Modern Hayat, Modern Şiir ve Mehmet Akif…

Modern Hayat Politikalarını
ve Modern Şiir Poetikalarını Dışlayan Hayatiyetin ‘Poetika’sı

p18ir5jf8p7uq1fj2mg299o1eqg3

“Önemli olan sanatçının
ne yaptığı değil, ne olduğudur.”*
Pablo Picasso

İçinde yaşadığımız, yazdıklarımız yahut konuştuklarımız yoluyla düşüncelerimizi içine bıraktığımız dünyanın şu gelinen halinde, ister şiir ya da öykü ister mülakat ya da tenkit olsun, konuşmanın yahut yazmanın türlü şekilleri uzun bir sessizlik mimiği olarak algılanmaya mahkûm görünüyor. Yazan ve konuşan ile dinleyen ve itiraz eden arasında tesisi ancak büyük bir yıkım sonrasında yeniden oluşabilecek bir irtibatsızlık oluştu. Böylesi bir yıkımın sözünü etmek bile, bir çeşit Vandallık olsa gerek. Ne var ki yıkım zaten kapitalizmin kat ettiği aşamalarla dalga dalga yayılıyor. Topla tüfekle olmadığı da aşikâr; bu yüzden de savaş zamanlarında bir hayatiyetin içinde kendini bularak hayatın manasına eren insanlara pek az rastlanıyor. Eli kalem tutmuş, gözü elif görmüş olsa da milyonlarca insan, köle olmadığını, ‘demokratik’ uygulamalarda kendisine verilen haklara bakıp iddia edebiliyor. Bunların arasında sanatta yenilikçi, devrimci girişimlerde bulunmakla düşündüklerini, dahası özgürlüklerini kullandıklarını iddia eden şairlerin, ressamların, müzisyenlerin de olması olanın vahametinin en açık delili aslında. Bugünkü ‘açık olan delil’e ilişkin bir kavrayışa ermeden Mehmet Âkif’in, hayatın hayatiyet ile iç içe geçmiş varlığına durmadan işaret eden şiir telakkisine ulaşmamız mümkün görünmüyor. Zira aksini yapmak, bugünkü ‘açık olan’ı daha geçtiğimiz yüzyılın başında görmüş bir kavrayışın şiirini bugünden kopuk başka türlü bir zamana, kendi zamanına, hapsetmek olacaktır. Nitekim çoğu kere yapılan da bu olmuştur. Mehmet Âkif ‘in şiiri, şiir anlayışından ayrı tutularak sanki tek şiir mihengi modern şiirmiş gibi kasıtlı olarak modern şiirle ölçüştürülmüştür. Oysa Mehmet Âkif, şiirinde ve yaşamında Batı sömürgeciliğin düşünsel maskesi modernizmin sanatta ve hayattaki ikiyüzlülüklerini dışlamayı biricik yol olarak seçmiştir. Kişiyi reddettiğinin mizanında tartmak, doğrusu bu, ancak bizim gibi yörüngesini yitirmiş ülkelerin düşünce ikliminde rastlanılabilecek bir şeydir. Kaybettiğimiz yörünge ve bu yörüngenin mizanlar dizgesi, bu yazının sınırlarını kuşkusuz aşmaktadır. Fakat yine de Mehmet Âkif’in şiir anlayışı zemininde düşünmeye çalışırken sık sık gündeme gelecektir.
Vampir Öpücüğüne karşı Tükürük
Ellen Meiksins Wood’un, 2003’te, Amerika Birleşik Devletlerinin Irak işgali için zemini bütünüyle hazır kılmaya çalıştığı bir dönemde yayımladığı Sermeye İmparatorluğu1 adlı analizi, ‘açık olan’ olarak ifade ettiğimiz sömürgeci emperyalizmin bugünkü merhalesine ilişkin gerekli malumatı verecektir bize. Wood’un analizleri, 1848’de Marx ve Engels’in birlikte kaleme aldıkları Komünist Parti Manifestosu’nun özellikle ‘Burjuvalar ve Proleterler’ bölümündeki öngörülerini akla getirmektedir. Bilimsel Sosyalizmin bu iki büyük eylemcisi, daha o yıllarda işleyen emperyalist zihni pek güzel bildiklerinden, o mantıkla ayağa kalkan adamın ne eyleyeceğini kolaylıkla görmüşlerdi. Mehmet Âkif’in bir Müslüman olarak kavradıklarının da ifadesi olan bu görüleri, Wood’un analizinden kısa bir bahis açmadan önce hatırlamak da fayda var.
Şöyle öngörüyorlar Marx ve Engels: “Burjuvazi, tarihte, son derece devrimci bir rol oynadı. Burjuvazi, üstünlüğü ele geçirdiği her yerde, bütün feodal, ataerkil, pastoral ilişkilere son verdi. İnsanı “doğal efendiler”ine bağlayan çok çeşitli feodal bağları acımasızca kopardı, ve insan ile insan arasında, çıplak çıkardan, katı “nakit ödeme”den başka hiçbir bağ bırakmadı. Dinsel tutkuların, şövalyece coşkunun, darkafalı duygusallığın kutsal titreyişlerini, bencil hesapların buzlu sularında boğdu. Kişisel değeri, değişim-değerine dönüştürdü, ve sayısız yok edilemez ayrıcalıklı özgürlüklerin yerine, o biricik insafsız özgürlüğü, ticaret özgürlüğünü koydu. Tek sözcükle, dinsel ve siyasal yanılsamalarla maskelenmiş sömürünün yerine, açık, utanmaz, dolaysız kaba sömürüyü koydu.
Burjuvazi, şimdiye dek saygı duyulan ve saygın olarak değer verilen bütün mesleklerin halelerini söküp attı. Doktoru, avukatı, rahibi, şairi, bilim adamını kendi ücretli emekçileri durumuna getirdi. (…) Burjuvazi, üretim araçlarını, ve böylelikle üretim ilişkilerini ve, onlarla birlikte, toplumsal ilişkilerin tümünü sürekli devrimcileştirmeksizin varolamaz. Daha önceki bütün sanayici sınıfların ilk varoluş koşulu, bunun tersine, eski üretim tarzlarının değişmeksizin korunmasıydı. Üretimin sürekli altüst oluşu, bütün toplumsal koşullardaki kesintisiz sarsıntı, sonu gelmez belirsizlik ve hareketlilik, burjuva çağını bütün daha öncekilerden ayırdeder. Bütün sabit, donmuş ilişkiler, beraberlerinde getirdikleri eski ve saygıdeğer önyargılar ve görüşler ile birlikte çözülüyorlar, bütün yeni-oluşmuş olanlar kemikleşemeden eskiyorlar. Yerleşmiş olan ne varsa eriyip gidiyor, kutsal olan ne varsa lanetleniyor, ve insan, kendi toplumsal durumlarına ve karşılıklı ilişkilerine sonunda ayık kafa ile bakmak zorunda kalıyor. (Vurgu bana ait.)
Ürünleri için sürekli genişleyen bir pazar gereksiniminin itmesiyle, burjuvazi, yeryüzünün dörtbir yanına yayılıyor. Her yerde tutunmak, her yere yerleşmek, her yerde bağlantılar kurmak zorundadır.” 2
Marx ve Engels’in, Kapitalizm’in mantığına, bu mantıkla ilerleyişi sonucu oluşan yeni durumlara ve sonraki aşamalarına dair görülerinin isabeti, Wood’un Sermaye İmparatorluğu eserinde tabir caizse ‘doğrulanmak’tadır. Proleterler ya da ücretli işçiler, içlerinde özgür iradelerini duyarak ihtiyaçlarının çekiminde yaşamaktadırlar. Bu ‘bireysel özgürlük’, ulus devletlerin ‘tesis ettikleri hukukun güvencesi’ altında gelişmekte ve tıpkı bireyler gibi milletler de devletlerinin mistifikasyonu altında kapitalizmin son derece yıkıcı etkilerini adım adım yaşamaktadırlar. Bireylerin sınırlarını çizen hukuk, devletlerin kapitalizme bağlılığını önce berkitmek sonra da kalıcılaştırmak için bu defa devletlerin hareket alanlarını devletler hukuku ile çizmektedir. Aksi bir harekete karşı, ABD’nin tüm yeryüzüne uzanan askerî kolu, gereğini yapmaya muktedir olmalıdır. “Ürünleri için sürekli genişleyen bir pazar gereksiniminin itmesiyle, burjuvazi, yeryüzünün dörtbir yanına yayılıyor. Her yerde tutunmak, her yere yerleşmek, her yerde bağlantılar kurmak zorundadır.” diyen Marx ve Engels, Kapitalizmin küreselleşme mecburiyetini saptarken, Wood bu saptamaya, gelinen aşamada küreselleşmenin yıkıcı nitelikteki etkilerinin küreselleşmeden değil kapitalizmin yapısal özelliklerinden kaynaklandığı ekleyerek, yeniden Marx’a ve Engels’e ‘bağlanıyor’: “Yerleşmiş olan ne varsa eriyip gidiyor, kutsal olan ne varsa lanetleniyor, ve insan, kendi toplumsal durumlarına ve karşılıklı ilişkilerine sonunda ayık kafa ile bakmak zorunda kalıyor.”
Fakat bu gerçekten oluyor mu diye sormak durumundayız. Yani, ‘yerleşmiş olan ne varsa eriyip giderken, kutsal olan ne varsa lanetlenirken insan, kendi toplumsal durumlarına ve karşılıklı ilişkilerine sonunda ayık kafa ile bakmak zorunda kalıyor’ mu? Bunun olmadığını bugünün entelektüelleri, sanatçıları arasında ne kadar çok görüyorsak Mehmet Âkif’in eserlerini bıraktığı yılların da entelektüelleri, sanatçıları arasında da o kadar çok görmek mümkündü. ‘Ayık kafa’ya sahip olmak, dünyada olup bitenlerin manasına ermeyi beraberinde getiriyordu; insana bir büyük sorumluluk yüklüyordu. Marx ve Engels’in, Hıristiyanlığın mahiyetini iktidarları uğruna bulanıklaştıran Kilise Hıristiyanlığına bakıp gördükleri, en hafifi ‘darkafalı duygusallığın kutsal titreyişleri” olan bir dizi tespit yaptırıyordu onlara -ki yerden göğe haklıydılar. Fakat onların haklılığını çok gerilerde bırakan bir haklılık parçalanmakta olan Osmanlı coğrafyasında yaşanmakta idi. 1830 ve 1848’lerde Fransa’da ve İngiltere’de yaşanan devrimler, kapitalizmin azgınlaşan iştihasını Avrupa kıtasında bir süreliğine durdurmuştu. Artık asıl yayılma alanı parçalanması gereken Osmanlı olacaktı. Bu hususta bu azgın iştiha sahiplerinin anlaşması mümkün görünmeyince I. Paylaşım Savaşının, işin içine Amerika’nın dâhil olmasıyla da II. Paylaşım Savaşının çıkması kaçınılmazdı. Bu iki yıkıcı savaş, sömürgeci kapitalizmin azgınlığını, sadece ‘Avrupa kıtası için Avrupa kıtasında durdurdu’. Herkesin ittifak edeceği üzere 1945’lerden beri Avrupa kıtasında (Bosna’yı ve kimi küçük devrimci, anarşist gösterileri saymazsak) tek kurşun sıkılmıyor ama dünyanın geri kalanında kan var. Avrupa şehirlerine yansıyan ikiyüzlü mamurluğun altında olan da budur. Bu yüzden de Berthold Brecht gibi yürek taşıyanlar vicdan azaplarını dile getirmekten kendilerini alamazlar:
Diyorlar ki: Ye ve iç sen! Ve sevin sahip oldukların için.
Fakat nasıl yer içerim ki, yiyeceğimi kaparsam
bir açın ellerinden ve
bardağımdaki su bir susuzda yoksa?
Ama yine de yiyip içiyorum ben! 3
Mehmet Âkif’in, geçmişi ile bugünü ile kısaca resmettiğimiz, bırakın ayık kafa sahibi yapmayı büyüleyici alacalığı ile alıklaştıran yangının içinde bir Müslüman şair olarak gerek yaşamında gerekse şiirinde yürüyeceği yol bellidir. Sömürgeci kapitalizmin, ‘modern hayat’ diye yutturduğu politik oyunlarının tümümü şiddetle dışlayacaktır. Bu oyunların içinde, başlangıçta ‘modern hayata karşı oluşuyla’ tebarüz eden fakat çok geçmeden bu gücünü kaybedip Marx ve Engels’in “Burjuvazi, üretim araçlarını, ve böylelikle üretim ilişkilerini ve, onlarla birlikte, toplumsal ilişkilerin tümünü sürekli devrimcileştirmeksizin varolamaz.” dediği tespitinde somutlandığı gibi, sürekli kendini yenileme devrimciği ile burjuvazinin sömürgeci, yok edici çıkarlarına emek veren, artık dışlayıcılığı ile değil olumlayıcılığı ile ‘modern’ olan şiir anlayışları da vardır. Sanattaki yenilik, devrimcilik iddialarının kendilerini sakınmaları gereken tuzakları, Tanzimat mantığı içinde ilerletilen Osmanlı şiiri deneyiminde çok net görür Mehmet Âkif. Ve tabir caizse, çağdaşlarından pek çoğunun halvet için can attığı bir ‘hacananın’ büyüleyici güzellerinin (modern hayat politikalarınnın, modern şiir poetikalarının) kendini öptürme teklifini reddeder. Bu ‘güzel’ (medeniyet denilen tek dişi kalmış canavar), hayattaki politikalarının türlüsü ile (türlü poetik yönelimler bunların sadece bir cüzüdür) kendini öyle kolayca sunmayandır. Kendini öptürme teklifi ile kimi sarmaladıysa ya kendi gibi bir vampire ya da bir ‘sermayeye’ dönüştürmüştür. Âkif’in ona ve onun teklifine uyanlara karşılığının ‘tükürük’ eylemi ile somutlaşması, teklifin etik ve erotolojik niteliği hakkında bize yeterli bilgiyi verecektir sanırım:
Ey, bu toprakta birer na’ş-ı perişen bırakıp,
Yükselen, mevkib-i ervah! Sakın arza bakıp;
Sanmayı: Şevk-i şehâdetle çoşan kan var…
Bizde leşten daha hissiz, daha kokmuş can var!
Bakmayın hem tükürün çehre-yi murdârımıza!
Tükürün: Belki biraz duygu gelir ârımıza!
Tükürün cebhe-yi lakaydına Şarkın, tükürün!
Kuşkulansın, görelim, gayreti halkın, tükürün!
Tükürün milleti alçakça vuran darbelere!
Tükürün onlara alkış dağıtan kahpelere!
Tükürün Ehl-i Sâlib’in o hayâsız yüzüne!
Tükürün onların asla güvenilmez sözüne!
Medeniyet denen maskara mahlûku görün!
Tükürün maskeli vicdanına asrın, tükürün! 4
Bhagavad Gita yorumunun bir yerinde Mohandas K. Gandhi, ya kendine benzetme ya da sermaye yapma durumunu Hindistan’ın kolonizasyon deneyimi üzerinden şöyle izah eder: “Bu, şu dünyada şerrin tek başına tutunamayacağını akla getirmektedir. Şer bunu ancak bir miktar hayırla ittifak yaptığı takdirde gerçekleştirebilir. [İngilizler’le] işbirliği yapılmasının arkasındaki prensip buydu işte. Zira [İngiliz koloni] hükümetinin temsil ettiği ve şerre hizmet eden sistem, sırf hayır sahibi insanlardan aldığı destek sayesinde ayakta kalmış olup, o desteğin çekilmesi halinde yaşamını sürdüremez.”5 Özyaşamöyküsü’nde6 görüleceği üzere Gandhi’nin tüm cehdi bu mutasyonun, deformasyonun olmaması için kendince bir ‘eylem’dir. Mehmet Âkif’in eylemi ise, inancı gereği her bakımdan Gandhi’nkinden şedit olacaktır. Şiir bunun için ona verilmiş bir arayıcı, ayırıcı, devingen ve en önemlisi canlı bir düşünme yoludur. Vatan toprağı üzerinde birer na’ş-ı perişan bırakıp yükselen Ruhlara, aldanan, aldatan herkesi kast ederek: ‘Tükürün!” der. ‘Tükürme’ eylemi, olup bitenin bütünüyle dışına çıkmış olanlarca yapılabilir çünkü ancak. Şairin kendisi bunu bizzat yapmaz; ya da yarattığı kişiliklerin birine yaptırmaz: Ruhların, koruyup kollayıcılıklarının yanında bir yanlarına daha işaret eder: Kargışlamak. Ayrıca birine, bir şeye, bir duruma ‘tüküren’, onu kucaklayıp ‘öpenin’ alış verişe soktuğunu bünyesinden atmaktadır; hem etik hem de erotolojik açıdan bu böyledir: Bedenen ve ruhen kendini olup bitenden dışa çekmektedir. Ruhlar her bakımdan bunların ötesine geçmiştir. Âkif’in şiir-yaşam telakkisi içinde kaldığı yaşamı, duyumsayamadığı ânda ondan uzaklaşmak üzere kendiliğini bulmuştur. Mısır’a gidiş ve Safahat’ın son kitabı Gölgeler bunun açık göstergeleridir.
“Hikmet-âmiz Gerektir Eş’ar” ya da ‘Söylenen’ Şiir
Mahmet Âkif, hayatta da sanatta da şer ile ittifak etmekten titizlikle kaçınmıştır. Bu yüzden de birazdan söz konusu edeceğimiz gibi şiir sanatına da kendi şiirine de bir mesafe duygusu içinde yaklaşır. Âkif, yaşanan zamanın kendisini ait hissettiği insanlık için nasıl bir hüviyet taşıdığını Marx ve Engels’inkinden başka vasıtalarla fakat gayet iyi analiz etmiştir. Onun analizi sanıldığı gibi sadece Müslümanları kapsamaz; tüm insanlığı sarıp sarmalayan iştihanın da farkındadır. Müslümanlara verdiği öncelik, insanlığa ilişkin yüklenmeleri gereken sorumlulukla ilgilidir. Onlar, gereği gibi oldukları takdirde insanlık için de bir şans söz konusu olabilecektir. Ne var ki onlar, ‘bu halleri’ ile, vatanlarını kaybetmenin arifesindedirler; tembellikleri, bölünmüşlükleri, aymazlıkları tahammül edilir gibi değildir. Mehmet Âkif’in arzusu, onların ayık bir kafaya sahip olmalarıdır. Şiir bu uğurda bir işlev yüklenmelidir.
