olarak Dünya’sında, içinden çıktığı toplum için olan biteni tüm açıklığıyla anlatmıştır. Ona göre insan, o doğmadan dünyaya çoktan şeklini vermiş olan bir “İrade”nin içine doğar. Ne yaptığını bilmeyen kör bir iradedir bu. İnsan, onun pençesinde çaresiz bir varoluş arar. Lakin Kilisenin ve kralların Avrupa’sını karşısına bir dereceye kadar alabilir filozof. Talebesi Nietzsche delirme pahasına tümüyle alacak ve Tanrı’nın Batı’nın laik dünya tasavvuru eliyle öldüğünü ilan edecektir. İşte insan, böylesi bir dünyadadır Batı’da. “İrade”nin önüne sunduklarını kendi zavallı “irade”siyle “seçme”sini “özgürlük” sanır. Kendi için varoluşlar tasavvur eder. Kendini inşa etmek, gerçekleştirmek ister ama göremez ki tüm gayretleri “Irade”nin ona verdiği kadardır. Schopenhauer, bu noktada insanın Budistlerin Nirvana’sına ulaşmak için dünyadan el etek çekmesine işaret eder. Bir diğer işareti “İrade”nin üzerimizdeki korkunç baskısını yok etmek için sanata yönelmektir. Bilhassa da musikiye. Çünkü musikinin maddeyle bağı diğer sanat alanlarına göre daha azdır.

Schoupenhauer, pek çok Batılı filozof gibi, önerdiği büyük felsefenin mutasavvıflar tarafından yerli yerine konalı çok olduğunu bilmez değildir. Müslümanlar, bir yandan kurdukları devletler eliyle dünyayı döndüren “İrade”nin, “İlahi İrade” olmasını sağlamaya çalışmışlar bir yandan da o dünyanın içinde bile kendi güç isteklerini (Nietzsche’nin tabiriyle “will to power”) terbiye edebilmek için, içlerindeki musikiye ram olarak “kenar”da olmayı başarmışlardır. Muazzam bir terkip gücü vardır burada. Mutasavvıfların musikiye meyli, dikkatli incelenirse görülecektir ki gerektiğinde kılıca ve kaleme meyilleriyle paralel gider.

Peki neden filozof, pek çok Batılı benzeri gibi Budistlere işaret etmiştir de mutasavvıflara etmemiştir. Bunda onun mizacının payı olduğu kadar Batı’nın İslam karşıtlığının da payı olsa gerektir. Onun “İrade” olarak ifade ettiği dünya tasavvuruna, İslam tefekkür ve tahayyülünden çıkmış “İrade”nin dünya tasavvuru güçlü tek muarızdır. Budistlerin tefekkür ve tasavvurundan dünyayı değiştirecek bir “İrade” çıkmayacağı için Batılı filozoflar, sanatçılar onlarda kendileri için daraldıklarında üzerlerindeki baskıyı hafifletecek bir alan bulmuşlardır. Schopenhauer’ın yaşadığı çağda olduğu kadar yirminci yüzyılda da bugün de geçerlidir bu durum. Batı, tefekkür ve tahayyülüyle kurduğu postmodern popülizm ideolojisine zarar vermeyeceği hatta onu uzak doğuda yayacağı için “Kore Popu”nu kendi “pop”u kadar sahiplenir. Fakat Türklerden kendisine benzetemediği hiçbir unsurun popüler olmasına müsaade etmez. Kendisi Hıristiyanlığı siyasallaştırırken Müslümanların bir siyasetlerinin olmasını istemez. Bu yüzden de neredeyse yüz elli yıl önce icat ettiği “siyasal İslam” sopasıyla bugün de Müslümanları dövmeye kalkar. Müslümanlar da “İslamî yaşantı” ile “İslamî tefekkür” ayrımından bihaber oldukları için göz aydınlığından uzak bir halde Schopenhauer’ın söz açtığı “İrade”nin yeryüzüne yayılmış olanını kendi tasavvurları zannederek yaşayıp giderler maalesef.

Görülüyor ki Schopenhauer da Platon öncesi Grek filozoflarının, bilhassa Stoacılar ve Epikürosçuların, “Nasıl yaşanır?” sorusuyla ilgili. “Hangimiz değiliz ki?” diye bir soru kalıbımız vardı eskiden. Bugün bunu tersine çevirmemiz lazım: “Hangimiz nasıl yaşanır sorusuyla ilgiliyiz?” Hayatî bir sorudur bu oysa. Eskiler farkına vararak ya da varmayarak bu sorunun cevabına kavuşmuş olarak yaşamayı içinden çıktıkları toplumdan ediniyordu. Anadolu, yeryüzünde bu hayatî soruya İslam “irfan”ı ile cevabı mükemmel vermiş insanların yurduydu. Maalesef nesillerimize yüz elli yıldır verdiğimiz pozitivist eğitim neticesinde bu irfan bugün can çekişiyor. Modern dönem boyunca ayakta kalmayı başaran bu irfan, son otuz yılın postmodern sürecinde nasıl oldu da bu kadar hızla ölüme doğru gidiyor? Müslümanların postmodern popülizm ideolojisinin liberal kılıklara bürünen sinsi yöntemlerini çözemeyişlerinden kanımca. Modernist olmayı reddederken gösterdikleri zihin açıklığını postmodernite karşısında gösteremediler. Onları kuşatan “İrade” içinde var olmayı seçtikleri için o “İrade” tarafından tefekkür ve tahayyül dünyaları buharlaştırıldı.

Şairleri onları uyarmadı mı peki?

Bırakın İslamî hassasiyetleriyle tebellür etmiş şairleri yukarıda andığım Cemal Süreya, Turgut Uyar gibi seküler şairler de her çevreden, düşünceden insanımızı uyardı aslında. Ömürleri uyarılarında haklılıklarının ama çözüm önerilerinde yanılışlarının resimleriyle doludur. Lakin artık milletten halka, halktan kitleye, kitleden avama, avamdan alıka dönüşsün istenen insanımız: “Biz artık şairleri gereksinmiyoruz!” der hale geldiler. Alıklardan oluşturulmuş bir toplum tasavvuru, postmodern dönemin ideolojik hedefiydi. Maalesef bu hedef tüm yeryüzünde son hız ilerlemekte. Bu yüzden ne Kutadgu Bilig müellifi Yusuf Has Hacib’in ne de “şairler dünyanın gizli kanun koyucularıdır.” diyen Shelley’nin görüşlerinin günümüzde bir hükmü var. Son sözü avam söylüyor. Avamlaşmanın, alıklaşmanın, Cenab-ı Allah’ın kulları olduklarını insanların artık göremeyecek hale düşürülmeleri olduğu gerçeğini dünyanın tüm inanç sistemlerine hatırlatan Müslümanlar olmalıydı oysa.

Şairin karamsarlığının da filozofun kötümserliğinin de yaşadığımız zamanda hükmü kalmıyor. Hükmü, insanların cinsiyetlerini karıştıran şeytani dünya düzeni vermek istiyor. Öte yanda ise kayayı delen incirdeki yaşama iradesi var. O irade hep var olacak. Kurtuluşumuz onu canlı tutmakta. Ayrık otları her yeri saracak ama incirdeki iradeden büyüyenler, onu, tıpkı küçük gezegenini kaplamasınlar, diye her gün baobap ağaçlarını yolan Küçük Prens gibi yolacaklar. Şairler bunu nasıl olacağını her zaman ilk gösterenlerdir. Gene göstereceklerine kuşkum yok.