Mehmet Âkif’in bu tercihi ile devrinin diğer önemli şairlerinden ayrılması kaçınılmazdır. Benzer bir şiir tercihine sahip olmalarına rağmen tamamen ayrı düştükleri Tevfik Fikret bir yana, Ahmet Haşim, Cenap Şehabettin, Yahya Kemal ile de şiir anlayışı bakımından yolları kesişmez Âkif’in. Son derece bilinçli bir şekilde büyük bir şiir yeteneğini bir tarz şiire teksif eder. İster ki şiiri bir uyanış sağlasın. Haberli olduğum kadarıyla, Mehmet Âkif kadar olağanüstü bir şiir yeteneğini böylesi bir arzu ile sınırlayıp kayıtlayan bir başka şair yoktur. Bunu yaparken son derece bilinçlidir. Bilincinin engel olamadığı lirik şiirleri yazmamış olsa bunları söylememiz mümkün olmazdı ve onun için manzumeci diyebilirdik. Fakat bu, onun şairliğinden önce şiirin seyrinde nadir rastlanan özel bir duruma haksızlık olurdu. Mehmet Âkif’in deneyimini benzersiz kılan da en çok bu nokta da kendini ele vermektedir zaten.
Mehmet Âkif’in dramatik nitelikleri ağır basan manzumeleri şiir tekniği açısından olduğu kadar realiteyi maksat uyarınca ifade bakımından da bu türün ölçüleri içinde mükemmeldir. Onun benimsediği tarz şiiri yazmak, yani hâsıl olması istenilen maksadın sözün doğruluğundan bir şey kaybetmeden şiirleşmesi, modern şairlerin zihinlerinin üstesinden gelemeyeceği güçlüktedir. Modern şairlerin zaten ‘yerinde’ işlemesini istemedikleri bir zihinleri vardır. Bu zihin, oluşmakta olan modern hayatın her yanına sinen ‘yerinde olmayışlar’dan imge devşirir ve bunları şiire ilişkin retorik bilgisini de yıkarak amorf bir yapı inşa eder. Oysa Mehmet Âkif’in yapısı, özü bütünüyle aynı kalarak gelişenbir maksadın fark edilmesi için her şeyin yerli yerinde çatılmasının gerekliliğini önemser. Öyle ki dizelerin söylediğinden başkasının okuyanlarca alımlanması sözün doğruluğunun ifade edilişine ilişkin bir nakısaya işaret edecektir ki Mehmet Âkif için bu kabul edilemez. Söz söyleme makamında bulunup da şiirde sanat uğruna böyle bir hata işlemek, söz yoluyla insanları bir yanlışa sürüklemek olacaktır. Mehmet Âkif’in bağlı olduğu şiir geleneği Ferideddin-i Attar’ın İlahiname’sindeki şu kavrayışla söz ya da şiir ‘söyler’:
Dinde bu yüceliğe sahip oldun mu artık
söz söylemek sana helâl olur.
Söze aşağılık bir gözle bakma sakın.
İki âlem de ‘kün’ sözünden dışarı değil.
İki âlemin esası da ancak söz.
‘Kün’den var olmuştur, ‘Lâ tekün’le yok olur çünkü
Söz, ulu Tanrı’dan inmiştir; gönderilen peygamberlerin
Övündüğü Zat, bu sözü söylemişti. 7
Attar, İlahiname’sinin başlangıç bölümünde kendi kendine konuşarak ‘söyler’ bunları. Öncesinde peygamberlerin haliyle kendi halini yaklaştırmak istemiştir. Bunları yaparken Hz. Âdem’i, Hz. Süleyman’ı, Hz. İdris’i ve başkalarını kendine hatırlatır. Buradaki iç konuşmalara sinen ruh hali çok mühimdir. Çünkü kişi, kendi ile konuşurken olabildiği en sahici noktadadır. Kendi kendini aldatan tahlilleri yapamaz. Normalde bu böyledir; ama modern zamanlarda bu hale erişmek, bin bir ikiyüzlülüğe batmış insan tekleri için ulaşılmasının güçlüğünden ötürü kötülenmiş, reddedilmiştir. Modern insan Kapitalizmin, azgın nefsi ile baş başa bıraktığı insandır. O kendiyle konuşmamak için gevezeliğe yönelmiştir. Ben’ini bırakın peygamberlere yaklaştırmak istemeyi, yazgısında saklı olanı görmemek için yazgısını durmadan bilinçli bilinçsiz yanlış yorumlamaya her fırsatta gayret eder. Modern şairlerin okurları bunlardır. Modern şair bu okura öyle olmadan seslenmenin şiirsel pratiğini bulamayacaktır. Mehmet Âkif’in derdi Müslümanların türlü nedenlerle düştükleri bu ve benzer halleri, olabildiğince ‘natüralist’ bir edayla yüzlerine vurmaktır. Sık sık Kur’an-ı Kerim’den yaptığı alıntılar bu hususta ‘hâlâ reddedilemeyecek olan’la onları yüz yüze getirmektir maksadı taşır. Fakat bir zaman sonra bu da hazin bir sonu tattırır ona.
Mehmet Âkif tıpkı izlediği gelenek şairleri gibi ‘kendi kendi önünde olarak başkalarıyla konuşma’nın şiirsel pratiğinin teoriğine sahiptir. Şiirin söylenen bir şey olması ve sözün doğruluğundan bir şey kaybetmemesi, altından ancak çok büyük doğrulukla hayat sürenlerin kalkabileceği bir şeydir. Söylenen söz de, tıpkı yaşamda yapılan ânlık edimler gibi önceden getirilen bir akış yoksa düzeltilemez ve karşımızdakiler bizi ‘yanlış anlar’. Oysa yanlış anlatan bizlerizdir. Yanlış anlaşıldığımız âna kadar getirdiğimiz bir doğru anlatım yoksa o ân yanlış anlaşılmamız mukadderdir. Bunun mesulü biziz, nedeni ise bizim yaşamımızdaki yörüngesizliğimizdir. Mehmet Âkif,’in yaşamı peygamberane bir yörüngeye kenetlenmiştir. Yaşamında savsaklamaya yer olmadığı gibi şiirinde de söz yanlışlıklarından, deformasyonlardan, tesadüfîlikten, şizofrenik dilden şiirsel getiriler uman bir ‘mazeretler’ yoktur. Âkif’in şiiri, şairinin hayatındaki hassasiyetlerinin söz orucunun şiir donunda bozulmasıyla başlayan konuşmalarıdır. Bu konuşmalar bazen betimlemeler bazen hikmetler devşirir. O şiiri yazmaz, söyler. Kayda geçirirken yaptığı düzeltmeler, Necip Fazıl’ın şiiri mükemmelleştirmeye yönelik düzeltmeleri gibi olmayıp sözün doğruluğunun şiire inkılâp ederken bir kayba uğrayıp uğramadığının denetlenmesinden ibarettir. Mehmet Âkif’in şiiri yazma hızı da bir imgenin kayda geçirilmesindeki güçlükleri taşımadığı için yavaştır. Modern hayatın hızının reddettiği bu hızın ‘heyecanı’: İşte bizim bugün Mehmet Âkif’i toplamı içinde benimsediğimiz şiir anlayışına yakın bulduklarımızdır. Modernizme hayat öpücüğü demeye gelen postmodern zamanları yaşayan bizler için bu saydıklarımız anlaşılması güç, kabul edilmesi daha da güç bir hali işaret eder. Âkif’in içinde duyduğu, dinlediği musikiyi dinlemedikçe onun hızına erişmek imkan dâhilinde değildir. Ayrıca bu ‘erişme’ için, yukarıda saydığımız yaşamda kat edilen bir yörüngeye sahip olmak gerekecektir. Nitekim Mehmet Âkif’in ölümünden sonra Yeni Adam dergisinde şairle ilgili birkaç sayı süren soruşturmaya katılanlar içinde, “Âkif’in insani tarafları var mıdır?” sorusuna Nihal Adsız’ın verdiği cevap bu bakımdan manidardır: “Hırsız ve dalkavuk olmayışını kafi bulmuyor musunuz?” 8
“Şiirin başı hilkatteki ahengi ezelmiş…”
Mehmet Âkif’in 1918’de Servet-i Fünun’da yayımladığı ve sonradan Gölgeler’e aldığı “Evladım Mehmed Ali’ye” adını taşıyan şiiri, şiirin mahiyetine ilişkin tasavvufi şiir geleneğinin önemli bir görüşüne de ışık tutar. Şiirin tamamı şöyledir:
Bir nüsha-i Kübrâ idin, oğlum, elimizde:
Sen benden okurdun seni, ben senden okurdum.
Yüksekliğin idrâkimi yorgun bırakınca,
Kalbimle yetişsem diye, şairliğe vurdum.
Şi’rin başı hilkatteki aheng-i ezelmiş…
Lâkin ben o ahengi ne duydum, ne duyurdum!
Yıktım koca bir ömrü de, baykuş gibi, geçtim,
Kırk beş yılın eyyam-ı harabında oturdum.
Sen, başka ufuklar bularak, yükseledurdun;
Ben, kendi harabemde kalıp, çırpınadurdum!
Mağmum iki üç nevha işittiyse işitti;
Bir hoşça sadâ duymadı benden hele yurdum.. 9
Tasavvufun Türk tarihinde ifa ettiği mühim misyonu bilmesine karşın Mehmet Âkif’in tasavvuf ile arasına koyduğu ‘mesafe’ nedenleriyle birlikte bilinen şeydir. Çok genel bir yaklaşımla şairin gerek mizacı gerekse yaşadığı dönemde tasavvuf erbabının ve toplumun içinde bulunduğu ahvali görmesi onu böyle bir mesafe duygusu içinde düşünmeye, hareket etmeye sevk etmiş olabilir. Fakat insan hayatının gören bir göz, kavrayan bir düşünce gücü, hareket kabiliyetini yitirmemiş bir irade ile tekâmül ettiği düşünülünce, tüm bu özelliklere fazlasıyla sahip biri olan Mehmet Âkif’in de tasavvuf ile arasına koyduğu aralığı kat ettiği görülür; Nitekim Gölgeler kitabında yer alan şiirler ile ilgili olarak bu yönde düşünceler dile getirilmiştir de. 1873 doğumlu şairin 45 yaşında yazıp yayımladığı anlaşılan “Evladım Mehmed Ali’ye” şiirinde, Gölgeler öncesindeki bu ‘düşünsel ve poetik genişleme’yi bulmak mümkündür. Şiirin yayımlandığı yıl olan 1918’e gelindiğinde Safahat’ın Asım ve Gölgeler dışındaki bölümleri tamamlanmıştır. Demek oluyor ki bu şiir, Asım’ın ve daha çok da Gölgeler’in poetik zeminini teşkil eden ‘genişleme’nin bir hem pratiği hem de teorisidir. Mehmet Âkif’in şiir anlayışı bakımından bağlı bulunduğu “hikmet-amiz gerektir eş’ar” telakkisi, bir ‘düşüncel ve poetik genişleme’ yaşamaktadır. Fakat hemen belirtelim ki bu genişleme modern şiirin türlü yönelimlerini dışlamaya devam etmektedir. ‘Poetik genişleme’den kastım şiirin şu dizesinde daha bir somutlaşan sufî kavrayıştır: “Şi’rin başı hilkatteki aheng-i ezelmiş…”
Köklerini ve pratiğini İbn-i Ârabî’de ve Hazreti Mevlâna’da bulacağımız bu şiir algısı, Elest Bezmi’nde Tanrı’nın yarattığı ruhlara “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?”10 şeklinde söze ve sese bürünen mülakatına atıfla şiir ve musiki arasında bir bağ kurar. Bu soru cümlesiyle Tanrı’nın hitabına mazhar olan kişioğulları, O’nu ilk olarak ‘Söze bürünmüş bir Ses’ olarak duyumsamıştır. İşte yeryüzü üzerinde insan ruhunun musiki ile olan ilişkisi, musiki ile yükselip yine onun bayağı olanı ile alçalması, bu duyumsamanın peşinde bilinçli bilinçsiz dolaşması demeye gelir. Klasik şiirimiz ile Klasik müziğimizin birbirinden ayrılmamasının ardında da aynı kavrayış vardır. Bu kavrayış poetik olmanın ötesinde ontolojiktir. Onun ontolojik mahiyetini tefrik edebilmek için şiirde musikiyi şiirin bir unsuru olarak önceleyen Parnasizm ve Sembolizm ile karşılaştırmak yerinde olacaktır. Şiirde musikinin öncelikli olması, nihayetinde musikinin, şiirin önceliğinden sonra yine onun için öncelenmesini ifade eder. Oysa “şi’rin başı hilkatteki aheng-i ezelmiş…” deyişinde insan ruhunun yaradılışında söz ile onun sesinin ayrılmazlığı vurgulanır. Burada bir öncelik sonralık hiyerarşisi değil, birbirinden ayrılmazlık söz konusudur. Mehmet Âkif’in “Evladım Mehmed Ali’ye” şiiri gibi “Hüsran”, “Bülbül”, “Gece”, “Hicran”, “Secde” başta olmak üzere manzumelerinin bir çok bölümünde de bu niteliği buluruz. Saydığımız şiirlerin ve diğerlerinin ortak özelliği şairin “mağmum” olarak ifade ettiği türden bir ‘elem’den neşet etmeleridir. Bu ‘elem’, Baudelaire’in ‘elem’ine hiç mi hiç benzemez. Modern şiirin piri Baudelaire için ‘elem’, sömürgecilikte bir benzeri İngiltere olan Fransa’nın, Kapitalizmin’in insan teklerini her şeye yabancılaştıran gayri insani atmosferinden doğar. Rimbaud’un terk ettiği bu atmosferde Baudelaire, kendinden sonra gelecek neslin uğrayacağı belaları bile bir paratoner gibi önceden çeker. Baudelaire bunu başkalarını ayık kafaya sahip kılmak ya da korumak için yapmaz. Onun kastı, bir din olarak algıladığı sanatının deneyimleridir. Sanatı din olarak algılamanın ilk ve en ihlâslı kullarından olur bu yüzden. Onun “Esrik Olun!..” 11 çağrısı yaşamın mahiyetini duyumsamayı her şeyden önce tutan Mehmet Âkif için de önemlidir ama arada yaşamın mahiyetine ilişkin temel bir düşünce farkı söz konusudur. Anti-emperyalist olmanın iki şairde ortak olmasının dışında aradaki derin fark dünyaları birbirinden tümüyle ayırır. Mehmet Âkif’in ‘neyin esriği olduğu’ malumdur; Baudelaire’in dışladığı kapitalizme karşı ise de sanatın modern şairlerce din kılınmasına rıza göstermesi düşünülemez. Servet-i Fünun ve Fecr-i Ati ile olan bağlantısızlığı bu noktada Yahya Kemal’e dek uzanır. Modern şiirin aynı mantıkla genişleyen türlü yönelimleri için de aynı şeyi söylemek mümkündür.
“Şi’rin başı hilkatteki aheng-i ezelmiş…” deyişinde Elest Bezm’indeki insanlık durumunun şiirselliğine işaret de vurgulamaktadır. “Şiirin başı…” tamlaması Hölderlin’in insanın dünyada şairâne barındığına dair görüşünü hatırlatır. Burada bahis konusu olanın bir arketip gibi her milletin kök zamanlarında ortak olduğu da aşikardır. Şiirin ezgi ile kaynaşmış olarak bulunması Elest Bezmi’nin tüm insanların ruhuna ait olan bir anı olmasına delalet eder. Her anı gibi bu anının yaşaması da anılmasıyla kayıtlıdır. İnsanın aynı derecede hem unutmaya hem de anımsamaya olan yakınlığı düşünüldüğünde içinde ‘Yaradanın bir yâr olarak yaradılışta kendini duyuran sesi’ bulunan şiirin, insanın dünyadaki seyrinde ne derece hayatiyete sahip olduğu açığa çıkmış olur. Bu şiirin mahiyeti korunarak binlerce yıldır bugüne taşınması hiç de kolay olmamıştır. Mehmet Âkif’in ilk şiirini yayımladığı 1895’ten ölümüne dek can havliyle savunduğu hayatiyetin bir yanı hakikate ram olabilmek için milletçe özgürlük ise onu destekleyip kavi kılan diğer yanı da işte bu tarz şiir algısıdır. Mehmet Âkif, bu algıyı uzun süre, Asım kitabında Köse İmam ağzından anlatılan çerçevede “hikmet-amiz gerektir eş’ar” telakkisi içinde yaşayıp yaşatmıştır. Yaşadığı dönemde bir başınadır. Bu hususta Yahya Kemal’in bile onunla yakınlığı kısmendir. Yahya Kemal’in daha çok bir estet olmakla tebarüz eden angajmanına karşılık, Mehmet Âkif’in estetize olandan uzaklaşmak pahasına hazineyi koruması göz önündedir. Hazine, Cahit Zarifoğlu’nun,
Gitti haznedar
Hazine kaldı (biz gibin) sarhoşlara 12
dizelerinde dile gelendir. Mehmet Âkif’ten sonra farklı üsluplarla Asaf Hâlet Çelebi, Necip Fazıl, Sezai Karakoç, Cahit Zarifoğlu gibi büyük adanmışlarla yaşatılmaya devam edilmiştir. Mehmet Âkif’in önemi can havliyle yaklaşık elli yıl savunduğu, koruduğu ‘hazine’yi tüm boyutları ile yaşayıp yaşatmaktan imtina etmemesidir. Şiiri hikmete, musikiye, resme, realiteye, gama, kısacası içinde hayatiyetin barındığı tüm insanlık hallerine emekle eğilişi kahramancadır. Modern hayat politikalarının ve modern şiir poetikalarının iktidarları tarafından dışlanmadan önce o, onları dışlayarak bunu başarabilmiştir.

Dipnotlar

* Aktaran Donald Kuspit, Sanatın Sonu, (Çev.: Yasemin Tezgiden) İst,-2006, s170.

[1] Ellen Meiksins Wood, Sermeye İmparatorluğu, (Çev.: Sami Oğuz) Ank.-2007, 188 s.
[2] K. Marx – F. Engels, Komünist Manifesto, (Çev.: Muzaffer Erdost), Ank.-1998, s. 119-120.
[3] Berthold Brecht, Bizden Sonra Doğanlara, (Çev.: Burçak Durmaz), Merdiven Şiir, S:15.
[4] Mehmet Akif, Hakkın Sesleri, Safahat, (Haz.: Ertuğrul Düzdağ), Ank.-1990, s.170
[5] Gandhi, Gandhi’ye Göre Bhagavad Gita, (Çev.: Vecihi Karadoğan, Seda Çiftçi), İst.-2004, s.34.
[6] Gandhi, Bir Özyaşamöyküsü, (Çev.: Vedat Günyol), İst.-1984, 496 s.
[7] Ferideddin-i Attar, İlahiname, (Çev.: Abdülbaki Gölpınarlı), Ank.-1993, s. 35.
[8] Bkz., Yeni Adam dergisi, Mehmet Akif Soruşturması, No:167-172.
[9] Mehmet Akif, Mehmet Ali’ye, Safahat, (Haz.: Ertuğrul Düzdağ), Ank.-1990, s.385.
[10] Kur’an-ı Kerim, Araf-172.
[11] Charles Baudelaire, Esrik Olun!, (Çev.: Said Maden), Gerçeküstücülük içinde, İs.-1962, s.23.

Paris Sıkıntısı’nda doğan çağrı şöyle:
“Boyuna esrik olmak gerek. Her şey bunda; tek sorun bu. Omuzlarınızı çökerten ve sizi yere doğru bastıran Zamanın korkunç yükünü duymamak için, durup dinlenmeden esrik olmanız gerek.
Ama neyle mi? Şarapla, erdemle ya da şiirle, tek esrik olun da neyle olursa olsun.
Ve arasıra, bir sarayın basamaklarında, bir çukurun yeşilliği üstünde, odanızın sıkıcı yalnızlığında ayılacak olursanız, yeni yeni azalan, dağılıp giden esrikliği yele, dalgaya, yıldıza, kuşa, saata, bütün bu esen, bu inildiyen, bu kayan, bu şakıyan, bu konuşan şeylere sorun; saat kaç diye sorun; yel, dalga, yıldız, kuş, saat: “Esrik olmanın sırası, diyecekler size, Zamanın inim inim inletilen köleleri olmamak için, esrik olun; boyuna esrik olun! Şarapla mı dersiniz, şiir ya da erdemle mi, artık işinize nasıl gelirse.”
[12] Cahit Zarifoğlu, Kaybolan Şiir/Hayretlerimiz, Şiirler, İst.-1989, s.402.

Başımızdaki Çatıdan Islanan Nakışlar

cahit-zarifoglu

Goethe’nin şiir–yaşam serüveninin sanatçıyı ve sanat eserini kavramak isteyenlere, en çok da şunu öğrettiği söylenir: “Büyük sanatçı, eserlerinin dizgesi oluşmadan ve bunların, onun yaşam–sanat gelişimindeki yeri belirlenmeden gereğince anlaşılamaz.” Cahit Zarifoğlu, kelimenin Batılı kavrayışıyla da İslam sanatlarının tinselliğinden fışkıran anlamıyla da büyük bir ‘sanatçı’ idi. Şimdi elimizde, kimilerini daha önce dergilerde okuduğumuz mektupları da kitap halinde bulunuyor. Zarifoğlu’nun eserlerinin tamamlanan ‘dizge’si, bu vesileyle bize kendini yeniden hatırlatıyor. Mektuplar’ı okuduktan sonra tekrar soruyoruz: Şair Zarifoğlu, şiiri nasıl algılıyordu ve bu algıyla nasıl bir şiir yazdı? Şiir dışında, şiiriyle hemhal olmuş diğer gayretleri nelerdi? Okumaya devam et

Cahit Zarifoğlu’nun şiirinde imgelem ve şiir tekniği üzerine: Kertenkele Deliği’nden Çıkmak

kandinsky

Cahit Zarifoğlu’nun şiirinde imgelem ve şiir tekniği üzerine…

Birkaç aydan beridir meselesi Cahit Zarifoğlu olan bir şeyler yazmak isteğiyle dolaşıp durmaktayım. Onun adını her andığımda ya da bir yerde biri o adı andığında bende uyanan gülümsemeyi gezdirdiğim gibi, bu yazma isteğini de gezdirip duruyorum. Demek ki birkaç ay belki birkaç yılmış; muhakkak öyle… Aslına bakarsanız epeyce de yazdım meselesi Zarifoğlu olan yazılar. Şimdi bakıyorum ve gülümsüyorum onlara da. Ne var ki meseleler meselelerle hemhâl olurken bir mesele var ki korkarım gözden kaçsın: Şairde imgelem kudreti ve ona nispetle var olan teknik marifettir bu. Hani şu, “imgelem ve şiir tekniği” deyip geçilen bahis: Günün şairlerinin, en son yaşayan şair topluluğu olarak zaten kendilerinde var olduğuna hükmet tikleri şey hani. Söz gelişi Faruk Nafiz Çamlıbel’in bilmediği serbest vezin ya da Fazıl Hüsnü’nün kendini vurduğu cenklerden her biri. Faruk Nafiz’i günün şairi cahilliğinden ötürü küçümsüyor. “Biz onun yaptıklarını aştık” lakırdısını bile etmiyorlar artık. Çünkü gömülüp gitmişler kendi zamanlarına; etrafında kendilerine benzeyen nice benzerlerine bakmaktan müteveffa bir uluya bakacak, onunla kendi ni tartıya vuracak dermanları yok. İşin aslı böyle bir ‘tartı’ fikri de aleti de yok akıllarında. Rahmetli olmadan önce hakkında çok söylenen bir sözdü: “Yaşayan en büyük şairimiz Dağlarca’dır” diye. Bunu söyleyenler bilmiyorlardı ki o Dağlarca, Şeyh Galib’e Çiçekler kitabını Hüsn ü Aşk’ın aruz kalıbıyla yazmış ve sonra yazdığı her beyiti bir yerinden kırarak anlamı ancak emekle düşünenin kavrayacağı şekil de örtmüştü, şiirde eski ve yeni hünerlerle kendini tartmak istiyordu:
“Bardakları bir-
leşik yaparlar
Eskiyle yeniy-
le aldanırsın”
Okuması nispeten kolay bir örnektir bu. Ama algılaması hiç de öyle değildir. “Bardakları birleşik yaparlar / Eskiyle yeniyle aldanırsın” denildiğine ‘aldanıyor olmak’ eğer sakındığımız bir şeyse aydınlanmamız ve bundan kaçınmamız gerekir. “Aldanmanın ezeli bir şifa olduğu” söylentisi eskinin de yeninin de raptolduğu esası gözden kaçırtmaya yöneliktir. Okumaya devam et

Şiirin Şarlatanlarına Karşı: “Neo Klasik Şiir, Evet!”

20141204_214922

Söyleşen: Mustafa Fırat

Söyleşi Notu: Celal Fedai ile son altı-yedi ay boyunca sanat, düşünce ve hayat üzerine çokça konuştuk. Bunların çoğunu da kayıt altına aldık. Konuştuklarımızdan bazılarını burada yayımlasak eminim daha çok ses getirirdi. Ancak Fedai, yazdıklarının ve şiirinin art niyetli kişilerin hesabına kurban gitmesini istemediği için sadece aşağıdaki bölümü burada yayımlıyorum. Ona göre, kendisinin sadece sert ve hırçın yönü gösterilerek asıl göstermeye çalıştıkları örtülüyor. Yalnız şu kadarını aktarmak istiyorum burada. Bazı dergileri, isimleri sorduğumda: “Bunları bilgilenme için konuşalım ama bu dergileri ve o isimleri artık neden karşıma alayım. Şiir ve hayat etiği, estetiği uğruna İsmet Özel’i ya da dengini karşısına alabilen varsa gelsin konuşalım. Tartışmam böyle biriyle, sadece elini sıkarım. Bunun dışındaki tipler, benim için şairlik rüştünü ispat edememişlerdir. ” deyiverdi.

“Şairlik rüştünü ispat etmek” üzerine düşünmek gerek. Dergi çıkarmakla, kuramsal yazılar yazmakla, şiir deneylerine girmekle ispatlanabilecek bir şey değil bu. Şiir, dünyaya karşı bir tavır meselesi. Yazdığımız şiirse bunun büyükçe bir parçası. Fedai, ilk kez burada yaptığını Neo Klasik Şiir hareketi olarak açımlıyor ayrıca. Neo Klasik Şiir, demek; bilhassa Suyu Seveni Derin Batırın Irmağa’nın poetik derinliği düşünüldüğünde en çok onun hakkı gibi geliyor bana…

 Mustafa Fırat: Celal Fedai, seninle şiir üzerine söyleşilerimiz devam etsin istiyorum. Aralıklarını şartlar ve zaman belirlesin ama biz şiir üzerine konuşalım.

Celâl Fedai: Konuşalım ama ben bu hususta yorgun düştüm, desem yeridir. Şiir üzerine dilim döndüğünce yazdım da konuştum da. Yazdığım şiirler, uğraşımın bir başka yönü. İnşallah önümüzdeki birkaç ay içinde, dördüncü şiir kitabım İç’i yayımlayacağım. Bir de Sözcükler İçin Savaş’ı oluşturan yazılar var. Onlar da sanırım şiir kitabıma eşlik edecek bir zaman diliminde yayımlanabilir.

Fırat: İç’i oluşturan şiirler için nasıl titizlendiğini biliyorum. Yayımlanınca onları da konuşuruz ama ben senin son zamanlarda yaptığın poetik gayretini Neo Klasik Şiir olarak adlandırmaktan yanayım. Gerçi sen bir adlandırma yapmadın. Ancak sanki bunun yapılmasını okura ya da şairlere bırakmış gibisin. Ne dersin?

Fedai: Çok haklısın. Artık adını, “Neo Klasik Şiir” koymak gerek bu edimin. Neo Klasik Şiir, bizi, yörüngesini kaybetmiş meteor benzeri onlarca şairden kurtaracak tek şiir yönelimidir. Onların çıkamayacağı bir irtifadır. Yazdıklarım ve şiirlerim Neo Klasik Şiir’in boyutlarının ortaya konmasıdır.

Fırat: Neo Klasik Şiir’i savunurken sadece bu nedenlerle savunmuyorsun herhalde…

Fedai: Elbette, böyle bir şiiri sadece bu nedenlerle savunmuyorum. Asıl nedenler var, tali nedenler var. Fakat benim yaptığım savunma eylemini aşalı çok oldu. Savunmak, olanı korumayı içerir. Ben olanı korumuyor, boyutlandırıyorum. Bunu en son Sezai Karakoç ve Cahit Zarifoğlu yapmıştı. Onlar hem Türk şiir geleneğini hem Batı şiiri birikimini hem yaşadıkları zamanın insan gereklerini hem de o gerekleri aşan varoluş edimini şiire taşımışlardı. Benim yaptığım onlarınkinin peşinden bir boyutlandırmadır. Ama onlarınkine de benzemez.

Fırat: Ne bakımlardan?

Fedai: Her şeyden önce mizaç bakımından. Ben mizaç bakımından, şiir ve düşünce söz konusu olduğunda, sanırım biraz katıyım.

Fırat: Bunun poetik yansıması nasıl oluyor mesela.

Fedai: Bu iki büyük şairin huzurunda her zaman hürmetle eğilirim. Fakat bize üflenen nefes aynı olmakla birlikte benliklerimizi oluşturan nefislerimiz farklılaşabilir. Bu da doğaldır. Onlar kendi içlerindeki oluşa baktılar sadece. Ben hem kendi içimdeki oluşa hem de dışımda oluşan bozuluşa bakıyorum. Dolayısıyla dış dünya ile daha çok ilgiliyim, diyebilirim. Her iki büyük isim de dış dünyadaki bozuluşa şiir ve yazı olarak karşılık verdiyseler de bu karşılık, benimkinden farklıdır. Ben açıkça savunduğum için ortaya çıktım. Onların zamanı ve mizacı bunu gerektirmiyordu. Benim zamanım ve mizacım bunu gerektirdi.

Fırat: Bu bakımdan İsmet Özel’e mi benzersin?

Fedai: Yüzeysel bakılırsa bu benzerlik kurulabilir.

Fırat: Derin bakılırsa?

Fedai: Evet, o da Şairler Intellect’in Pençesinde yazarıdır ve Esenlik Bildirisi şairidir ama herkes şunu kaçırıyor. O asla ad anarak karşı olma cesareti gösterememiştir. Hele de şiir meselesinde. Hilmi Yavuz’u da Enis Batur’u da ve daha birçok kişiyi de sevmezdi ama bakın, yakın zamana kadar bunu açıkça deklare edemedi. Ettiğindeyse eline yüzüne bulaştırdı. Bense neyi özünde sorunlu görmüşsem, o sorunlu öze ad olanı da eleştirmişimdir. Yavuz’u da Batur’u da şiiri estetize etmelerindeki sorunlar bakımından eleştirmek gerekti. Ben bunu yapalı yedi sekiz yıl oluyor. Ama düşmanlık için yapmadığım da bellidir. O, ad anmazdı. Son derece hesapçı olduğu bilhassa yaşlılığında ortaya çıkmıştır.

Fırat: Ne bakımdan hesapçı?

Fedai: Şunu düşünüyor… Etkisi kılcal damarlara kadar yayılsın, adı büyüsün, diye soyut konuşuyor. Örnekleme yapacaksa bile bunu geçmişe atıfla yapıyor. Böylece her çevre onu, ‘bizi kastetmiyor’ düşüncesiyle, benimsiyor. O da bunu hesap ediyor olabilir. Şu günlerde ise herkesi karşısına almaya kalkıyor. Yaşlılıkta cesaret gelmesi doğaldır. Seksenlerden iki binlere kadar bunu hiç yapmadı. Sivas Olayları hariç. Onda da izahlarında lakayttı. Bir de gençliğinde yaptı. O zaman yapabildiği için bugün var zaten. Ben bu dediğimi yazma etiği için, şiirin özü için, yazmaya başladığımdan beri yapıyorum. İlk kitabımın başında bir ‘Önsöz-Şiiri’ vardır: Şiir Erkeğini Arıyor, diye.

Fırat: Dikkat et. Sen böyle yorumlar yapınca niyet okuyor, diyorlar.

Fedai: Ben şairim ve çok şükür gördüğünün daha ilk hareketinden ötesini düşünebilen bir akıl sahibiyim… Elbette niyet okuyabilecek biri varsa o da benim. Ayrıca, ayağa kalkışından o ayağa kalkanın ne için kalkacağını göremeyenler kendi halini düşünsün. Başkasının zihninin deşifre oluşuna bakıp kendi zihinlerinin de deşifre olacağını görenler böyle kaygılı konuşur. Ama nafile. Benden istediğin izahı yapıyorum.

Fırat: O zaman Cahit Zarifoğlu’nunkini de yap da tam olsun, karşılaştırmalı olarak ama…

Fedai: Zarifoğlu bambaşka bir bünye. İlk iki şiir kitabı olağanüstü özgünlükte ve güzellikte dışavurumcu resimler verir bize. İşaret Çocukları tek tek böyle boyanmış resimlerse, Yedi Güzel Adam bir öykünün de aynen böyle, dışavurumcu tarzda boyanabileceğinin nefis bir örneğidir ve sanırım bu bakımdan tektir. Korku ve Yakarış ile Menziller’deyse resim değil müzik etkisi söz konusu. Bu müzik, Klasik Türk Musiki’sidir. Zarifoğlu, her iki döneminde de büyük işler yaptı. Tin bakımından Karakoç’la aynıdır. Özel ise düzyazılarındaki tini şiirindeki ben sesi ile zedelemiştir. Bunun ona yakıştığını söyleyenler var. Ama çoktandır kabak tadı veriyor. Şaşırtmaya yönelmesi de öyle. Ben şaşırmıyorum. Ontolojisini güvenliği değilse bile şöhreti uğruna kaybetti. Üzücü…

Fırat: Şu Neo Klasik Şiir meselesinden uzaklaşmayalım. Bence senin, yedi sekiz yıldır örneklerini koymana ve teorik planını sermene karşın, böyle bir ad koymadan bir temellendirme yapman söylediklerinle örtüşüyor. Şu Taocu sözü hatırladım: Yapacağın neyse derhal yap vakti gelince açıklarsın. Hak veriyorum şimdi sana.

Fedai: Teşekkür ederim. Ben bunun aksi tavırda tüccar tavrı buluyorum. Önce bir kuram adı ortaya atıp kendinden söz açtırıp sonra da zorlama bir kabızlıkla şiirler yazmakta bir tüccarlık var. Tabii başarılı olan olur. Geçmişte, özellikle Batı şiir birikiminde bunun nefis örnekleri var. Gerçeküstücüler, Dadaistler vesaire. Ama onları yaşadıkları zaman da buna zorlamıştı. O hareketlerin ontolojisi yaşanan zamanda bulunabilir. Benim dediklerimin de ontolojisi yaşanan zamandadır. Şiirdeki yenilik zırvalarından, tüccar şairlerden gına geldi, dedim. Fakat biliyorsun; Yenilik, Deformasyon ve Kuram Söylemlerinden Gına Gelmesine Karşın Şiir Sanatının Tebarüzünün ve Tebellürünün Güçlüğü Üzerine de, asıl işin güçlüğü üzerinde durdum. Şimdi benim nicedir yaptığım Neo Klasik Şiir’in tebarüzü ve tebellürüdür. İnsanlar bu eski kelimeleri sevmiyorlar. ‘Tebarüz ve tebellür’ demek hoşa gitmiyor. Bu yüzden de ne düşünebiliyorlar ne de şiire açık bir hayat yaşayabiliyorlar. Ben Neo Klasik Şiir’i tebarüz ettirdiğimi sanıyorum. Sıra, İç kitabım yayımlandığında işin billurlaşma safhasını göstermeye gelmiş olacak.

Fırat: Reklam stratejisi mi yapıyorsun?

Fedai: Reklam, böyle olmasa gerek. Deminden beri anlattığım şiirde tüccarlık mantığında reklam var. Biliyorsun kitabımın adı, İskeletimde Asılı Meyveler olacaktı. Ressam dostum Erdoğan Zümrütoğlu, İç koyalım, dedi. Onun beğenisine, sezgisine güvenirim. Kabul ettim, tereddüt etmeden… Tabii adını koyan kapağını da yapar. İnşallah kapağını o yapacak.

Fırat: Şu durumda Neo Klasik Şiir, şiir kitabına da kavuşmuş olacak peki ya Neo Klasik bulunmazsa?

Fedai: İnsanlar umduğunu bulur. Türk şiirinde 2000’lerden bugüne sözümona avangartlardan bıkıldı. Bugün asıl avangart olan Neo Klasik bir şiirdir. Benim yaptığım Asaf Halet’inkine benzer bu bakımdan. Zamana gömülmüyor zamanın dışına çıkıyorum. İnsanlar kaybettiğini bulur. Kaybettiğini bulmak isteyen için yazdıklarım bulunmaz şeyler değil. Biraz emekle arayan bulur.

Fırat: 2000’lerden bu yana, dedin; sözümona avangartlardan bıkıldı. Sanki öyle değilmiş gibi…

Fedai: Biliyorsun ben, yazdığım bir yazının başlığını “Modern Şiiri Uğurladıktan Sonra Sakalımızı Kesmeliyiz”, koydum. Modern şiiri uğurlamak postmodern bir zihinle şiir yazmak olmamalıydı ama oldu. Bu, Türk şiiri için asıl ontolojik kaybı meydana getirdi. Biraz evvel eleştirdiğimi söyleyerek andığım Hilmi Yavuz’u, Enis Batur’u, 2000’lerden sonra yazanlara tercih ederim. Aynı kuşaktan olmamıza karşı ötekilere kendimi hiç yakın hissetmiyorum. 2000’lerden sonra Türk şiirinde duyarlık buharlaşması da gerçekleşti. Bugün şiirde bir Müslüman duyarlığından söz edebiliyor muyuz? Sosyalist duyarlık nerede? ‘Kadın şair duyarlığı olmaz; şair, şair duyarlığına sahiptir’, diyoruz ama kadın şairlerden hangisi kadına ait cinsel ya da sosyal sorunların ötesine uzanabilmiş durumda. Varsa yoksa kadınlık halleri… Kadın olmak gene malzeme oluyor. Luce Irigary ya da Jacques Lacan’dan medetle kendilerini sunmaya ancak mecal buluyorlar. Sonra da ağız birliği etmişçesine; ‘bize kadın şair değil, sadece şair’ deyin, diyorlar. İsim vermek istemiyorum. Hem neden vereyim ki? Şiir, şairden şu sorunun cevabını beklemez ama karşılığını şairde arar; ‘Çıldırı anaforundan ne haber?’ Şimdi aklıma Özge Dirik geliyor. Bir erkek ama fark etmez. Önemli olan duyarlık derinliği. Aranan budur? Şu iki dizeye bak:

“havucun içindeki tatlı beyaza güvenme

gayretli çocukların dizleri fena kanar düşünce

 yüzüğünün içinde ilk aşkına döktüğün gözyaşları

zehredebilir geriye dönmek bugünün tatlarını

 gitmek bir tarihe bürünmüşse,

deniz duru da olsa

kötüye rotalamalı gemileri yine de

özgürlüğe kanarak, bırakma annenin ellerini

salıncak güzündeki iki yeşil dal bile

aldatmamış mıydı üzerinden atarak seni

 ömür boyu hapis bu oyunun adı

ama cinayet işlemeden

okumazlar bu gerçeği adamın yüzüne…”

 Bu kadarı gerekli fikri alabilene verir. Kadın şairler kadınlığın yüzyıllardan gelen rantını bir güzel yiyorlar. Regl döneminden bahsetmekle, cinsel arzuları dışa vurmakla ‘cesur kadın şair olunur’ ancak. Ama dikkat et, pervasızca soyunan kadın tiplerinin de yaptığına medya, ‘bu mayoyu giymek yürek ister’, diyor.. Bu da onu şair yapıyor. Rimbaud, yüz küsur yıl önce kadının önündeki sorunlar kalktığında onun da bir şair olarak kendini gerçekleştirebileceğini söylerken haklıydı. Şimdi Türkiye’de de bu, fazlasıyla oldu ama kadınlar hâlâ ajitasyon yapıyor. Çünkü varlığına dair gerçek dertleri var. Kadın şairler ne kendi benlik dertlerinin derinleriyle ilgililer ne de dünyada olup bitenle. Dedikodu nevinden eleştirel yazılara ya da bilhassa kendilerinden bahsedilmesini sağlayacak türden tanıtım işlerine el atıyorlar. Bir Susan Sontag olmak da zor geliyor. Yani düzyazı açısından da sorun var. Dayanışmaları işin başka sıkıntı yaratan yönü. Ben kendi adıma onların eleştirel değinmelerinden öğreneceklerime bakıyorum. Öğreniyorum da ama çoğu derhal bir konumlanma içine giriyor eleştirildikleri zaman. Tartışan iki kadın şair bilmiyorum, duymadım. Çoğu kocaları bakımından Virginia Wolf kadar rahat belki. Ama Virginia Wolf’te bir derin sıkıntı, içinden çıktığı toplumla bütünleşmiş olarak vardır. Mesela İstanbul demez de Konstantinopolis, der. Bu bir dünya kavrayışıdır. Tomris Uyar kadar edebiyat, düşünce yükü taşımaya hevesli görünmüyor pek çoğu. Erkeklerdeki zayıflık onlarda da var. Şiir piyasası ile iyi ilişkiler içinde olmaya çalışıyorlar. Dışlama, yadsıma gücü gösteremiyorlar. Bunu gösterebilen, içlerinden yani kadın olsun erkek olsun benzerlerinin içinden ayrılacaktır. Bunları söylerken, belki sertçe söylüyorum ama art niyet taşımadığımı belirteyim. Gerçek bir şairi izlemek büyük mutluluktur. Hele de o bir kadınsa, mutluluk hayranlık boyutu da alır. Çünkü o zaman şunu söyleyebiliriz kızlarımıza: ‘Bak, işte o bir şair!

Fırat: Kadınları karşına almak iyi değildir…

Fedai: ‘Erkeği yükselten erkekteki kadın yandır’. Faust, böyle bitiyor. Kadınlarda, işler sıkışınca işten vazgeçme eğilimi son on beş yirmi yılda gelişti. 1960 ve 1970’li yılların siyasal söylemle iç içe kadınlarını düşünelim bir… Nasıl da yürekliydiler. Sence de öyle değil mi?

Fırat: Öyle tabii. Hem bu, sadece siyasal anlamda da değildi. Ama bana göre geçmişten çok bugüne bakalım, derim. Özellikle 2000’lerle birlikte kadınların şair olma noktasındaki kararlılığı bence önemli. Senin kadar katı bakamıyorum. Dediğin olabilir ama belki bu bir süreçtir. Beklemek gerek. Ayrıca şiir üzerine düşünüyorlar da. Ben onlar ya da bizler gibi değil de meseleye cinsiyetsiz bakmaya yatkınım.  

Fedai: Ne iş ne kebap yansın yani…

Fırat: Aksine ikisi de yansın. Ocak da mangal da… Burada önemli olanı, öncelikli olanı bulmak gerekmez mi?

Fedai: Ne bakımdan öncelikli?

Fırat: Öncelik şiirde olmalı. Sen şiirden başka şair duruşunu da dahil ediyorsun önceliğe. Başka konularda tamam ama Türkiye’de erkeklerden daha esaslı olabilir kadınlar şiirde. Bunun için beklemek gerek. Ayrıca senin bu 1990 sonrasıyla alıp veremediğin nedir? Sen de 90’lardan bu yana gençliğini geçirip bu yaşa geldin. Müslüman ve Sosyalist duyarlığın buharlaşması çerçevesinde sormuş olayım bunu? Bir de sen şiirde Müslüman duyarlığı neden bu kadar önemsiyorsun? Gerçi Marksist duyarlıklı şairlerin de zamanın bayağı sanat anlayışına yönelişi de seni kızdırıyor. Şunu mu demek istiyorsun… Bu duyarlıklar şiirimizde dünyaya açılan, dünyayı kucaklayan hassasiyetlerdir. Onlar olmazsa şiirimiz popüler müziğin, enstalâsyona saplanıp kalan resim sanatının, kâra indekslenen ticari hayatın ve tüm bunlara zemin hazırlayan siyasetin bayağılaşmasına benzer bir bayağılaşma yaşar.

Fedai: Önce şu buharlaşma nitelemesi için Karl Marx’a hakkını teslim etmek gerek. Marx, hiçbir şeye duyulmasa bile –böyle bir şey zaten olmaz ama diyelim oldu- düşünceye kendini adayışına saygı duyulması gereken biridir. Kendine en çok Balzac’ın ressam Frenhofer’ini yakın bulacak kadar da sanatın, hayatın ontolojisine yakın biridir o. 1844’te Engels ile birlikte kaleme aldıkları Komünist Manifesto’da burjuvaziye, kapitalizme ilişkin olağanüstü tespitlerini birbiri ardına sıralıyorlar. Burjuvazi, diyorlar, kendini sürekli yenilemeden var olamaz. Yığınların hayatına yön veren yenilik takıntısının çözümlemesidir bu. Şiirdeki yenilik obsesyonunun da kökleri, eğer dikkatli olunmazsa varır buna dayanır. Bu tespitten sonraysa şu ‘buharlaşma’ nitelemesi gelir. Aslında kök olarak Shakespeare’in Fırtına’sının sonunda Prospero’nun sahneden çekilişinin anlatımıdır buharlaşma. Marshall Berman’ın meşhur eserine ad olan bu anlatımda katı bile olsa, her şeyin, kapitalizmce nasıl buharlaştırıldığı anlatılıyor. Bugün olan da budur. Müslüman duyarlıktan önce Türk şiirinde sosyalist duyarlık buharlaştırıldı.

Fırat: Türk şiirinde bugün gençler arasında da böyle duyarlıklı isimler var ama.

Fedai: Benim de aklıma gelen isimleri söyleyeceksin bir karşılaştırma yapsak… Ama onları doğrusu son derece yüzeysel buluyorum. Yani Mahmut Temizyürek’te, Akif Kurtuluş’ta, Cihan Oğuz’da olan emeği görseler yan çizerler. Edebiyat Dostları dergisini düşünelim bir, bir de bugünkü Enis Akın’ı. Demek istediğim tam da bu. Buraya gelecektin madem o yolu neden yürüdün, denebilir ancak. Ya da Necmiye Alpay gerçeği daha somut. Bu bakımdan Sanat Cephesi dergisi içinde tanıdığım Derya Önder’in görsel şiir ilgisini yadırgamaya çok gayret etsem de bunu başaramadım. Meseleye yüzeysel bakılınca, Marx’ın yaptığı zihin okuma fark edilemiyor. Sosyalist duyarlık bugün suskun durumda. Kendini diri kılmak için birçok imkân var ama düşün, Slovaj Zizek’e itibar edilebiliyor. Türkiye’de sosyalist düşünce entelektüel birikimini 1980’lerden sonra Frankfurt Okulu’na dayanarak kurmak istedi. Oysa 1968 olayları cereyan ederken ne Adorno ne de Horkheimer öğrencilere destek verdi. Okul’un filozofları, sadece olup bitenin analizini retorikle çözümlemekle yetindi.

Fırat: İkinci Dünya Savaşı sonrası kurulan dünyanın hali, Yahudilerin lehine geliştiği için sustular mı yani?

Fedai: Bunu demek haksızlık olur belki ama retorik kendilerini tatmine yetti ama başkalarının işine yaramadı. Çoğunun Yahudi olmasının bunda payı olabilir belki. Ondan da önce entelektüel hastalığıdır bu. Sorunun resmini güzel çektin mi, övünürsün. Şairde bu yoktur. Böyle bir anlayışla şiir yazmışsa yazılan şiir ilk önce şairi yaralanır. Döl bırakan yaralardır bunlar. Walter Benjamin’le Brecht’e bunu göremezsin elbette. Benjamin, Brecht’e hayrandır. Çünkü o diridir. Melankolisinin kendini pasifize etmesine izin vermez. Roger Garaudy de öyle. Ne yazık ki Türkiye’de sosyalist düşünce Garaudy’yi kavramak yerine Frankfurt Okulu’na yöneldi. Onlar daha artistik geldi, gibi geliyor bana. 1960’larda Cezayir’in bağımsızlık savaşına Fransa içinden destek veren Garaudy ile aynı yıl öğrenci olaylarına kayıtsız kalan Adorno ve Horkheimer’i karşılaştırmalı düşünmekte fayda var. Garaudy Sosyalizm ve İslam’ı yazıyor aynı yıllarda. İbn-i Haldun’un, Türkiye’de asıl keşfi bu eserin Doğan Avcıoğlu tarafından çevrilmesinden sonradır, desek yeri. Ayrıca Garaudy’nin Müslüman olması da bir yara oldu. Hazmedilemedi bu da.

Fırat: Marksistlerce mi hazmedilemedi?

Fedai: Her iki tarafça da. Bence yaşayan en büyük düşünce ve tavır adamlarından biridir. Hatta birincisi bana göre. İnsanlığın Medeniyet Destanı’nı okuyunca yeryüzünde insanlığın ne derin bir uygarlık yarattığını topluca görme imkânını buluruz. Acaba hangi derin düşünür bunu görüp de tercihini yapmıştır. Jung mu? Elbette görür ama Katolikliğini hiçbir şeyin zedelemesini istemez. Dört Arketip’inde bir Hızır kıssası yorumu vardır. Nefis ama sonunda işi getirip gene Thomas Carlyle öncesi Katoliklerin Hz. Muhammed yorumuna dayandırır. Yani arayışında korumacıdır. Heidegger de öyle. Alacaklarını alırlar Hint’ten, Çin’den ama o kadar. Neticede hepsi de Avrupa’nın sömürgeci selameti korunursa felsefe ve bilim yapabileceklerini bilirler. Frankfurt Okulu da öyle. Dünya’da sanki tek kültür Batı’ymış gibi yaparlar. Benjamin’in hayran olduğu Brecht’in epik tiyatrosunu bizim tiyatro geleneğimizde de bulabilirsin. Artaud’nun vahşet tiyatrosunu da başka bir yerde. Garaudy bunları gördü. Ama bizdeki Marksistler son derece ehli keyiftirler. Yemeye, içmeye vermişlerdir kendilerini. 2000’lerin Müslümanları da öyle. Nerede ne yeneceğini sor, söylesinler. Ayrıca ekleyeyim; Garaudy, entegrizm diye ifade ettiği belaya karşı da tek uyarıcıdır neredeyse. Marksistleri de aynı noktada, bir tür kendi içinde ortodoksluk bağlamında uyarmıştır. Neo Klasik tavır dediğim böyle bir şey bir yanıyla.

Biliyorsun, 1980’lerden sonra sosyalist duyarlılık, kendini Sovyetler Birliği’ne fazla indekslediği için bunalım geçirdi ve 2000’lerden sonra liberalizm batağına saplandı. Oysa 1960’larda, 1970’lerde Türkiye’yi birikimi ile kucaklayacak bir liberalliğe sahip olunsaydı İslam’la ve belki de Türk milliyetçiliği ile karşı karşıya kalınmayabilirdi. Kapsamı belli olmayan bir ‘faşizm’ lafıdır tutturuldu. Sömürgeci kapitalizme ve bilhassa siyonizme faşizm de karşıdır. Pekiyi, buna ne buyrulur… Bu noktada sosyalizmle faşizm ortak bile olabilirler. Yani insanların büyükçe bir bölümü o günlerde birbirlerine faşist, derken ne dediklerini bilmiyor gibiydi. Bugünden böyle anlaşılıyor en azından. Çünkü Türkiye’ye sosyalizm hep sorunlu bir ithal mal gibi sokuldu. Geçti artık. Ama şu Zizek’e gösterilen ilgideki hastalıklı yanlar doğrusu, konunun dışındaki biri olarak bile beni rahatsız ediyor. Bir de şu var: İnsanların bugün birbirine karşı yakınlık duymaları güzel ama bu yakınlığın dinamiği, dikkat edelim kapitalizmin yerleştirdiği alış veriş farsı olmasın sakın… Tam da bundan dolayı bir yakınlık kuruluyor bugün. Enis Akın’ın ya da bir başkasının gene kendileri gibi mutasyona uğramış ‘Müslüman duyarlık’la bağı, alış veriş farsından ibaret. Mutasyona uğramış Müslüman duyarlık, şiirde, sanatta, düşüncedeki kendine güvensizliğini böyle örtmeye çalışıyor. Onların kitaplarını basıyor. Ötekilerin de bu işine geliyor. 1980’lerdeki yakınlıktan farklı bir durum bu. Osman Hakan A., İhsan Deniz, Oktay Taftalı yakınlığı gibi de değil yani. Şiir Atı, Üç Çiçek ya da Sombahar gibi değil. Ben bunu zihin işleyişlerinin derinliksizliğine bağlıyorum. Öyleleri birbirini her çevreden buluyor. Ve bitişiyor. Bugün olan en garip hal bu.

Fırat: Bunda ne var, Serkan Işın’ın da Enis Akın’ın da kitaplarını Karagöz dergisi çevresini bassın?

Fedai: Elbette yok ama bu, İsmet Özel’in Cellâdıma Gülümserken’i Stüdyo İmge’ye bastırması gibi olursa anlamlıdır. O düşünüyor ki, yazdığım müzik yüklü bu kitabı müzikle yakından ilgili bir yayınevi basmalı. Şimdi andığın çevrelerde böyle hassasiyetler ne gezer. Alış veriş farsı dediğim var orada sadece. Şiirden anlarmış gibi görünmek için ötekilerle yakınlık kuran Müslüman duyarlık bir yanda, öbür yandaysa onların halini çözmüş bir tacirler grubu. Tersi olabilir mi?

Fırat: Hiç sanmam. Ama bunlar günün insanının görsel olana ilgisini dikkatimizden de kaçırmamalı. Görsel ya da deneysel çabaların bugününde geçmişte olandan farklı yanlar da var. Bir kere insanlar bilgisayar başında fazlasıyla vakit geçiriyor. Görsel işlerin insanlar üzerinde etkisini düşünmek gerek. Sen, ‘kolları ırmağına kastetmiş’, derken bu tip hareketlerin kendilerini şiirin yerine koymasına karşısın fakat şu da var ki, kollar da gerek ki ırmak geniş bir alanı sulasın. Neyse… Şimdi sana şunu sorayım. Buharlaşmanın Müslüman duyarlık cephesi nasıl başlayıp bugüne geldi?

Fedai: Uzun bir hikâye değil. Olan ne ise açıkça gözümüzün önünde oldu. Dergâh dergisinin çıkışını hatırla. İsmet Özel, ilk on iki sayı için on iki şiir yazısı sözü vermiş. Sözünü de tutuyor. Dergâh, Müslüman duyarlıklı gençlere sayfalarını açıyor. Elbet, Cahit Koytak, İhsan Deniz, Kemal Sayar gibi adlar da var ama arkadan gençler geliyor. Bu gençler kimler. Birçoğu ilk şiirini benim gibi orada yayımlamış. Öyle değilse bile orada tebarüz etmişler. İçlerinde Hakan Arslanbenzer, Hakan Şarkdemir, İbrahim Tenekeci, Ali Ayçil, Murat Menteş, Süleyman Çobanoğlu var. Nasıl tebarüz ettikleri malum. Hepsi de Müslüman duyarlıkla şiir yazıyor. Tabii İsmet Özel’in oradaki varlığı birçok bakımdan dikkat çekici. Bir irtifa katıyor ama çok yanlış bir zihin işleyişini de aşılıyor. Mustafa Kutlu’nun da engelleyemediği bir şey bu. Belki de çok sonra fark etmiştir. Gençlerin şimdiki hallerinden sonra eminim anlamıştır. Çünkü Kökler dergisinin adını o koymuştur. Güzel adlandırmadır. Şimdiki Karagöz’lüklere bakınca mutasyon apaçık görülebilir. Neyse… 2000’li yıllarla birlikte Özel, dergiden kopuyor. Lakin dediğim gibi gençlere hiç de iyi bir miras bırakmıyor. Bir şair ama onda bir şairin değil bir siyasetçinin iktidar hırsı var. Kendinden başka hiçbir kimsenin büyümesine müsaade etmeyen bir hırs bu. Gayri insani… Grekler’in ‘hubris’, dedikleri bir şey var. Bir çeşit kibir ama insanı mahvına, felakete sürükleyen bir derecede. İbrahim Tenekeci, Murat Menteş ve ben hariç oradaki hemen herkes, ondan İslam sanatlarının tinselliğine bütünüyle zıt bir ego şişkinliği kaptı. Ve kaptıkları ego şişkinliği ile Özel’in vesayetinden kurtulmak için kendilerini sözümona şiir kuramlarına bıraktılar. Açıkça hesaplaşma yerine ezikçe terk ediş… Özel, lirik şiirin imkânlarını onlar için kapatınca onlar da önce epiğe ve sonra da oradan neşet eden çok sesliliğe kapaklandılar. Demek istediğim, son derece suni, zihinsel bir çaba içine girdiler. Ontolojik bir karşılığı yok yapılanların. Bunu örtmek için nafile yere dergi üstüne dergi çıkardılar. Kendi putlarını mermerden tek başlarına yontamayacakları için başkalarından yardım alıyorlar. Sonra da bu bizim çehremiz, diyorlar. Anonim bir çehre var ortada. Kim kimdir belli değil. Ama azıcık kazısanız altında hesaplaşamadıkları bir İsmet Özel portresi çıkar ortaya. Ne Sezai Karakoç da ne de Cahit Zarifoğlu’nda ondaki şiirin onu götüreceği bataklığa ilişkin sorunlara rastlarsın. Onlar da modern şiir yazar, Amerika’ya, İsrail’e karşıdır ama İsmail Kılıçarslan’ın büyük şiir zekâsının ürünü Amerika Sen Busun?’u yazmaya tenezzül etmemişlerdir. Verecekleri karşılığın gayri insani olmaması, gayri İslami olmaması onlar için çok önemlidir. Geçen sene Frankfurt Kitap Fuarı’na kadar giden Ebubekir Eroğlu, İsmail Kılıçarslan’la aynı oturumda şiir okuyacağını öğrenince, oracıkta salonu terk etmiştir. Çünkü 2000 sonrasında burada andığım arkadaşlar, şiir adına kelimenin tam anlamıyla saçmaladılar. Neo epik ya da çok sesli şiir, diye yeni bir manzumecilik yolu açtılar. Bu yolun içinde şiirde her şey mubah oldu. Uzun uzun yazdılar, bir çöplükte olabilecek her şeyi bu şiirlerde bulabilirsin. Çünkü zihnin de bir çöplüğü vardır. Birbirlerini kuram bataklıklarına sokup sokup çıkardılar. Öyle ki onlardan önceki kuşaktan kimi isimler de onlara dâhil oldu. Etkinlikten geri mi kalacaklardı? Kalmadılar da. Postmodern düşüncenin temellerinden bir meta-anlatıların reddidir. Bunlar gelenekteki tüm meta-anlatıları yıkıp kendilerince epik bir anlatı kurmaya çalıştılar. Yıktıkları şeyin Hızırla Kırk Saati ve Yedi Güzel Adam’ı oluşturan bilinç olduğu idrak edemeyecek kadar akılları taklitte kalmış. Bindikleri dalı kesiyorlar ama umurlarında değil.

Fırat: Biraz abartılı değil mi bu tespitin?

Fedai: Abartılı mı buluyorsun?

Fırat: Abartı, dediğim şu: Bu arkadaşlar bu kadar mı şair benliklerini kurarken dışarıdan kendilerine bakamıyorlar… Eğer öyleyse kötü. Çünkü yaşları çoğunun artık kırkına gelmiştir. Ve bundan sonra hep aynı sıkıntı ile kendilerini zorlama bir şairaneliğe bırakacaklardır. Kaçınılmaz bir şey bu… Ve tabii bunu kim onların yüzüne vursa şair kini duyacaklardır. Gerçi bu kine cesaretleri olur. İnsan böyledir…

Fedai: Hesaplaşma cesaretleri yok. Şair kinine cesaretleri var. Şimdi bak, sence şu dörtlük kimin olabilir? Şurdan bulup okuyayım…

 “Görmüşüm bir çehbada çehreni senin

Elmayı çiğdeden dowload ettim de geldim

Çaparım çapar diil çapansızlığım

Varlığın taşrasında çapraşık index”

 Fırat: Son dört beş yıldır İsmet Özel böyle şiirler yazıyor. Onun ya da takipçilerinden birinin olsa gerek.

Fedai: Başkası da aynı tahmini yapardı büyük olasılıkla. Şiir, onun değil ama bir kişilik ortaya konamadığı için de ad anmaya gerek yok. Öyle bakma… Üzgünüm ama ne yapayım?

Fırat: İyi de bu doğru mu? Kişiye de haksızlık.

Fedai: Peki tama. Önemli değil belki ama söyleyeyim. Hatırlar mısın, sen dergi takip edersin, Dergâh’ta sanat eserinde kahramanın lağvını sanki bir buluşmuş gibi ileri süren bir arkadaş vardı. Hakan Şarkdemir… Bu İsmet Özel kopyası onun. Şimdi bir insan sanat eserinde hem kahramanın ortadan kalkmasını isteyip hem de nasıl dinsel hassasiyetler taşır? İnanılmaz bir aymazlık. Şiir yazıyorsun ama hesaba çekileceğini düşünmüyorsun. Ya da ne bileyim Marksistsin ama şiirlerin burjuvazinin içki masasına meze. Biliyorsun Wittgenstein’ın Zettel diye bir kitabı var. İnsan zihninde bir cümlenin ya da bir görüntünün oluşması üzerinde düşünür durur orada. Şairler için bilhassa önemli bir kitaptır. Bunlarla meşgul olmak gerek ama bir benlik taşıyarak. Benlik taşımanın kendine has bir abdallığı vardır. Kelimenin köküyse bedel… Bunlarda hiç abdallık yok. Bahsedilen ‘Intellect’in pençesi’ bu oldu hepsi için. Ali Ayçil şiir yazamaz oldu, çünkü muhtemelen onlar gibi yazmak istemiyordur. Tenekeci, yazıyor ve onlara karışmak istemiyor. Çobanoğlu için zaten ‘heyhat’ denmişti; denen de oldu. Kendi şiirine bile hayrı dokunmuyor yazdıklarıyla. Akıllarda kalan elini göğsünde bağlamış fotoğrafları var hâlâ. Osman Özbahçe iyi bir dergi, yayınevi organizasyoncusu oldu. Saydığım işler için, ne diyorlar? Teknoloji tedarikçisi. En vahimi ise, bugün bu arkadaşlardan biri ikisi dışında hiçbiri İslam sanatlarının tinselliğine yönelik poetik bir endişe taşımıyor. Bu yüzden de alkışlanıyorlar. Alkışlanmak için de daha beter hallere düşüyorlar. Batı düşüncesinin postmodern bir grubunu, sorgulayıp düşünmeden kendilerine referans olarak alabiliyorlar. Moderniteye sözde karşılar ya… Deleuze, Todorov tercümelerini dört gözle bekliyorlar. Hiçbiri Tevfik el Hâkim demiyor sözgelimi. Bu arkadaşların yaptıklarıyla şiir, Garip Akımı’nın son dönemine benzer bir hale geldi. İyice ayağa düştü. Neo Klasik Şiir, şiirimizdeki irtifa kaybını giderecek tek şiir yönelimi bana göre.

Fırat: Nasıl olacak bu? Yani Neo Klasik bir şiir hareketi için şairlerde bir enerji yok gibi geliyor bana. Yani kolaya kaçmak varken klasik dönemlere has hassasiyetleri şairler nasıl gösterecek?

Fedai: Çok yakında başka çareleri de kalmayacak da ondan. Arkadan gelen kuşaklara öyle kötü değerler aşılandı ki, yaşça ilerlemiş olanlar, ‘Ne olur, etik yerleşsin!..’ diyecek. Kendilerini sol tanıtmakla paye kazanacağını sanan birçok niteliksiz, edebiyatın büyük bir çalışma değil de doğru ilişkiler istediğini yerleştirdi. Şimdi bilhassa yapılan tartışmalara bir bakalım. Benim söz açtığım meselelerin yanından bile geçilmiyor. Ama dedikodu, boş laf, rakı sofrası lakırdıları bol. Bir keresinde, reklamcı şairleri eleştirdiğimde o işle uğraşan bir arkadaş, ‘Çok değil beş yıl içinde bizi arayacaksınız. Biz, hiç değilse bazı konularda titiziz; arkamızdan gelenlerin şiirle, düşünceyle hiç ilgisi yok. Asıl, iş onlara kalınca, reklamla bir toplum nasıl iğfal ediliyormuş, o zaman görün’, demişti. Haklı çıktı. Gençler, bu halleriyle yaşlıların canına okuyacak. MerdivenŞiir’in dağıtım işini yapmakla orada şiir yayımlayabileceğini sanan bir arkadaşa, geçtiğimiz günlerde, 1990’lardan bugüne şiir dergilerini yazdırmışlar bir Karagöz dergisinde. Şiirleri çıkmayınca, o da haklı olarak meğer bizim dergiyi dağıtmayı bırakmış. Şimdi birilerinin işine yaradığını görmek güzel. Terfi üstüne terfi. Herkes böyle bakıyor, benim işime yarıyor ya, dert değil, diyor. Böyleleri de şunu çözmüş. Birilerinin işine yararsak bir yerimiz olur. Birine olmazsa öbürüne köle olurum mantığı. MerdivenŞiir’de asla böyle bir kast oluşturulmadı. Oysa Türkiye’de işler öyle dönmüyor. Biz Türkiye’de yaşayanlar, hakkımızı aldıksa gerisi bizi ilgilendirmez, diye bakar olduk ülkemize. Eczacısı da öğretmeni de hapsolduğu küçük resimle ilgili. Düşünebiliyor musun, 2010’da bankaların 13 bin personel almalarına bel bağlamış durumdayız.

Fırat: Neo Klasik algı bunu çözecek mi?

Fedai: Sence geçmişten bugüne sadece bu algı yenmedi mi vasatlığı?

Fırat: Geçmişten bugüne… Batı düşüncesi gibi şiiri de klasikten hiç kopmadı ki… Akla hep T. S. Eliot geliyor ama sanki Baudelaire, Lorca, Saint John Perse kopmuş muydu? Ya da Beat Generation? Bence onlar da bırak kopukluğu gevşeme bile tedirginlik yaratır. Ama şu da var. Bugün Almanlar bile gençlerinin Amerikanlaşmasından şikâyetçi. Yani sorun bizden başka gelenekleri de kapsıyor. Hayata hükmeden ama ortada da olan bir tüketim hayatı var tüm dünyada. Ivan Illich, belki elli yıl önce Sağlığın Gasbı’na işaret etmişti. Ortada düşüncenin ve şiirin teslim olmuşluğu var. Kitaplar da tüketiliyor. Bunu yapanları da kınayamıyoruz bile.  

Fedai: İşin kolay olmadığını göstermek zorundayız. Dağımızın yükseklerine çıkıp aşağıdakilere çığ yollayacağız. Böylelikle kar, dağ, soğuk, üşüme bilgisini kavratacağız. Çığ altında kalanlardan kurtulanlarıysa gene biz ısıtıp zirveye götüreceğiz. Az ama öz olacaklar. Neo Klasik yönelim hiç olmazsa bunu sağlayacak. Müşkülpesent olmaya devam edeceğiz yani. Müşkülpesentlik önemli.

Fırat: Elitist bir müşkülpesentlik mi istiyorsun? Enis Batur gibi sözgelişi.

Fedai: İki haftada bir Enis Batur’un Cumhuriyet Kitap’taki yazılarını okuyorum ama başka düzyazılarından olduğu gibi bunlardan da beslensem de aldığım gıda da bir sorun görüyorum. Batur’un zihinsel derinliği, yorumlama gücü malum ama o neyi yadsır, bunu söylemek kolay değil. İsmet Özel’in Bir Yusuf Masalı çıktığında ilk kaleme sarılan oydu. Sanki başarısız bir eser yazılınca sevinmiş gibiydi. Aslında tam da öyleydi, Virgül’deki yazısı. Lakin sadece yarım sayfa kadardı. İki göbek atma kabilinden. Bu mu şimdi elitist müşkülpesentlik?

Fırat: Haksızlık etmeyelim Batur’un yaptıkları ortada…

Fedai: Niyetim benim de bu değil. Bir tespit niyetindeyim. İnandığını hayatta ve sanatta takip etmek, asalet ve müşkülpesentlik, Neo Klasik tavır için olmazsa olmazdır. Biz, şair Ali Ural ile birlikte MerdivenŞiir diye bir dergi çıkardık. On beş sayı ve yüz altmış sayfa. Mütevazı bir yayınevi olan Şule Yayınlarının dar imkânlarıyla. Kapattığımızı söyleyemedik bile. Yayınevi, derginin borçlarını belki yeni bitirdi. Abartmıyorum. O derginin yanına konabilecek bir dergi Türk dergicilik tarihinde beşi geçmez. Ama kim hakkını teslim edebildi. Hemen herkes sustu. Ve hep de susacaklar. Burada bir ikiyüzlülük var. O derginin kâğıt masrafına bugün on dergi çıkıyor. On sayfa, sekiz sayfa… Ahali onları konuşup duruyor. Çünkü bugünün dergi irtifası bu kadar. Deneyselmiş, yenilikçiymiş… Biz resimle şiiri yan yana getirdik. Modern Türk Şiirinin Ustaları yazısı içinde hemen hemen tüm ustaları, işi bilenine yazdırdık. Bugünün şair geçinenleri kendilerini oradaki adlarla ölçüye vursunlar bir. Zamanlarının dibi kara tencereleriyle değil. Anlayabilirlerse, Hasan Akay Hoca’nın kaleminden Cenap Şehabettin’i okusunlar. Ben anlayabilmek için oturup bizzat Dekadizm Nedir?’in çeviriyazısını yapmıştım on yılı geçiyor. Şimdi müşkülpesentliği, asaleti, itaatsizliği anlatmak için kendimizi övmeye işi vardırmak istemiyorum. MerdivenŞiir’in yaptıklarını konuşmayan, göremeyen şiir ortamından ne olur biliyor musun? İşte yukarıda andığım, senin andığın şeyler olur. Enis Batur, bunları dert etmeyecek. Onu suçlayacak da değilim. Fakat onun desteklediği bir şairi tanıyorum ki genç şairlere aslolanın şiir değil ilişkiler olduğunu aşılamıştır. Bundan zararı Batur görmüyor tabii. İlk şiir kitabımı yayımladığımda İsmet Özel, ‘Bu şiirlerin okuru yok, biliyorsun değil mi?’ demiş ve şunu eklemişti: ‘ Tabii falanca ve filancanın okurunun olmasından çok daha iyidir bu.’

Fırat: Sen ne dedin? Bir de bu falanca ve filanca kim?

Fedai: Kitabımın önsözündeki ithafı hatırlattım ezberden: “Aşılamaz yoksulluğuna içerlemeyen ve alış verme farsına kapılmayacak denli gururlu bir sanata kavuşmayı özlemiş Samuel Beckett’e”. İsimleri geçti zaten. Kötü reklama da sevinen cinsten müteşairler işte.

Fırat: Şeytanın Günlüksüz Irgadı’nda beni asıl etkileyen ‘I never try to make a painting; it is a howl’ (Ben asla boyamaya çalışmadım; bunlar bir/er ulumadır) satırlarıyla kitabın açılışıdır. MerdivenŞiir’de Karel Appel’in resimlerine de yer verdiniz değil mi? Neo Klasik tavrın ontolojisi bu olsa gerek.

Fedai: Bence Neo Klasik Şiir, öncelikle, yani bir tarz şiir biçemi olma iddiası taşımadan önce, günün tüketim alışkanlıklarıyla şekillenen kuramları dışlayacak ontolojik bir tavrı ifade etmelidir. Öncelik bu. Sanatın, insan benliğinin ululuğunu ululamak gibi doğallıkla gelişen, kendiliğinden bir yanı oluyor. Bu, şair pozu değil ama. Olanın savunulması. Bölünmüş benlik halleri de bilinecek, bütünleşme çabasındaki benlik halleri de. Şiir zaten benlik halleridir. Elbette biraz asabiyet ister bu. Tuğrul İnançer Hoca’dan işittim. ‘Mevlana’ dedi, ‘o minyatürlerdeki gibi eli kucağında, boynu eğik bir ezik tip değildir. Yerine göre son derece sert olabilir. Çok zaman da öyledir. Hatta asabiyetinden mide rahatsızlığı çektiğini düşünürsek, onca şeyin nelerin eşliğinde olduğunu anlayabiliriz.’ Mealen söylüyorum. Benim kafamdaki Mevlana portresine denk düştüğü için ne kadar sevindim anlatamam. Kalkıp dönesim geldi. Onun yerine uzun uzun güldüm.

Fırat: Mevlana’dan desteği aldığına eminim çok sevinmişsindir…

Fedai: İroni kokusu alıyorum…

Fırat: Isınmışken bırakalım mı ne dersin?

Fedai: Bırakalım ama şu İç’i bir daha duyurayım. Senin duyuracağın yok…

Fırat: Sevgili Celâl, sohbetin için teşekkür ederim. Kitabın şimdiden hayırlı olsun. Yaşasın Neo KlasiK Şiir!..

Fedai: Geç dalganı, kitap çıkınca rövanşı alırım. Ben teşekkür ederim.

CAHİT ZARİFOĞLU VE “AYLAK GÖZ” ŞİİRİ ÜZERİNE

Cahit 1

“Ressamım ben.
Niyetim resmim için elimden
geleni yapmak.
İnsanlar benim inandığım şeyi,
resmimin iyi olması ölçüsünde
anlayacaklar belki de”1

I.
Bir şiiri okumak, onun da bizi okuması durumuna kendimizi getirebilmektir. Şu durumda şiir, bizde kendini konuşturur. Konuşan o olduğunda, bizim de onunla konuşmamız gerçekleşir ve başkaları, birbiriyle hemdert, hemhâl, hem-dem iki varlığı dilleşirken kulak misafiri olurlar. Kimi durumlarda kulak misafiri olunan iki sevgilidir ki, böyle durumlarda, okurun ya da kulak misafiri olanların hasedi, dilleşen iki varlığı çekemez; işte burada adına eleştiri, nesnel eleştiri, öznel eleştiri, okur merkezli eleştiri vesaire denilen çekememezlik alanları oluşur. Sanılır ki kuramlar şiiri anlamamızda bize fayda sağlar. Doğrusu sanılan yanlış değildir; yani kuramlar şiiri anlamamıza yardım eder. Ama ortada bir diyalog (biz ve şiir) olduğuna, daha doğrusu oluşması gerektiğine göre, şu soruya da cevap aranmalıdır: Bu kuramlar, şiirin de bizi anlamasını sağlar mı? Şiirin sizi anlaması diye bir şey olamayacağını düşünüyorsanız, o zaman vay haline o şiirin!.. Artık siz onu anlayacaksınız diye mıncıklanmadık yeri kalmayacaktır. Ayrıca şiirin karşısında, hem o şiirinin şairine hem şiirin bizatihi kendisine, yazıldığı ortama, diline karşı kendinizi konumlandırdığınızda, şiir size kendini niçin açsın? Şairini, dilini, yazılış ânını niçin açık etsin? Sanılır ki şiir, kendine azıcık kur yapana, espriyle yaklaşana, kuram bilgisi olana kendini verecek bir arzu nesnesidir. Sanılan doğrudur. Çok şiir böyledir. Sizde olan ne ise apaçık bellidir; kur yapışınız, kuramlar bilginiz vesaire… Şiirde ne olduğu da etüdünüze göre ortaya çıkar. Ortaya çıkana göre davranırsınız. Olur biter. Ama o kadar. Şiirin şairini konuşmak, şiirin şairiyle konuşmak kolaydır. Az önce özelliklerinden bahsettiğimiz ‘arzu nesnesi’ şiirler için bu böyledir. Bizden canlı olmamızı beklemezler, çünkü onlar da canlı değildirler. Şiir üzerine yazılan yazıların ateş almaya gelip aldıktan sonra gitmeye benzemesi durduk yere değil. Maksat değil ihtiyaç hasıl olmuştur. ‘Yorumcu’ da memnundur, şiirin şairi de. Şu halde şiirin kendisinden zaten söz edilemez. O bir sermayedir. Şairi onda kendini ‘şey’leştirir.

Karşılaşma
“Aylak Göz” şiiriyle karşılaşmam Jung’un adlandırmasıyla eşzamanlılık, benim algıma göre ise tevafuk yoluyla oldu. Türk şiirinin değil, Türk şiiri içinden Türk şairinin şiirinin konuşulması gerektiğini düşünüyordum ki, Aylak Göz ile karşılaştım. Bu karşılaşmanın, İsmet Özel’in Zarifoğlu ve şiiri üzerine söylediklerini yeterince ve gereğince algılayabilmemden sonrasına denk düşmesi benim açımdan manidar. Bunların öncesinde ise, Hz. Peygamber’in, sevgili oğulları İbrahim’in defni sonrasında, kabrin belli olması için mevtanın boyunca toparlanan toprağın su dökülmesi sonucu dağılıp şekilsizleşmesi üzerine söyledikleri var. O halde Hz. Peygamber’in söylediklerinden başlayıp, İsmet Özel’in Cahit Zarifoğlu ve şiiri üzerine tespitlerine varmaya çalışarak kendi tevafukumu anlamaya çalışmalı ardından da bu kavrayışın aydınlığında ya da karanlığında, Cahit Zarifoğlu Şiirler’ine ve özellikle Aylak Göz’e varmalıyım. Demek oluyor ki, bundan sonra söyleyebileceklerim, Aylak Göz ile daha önce karşılaşmamıza rağmen göz göze gelemeyişimizin benim açımdan izahı olacak aynı zamanda. Şu cümleden sonra, bu yazıyla yüz yüze gelen her okura kendi hikayesindeki tevafuku fark ederek ilerlemek ya da burada bırakmak düşüyor. Bu yazıyla sizi karşı karşıya getiren niyetten fazlasını bulmanız mümkün değil. Sizi bu yazıya çeken yazıda geçen isimler de olabilir başka bir şey de. Benim bu noktada söyleyeceğim, benim tevafukumun sizin için bir derece değer ifade edeceğinin bilinciyle bu yazıyı kaleme aldığımın sizce bilinmesi; bu, size ve bana bir mesafe duygusu sağlayacaktır. Ben bu duyguyu bir estetik mesafe olarak Aylak Göz şiirine kadar ortadan kaldıracağım. Şiir söz konusu olduğunda ise bir mesafe zorunlu olacak.

Suyun tazyiki
Hz. Peygamber’in, sevgili oğulları İbrahim’in defni sonrasında söyledikleri, Martin Lings’in Hz. Muhammed’in Hayatı adlı eserinde bağlamı içinde şöyle anlatılıyor: “Peygamber, cenaze namazını kıldırdı ve Üsame ile Fadl, nâşı yerine yerleştirdikten sonra tekrar mezarı başında oğlu için dua etti. Üzeri toprakla örtüldüğünde hâlâ mezarın yanından ayrılmamıştı. Daha sonra bir deri kap içinde su getirip mezarın üzerine serpmelerini istedi. Mezarın üzerindeki toprak tam düzeltilmemişti, bu dikkatini çekti ve şöyle dedi: ‘Biriniz bir şey yaptığı zaman onu mükemmel yapmaya çalışsın.’ Kendi elleriyle mezarın üzerindeki bu pürüzlü toprağı düzeltirken bir yandan da bu hareketi için, ‘Ne bir fayda sağlar ne zarar verir, fakat kederli ruhları rahatlatır’ diyordu.”2
Dünya hayatını bir Müslüman olarak geçirmek seçimini yapan şair, herhangi bir insan tekinin aynı seçimi yapmasıyla birlikte karşılaşacağı durumlardan hiç olmazsa biraz daha fazlasıyla yüz yüze kalacaktır. Bu fazlalık bir imtiyazı ifade eder. Çünkü Kur’an-ı Kerim’de şairin eylemi sınırlanmakla, eylemin uzamı varoluşun özüne, kendini bilmeye, dindar ve bir özgürlük savaşçısı olmaya irca edilir. Bu poetik paradoks, Müslüman şairlerin neyi asıl belleyerek, eyleyeceklerini nasıl eyleyecekleri hususunda onları daima diri tutmuştur. Lings’in yukarıda aktardığım ifadelerini izleyen şu cümleleri ise, sözünü etmeye çalıştığım diriliğin içerdiği bilgeliği ya da bilgeliğin taşıdığı diriliğe vurgu yapmaktadır: “Kişinin, dünyevî her işinde mükemmele ulaşma gayreti içinde olması gerektiğini defalarca söylemişti ve bu hadislerin çoğu hedefin bütünüyle dünyaya yönelik olmaması gerektiğini gösterdiği gibi ondan kopuk olmamasını da işaret ediyordu. Peygamber’in bu husustaki rehber sözünü Ali’nin şu şekilde hulasa ettiği söylenir: ‘Sonsuza kadar yaşayacakmış gibi bu dünya için, yarın ölecekmiş gibi de öbür dünya için çalış.’ Her zaman ölecekmiş gibi davranmak dünyadan soyutlanmak demektir. Peygamber diyordu ki: ‘Bu dünyada bir yabancı gibi, ya da yoldan geçip giden biri gibi olun.” 3
Hz. Peygamber’in her eylediği, Müslüman coğrafyada bir çeşit yeniden üretilme ile daima tekrar edilmiş ve gereğince anlamaya çalışılmıştır. Anadolu kabristanlarında her defin aynı yaşanır. Mevtanın üzeri toprakla örtüldükten sonra, bir kap su ile toprak özenle berkitilir. Bunun ölene bir faydası olduğundan değil, kalanın eylediğindeki üslup ile gideni yad etmesi ve bu yolla, eyleyenin eylediğini eyleyişinde tebarüz eden kendiliğini görmesi için bu yapılır. Burada bir mensubiyetin içinde kendiliğin yaşanması ayrıca önemlidir. Müslüman kabristanlarında, Eliot’un Çorak Ülke’sinin şu dizeleri bir diyalog olamaz:

‘Geçen yıl bahçene diktiğin o ceset
‘Filizlendi mi? Çiçek açar mı bu yıl?’4

İsmet Özel’in Cahit Zarifoğlu’nun ölümü ardından söylediklerine gelince. Özel’in sözleri şöyle: “Kendinden sonra yazmaya başlayan genç Müslüman şairlere hangi özellikleriyle yol göstermiş olursa olsun, O’ndan sonrakiler O’nda ders alınacak bir taraf bulacaklardır. Hem şiirin kendine mahsus kaliteleri bakımından hem Müslüman bir şairin dünya hayatındaki temayülleri bakımından.”5 İsmet Özel’in cümleleri dikkatle okunduğunda, cümlelerin Hz. Peygamber’in söyledikleriyle paralelliği görülebilecektir. Paralellikler bana göre çok açık; zaten açık olanı bir daha açarak bulanıklaştırmak istemiyorum. Özel, kademeli bir anlatım yolu izleyerek iki hususa vurgu yapıyor. Ama bu iki hususa vurgu yapabilmek için bir başka hususu öncelikle anıyor. Zarifoğlu, kendinden sonra gelen genç Müslüman şairlere hangi özellikleriyle yol göstermiştir? sorusunun cevabı öncelikle andığı. Ardında da, Zarifoğlu’nda şiirin kendine mahsus kalitelerinin ve Müslüman bir şairin dünya hayatındaki temayüllerinin neler olması gerektiğinin bulunabileceğini söylüyor. Buradaki iki husus da birbirinden ayrılamaz şeyler. Kabir üzerindeki toprağın su ile berkitilmesindeki durum ne ise burada da aynı şey söz konusu. Zarifoğlu’ndan sonrakiler bu hususları birbiriyle nasıl düşünmüşlerdir? Bunu konuşmak tatsız. Müslümanlığını öne çıkararak sanat yapanların zihinlerinde bu kaygılar değil, bulundukları mahallede horoz olmak sevdası yatıyor. Öyle gözüküyor ki onlar, Müslümanlıklarını bir meskun bir mahalle sınırlamışlar. Bu halleriyle de laik ya da seküler çoğunluk tarafından ‘varoş’ muamelesini hak ediyorlar.6 Bir sonraki kuşak, kendinden evvelki kuşağı gömüp kabrin bir an önce yitip gitmesi için olanca tazyik ile suyu toprak üzerine boşaltıyor. Sorun, kişilik meselesi. Aylak Göz şiiri, hem bu tür marazlarla malul olmayan hem İsmet Özel’in deyişiyle şiirin kendine mahsus kalitelerinin doğuştan sahibi bir kişiliğin şiiri. Okumaktan haz alınacak bir şiir, ama önce, Aylak Göz şairine ve öteki Şiirler’ine eğilmek gerek.

II.
Şiirler’inin Şairi, Şairinin Şiirler’i
Cahit Zarifoğlu, anlığının imgelemine uzanan ahtapot kollarını çok er kavramış ender şairlerden. Düşsel yetisininin evrenini bir bilmezliğin güvenli çobanı’na gütsün diye bırakmış; düşünsel eyleminin alanını ise bir Müslüman olmanın Anadolu coğrafyasından tüm yeryüzüne yayılan sorumluluğu belirlesin istemiş. Onun tüm şiir-Yaşamak serüveninde, iradî olanla olmayanın kaynaştığı, teslim olma seçiminde kendini önce belli eden sonra da örten ‘şöyle garip bencileyin’ kavrayışı hakim. ‘Kavramak’ dedik; kavramak, hem parmak uçlarının, el içinin ve iç titremesinin tedirgin, tereddütlü etkinliğidir, hem de bir daha dönülmeyen ama hep gözetilen anlık bir şakıma, bir ışımadır. ‘Nukuş-ı suver-i âleme bakıp herbirini bir özge temaşa ile geç’en ‘biz’in ortak görüsünün dili olan ‘hayran göz’ü; özünü özge bilen ‘ben’in ‘aylak göz’ünün, plauneurce uçuşuna dönüştüren seyrinde aşka, börtü böceğe, tarihe bulanmamız, bu gözün şakımaya sadakatinden başka ne olabilir? Bu şakımaya açık uçuş, anlamanın hedefi on ikiden vurma cehdine karşıttır. Zarifoğlu’nun Şiirler kadar Yaşamak’ının her satırına da bu hâl işlemiştir. Zarifoğlu, hayranlık uyandıran, mahir bir acemidir uçuşunda. Aşk kanatlarında ya da kanatları aşk olarak gider, düşsel yani şiirsel ve düşünsel yani tinsel (dileyen dinsel de okuyabilir) bir ütopik evren (sphere) içinde, aşkla ve inançla teslimiyetini ve bu yolla özgürlüğünü elde edecek bir ben arar. Yedi Güzel Adam’ın, Menziller’e uzanan en son dizelerinde bu arayış çok bellidir:

Sevgili dostum
etim

Zarifoğlu, modern şiirin yörüngesinde evrilmeye başlayan Türk şiirinin nice oluşunun farkına yukarıda açımlamaya çalıştığımız hâlinden vararak ermiş ve kendi şiir yatağının toprağına bulanarak en coşkun durulmuş ve de berraklaşmıştır. Geceleyin Bir Koşu ile İşaret Çocukları şairlerini İkinci Yeni şiirin, takipçileri değil, hem kendi benleri doğrultusunda hem ona karşı, hem de toplumsal bir konumlanışın uzantısı bir savaşıma kendini veren şiirsel dilin arayıcıları, yaratıcıları olarak saymak durumundayız. Onların yanına diğer bir şair-i maderzat Turgut Uyar eklenebilir. 1950’li ve 1960’lı yıllar boyunca şiir yazan şairler içinde bu üçünün şiire yaklaşımlarında zihinsellik pek azdır.
İşaret Çocukları’nda Zarifoğlu, geceleyin koşan o tek çocuğu, çoğunluğun çevrelemesine derinden istek duyar; bu sözde çoğulluk, Yedi Güzel Adam’da yedi güzel adamdan birinin serüveni olarak sürse de anlarız ki, o biri, o hep kendini çoklukta ve çok duyumsayan o tek çocuktur; tüm o sayılan serüvenler onundur; bu süreç yukarıda andığımız dizede ifadesini bulan kabullenişle söze, yani çok önce fark edilen ve değişsin istenen itirafa bürünür. Şairin meselesi kendi meselesidir artık; nefs-i emmareden başlayan Menziller, Yunus’un,

yavı kıldım ben yoldaşı

kavrayışı uyarınca geçilmek durumundadır. Zira Korku’da ve Yakarış’ta, o mahşerî uzamda yalnızızdır; kitaplaşan en son şiir Bahar’da “düşünüyorum” dizesiyle açık bırakılan son, bir başlangıçtır ve Hz. Peygamber’in “tamu odudur” dediği sefer, bir yerden sonra tek kişiliktir.
Zarifoğlu, ölümünden bir yıl önce M. Akif İnan’ın kendisiyle yaptığı bir konuşmada, şiirsel serüvenini İslâmî bir yoğunlukla yorumlar; bu yorum, bulunduğu yerden geçmişe bakmanın belirgin izlerini taşır ve benzer bir yaklaşımı sergilemeye çalışan herkesin önünde, bir kasıt taşımaksızın kimi duygusal ve yanlış değilse bile idraksizler için yanıltıcı olabilecek işaret fişekleri fırlatır. Bana göre, İşaret Çocukları’nındaki çocukları, ümmet inancının verdiği kardeşlik duygularıyla okumak bir çeşit indirgemedir. Kaldı ki Yedi Güzel Adam’da da İşaret Çocukları’ndaki teklik, yalnızlık devam eder; sayılan hasletlere sahip olan o tek olandır; araya girenler girmesi istenen görüntülerdir; sefere çıkan hâlini paylaşmak istemektedir. Menziller’deki VI. bölümde bu iyice belirgindir.
Goethe’nin şiir-yaşam serüveni şunu göstermiştir: Büyük sanatçı, eserlerinin dizgesi oluşmadan ve bunların, onun yaşam-sanat gelişimindeki yeri belirlenmeden gereğince anlaşılamaz. Oluş süreci anlaşıldıktan sonra şöyle denilebilir: İşaret Çocukları, o tek çocuğun, imgeye bürünen bir belirti olarak ona kendini duyumsatanı dışa vurmasıdır; şairin palet diye kullandığı şey bir resim; anlığının, sözünü ettiğimiz ahtapot kollarını kavrayan şairin kendisi ise şiirdir. Renklerdeki şiddet, fırça vuruşlarından değil; ne olursa olsun renge, sözcüğe sarılan şairin kendi pekinliğine (certainty) varırken, hiçbir düşünceyi ayak bağı etmeden doğru sözcüğü bulmasından kaynaklanır. Ece Ayhan’ın, Cemal Süreya’ya: “‘Cahit Zarifoğlu’, şiirde yapı sorununu en iyi kavramış, bu konuda örnek gösterilecek sanatçılardan biri” demesi; tıpkı İlhan Berk’in Müslüman duyarlıklı şairler için “Bunların büyük bir erdemi de, yalnızlıklarından hiç yakınmadan, şiirimizin o duru suyunu, salt daha değişik ırmaklara tutmak için bir derviş alçakgönüllülüğüyle çalışmalarıdır.” ifadelerinde, kendi durumunun bir ters bir düz okuması gibidir ve bu bağlamda fazla bir şey ifade etmez. Çünkü Zarifoğlu’nun çiçeklenişi, İşaret Çocukları boyunca, ‘niçini olmadan açan, açtığı için açan, kendine dönüp bakmayan ve görüldüm mü diye de sormayan gül’ün7 açışı gibidir; içindeki bülbülü duyumsayarak, ‘dest be-kâr ü dîl be-yâr’ yaşar:

Bir adam bir kadın var içimde iyice anladım

Sevmek De Yorulur şiirinin bu açılışı, Faust’un sonundaki, lahutî koronun son dizelerini anımsatır, çünkü Zarifoğlu’nun şiiri, yeryüzünün kaotik uyumunda özünü arayan İns’in düşsel ve düşünsel sancılarıyla çevrelenmiştir:

Bizi yukarlara çekiyor
ölümsüz yanı kadınlığın! 8

İşaret Çocukları’nda, sadece aşkla kendini bulan, birbirine bulanan kadın-erkek değil; zaman-uzam, ülke coğrafyası-yeryüzü, gelmiş-geçmiş-gelecek de ‘aylak göz’ün uçuşunda hercümerç olur. İşaret Çocukları’nın evreni yeryüzünün ilk hâli gibidir; birer öksüz ve yetim olduğu anlaşılan İşaret Çocukları’ndaki sesin sahibi nerelidir, teni ne renktir ve konuştuğu bu barbarca dil nasıl bir dildir? Onu Yaradan’a ve sürgüne yollayana duyduğu tutkunun yerinde duramaz ettiği sesin sahibi, Yedi güzel Adam’da adını, dilini, ırkını, ülkesini, tarihini bulur:

__ Adım Mustafa ve Niyazi ve Abdurrahman
Kafkas yaylalarında çadırlarımın
Sürülerimin ocak taşlarımın
İzleri vardır (…)

‘Ana’vâzın duymasa uyanmayacak’ olanın doğayla başı esendir fakat orda yâr’in olduğu duygusu, onu Zerdüşt gibi dağından indirir kente. Kitaba adını veren Yedi Güzel Adam şiiri semantik yapısını, simgesellikten alır ve bu yolla berkitir. İlk görülen kan, İns’in yaratıldığı kan pıhtısına, dökülen ilk kana ya da meniye uzanan çağrışımlarla anlam katmanları oluşturur. Belâ, dağ, sofra telmihleri hep yârla, aşkla ilişkilendirilmiştir. Özellikle bedensel nitelikleriyle somutlanan kan gören erk sahibi adam, bir ‘gelin’le arkasını sağlamlaştırır ve aralarında bir ‘güvercin’le yenilenerek, “kanı okşayarak ve kabartarak” çoğalırlar. Yedi Güzel Adam şiirinin izleği, Zarifoğlu’nun İns öyküsüyle beraber okunduğunda simgesel yanın okur açısından takip edilebilir niteliği daha da belirginleşebilecektir.
Gerek uzunluk gerekse içerik açısından yetkin bir kaplamlı şiir örneği olan Yedi Güzel Adam, (Ben Dirimle Doğrulurken) ile birbirlerini tümler. Aşkın, sevişmenin şiddetini şiiriyle özdeş kılan Zarifoğlu, en yaşlı şiiri, kaplamlı şiiri denemektedir. Kurgu kusursuzdur. (Ben Dirimle Doğrulurken)’i okurken, tarihsel ya da yaşamsal olanın, şiirsel olanın ütopyasına döneceğini, doğrulanın kendi ölümünü öleceğini ve “‘Kışları göç içinizedir’ buyuruluyor” dizesinden sonra, Yedi Güzel Adam’ın kendi dağına döneceğini sezmekle, iç darlığımız kat kat artar. Çünkü ‘yok aşk’tır önünde sonunda insanın raptolduğu:

Ey aşk /.. ve ey aşk mı dedin.. /
Onlar küçücük küçücük gördü sana seslenenleri
Gücendirilmiş gibi kayboldun
Yerine piç döller yolladın

Kitabın yayınlandığı günlerde, Cahit Zarifoğlu’nun, Abdurrahman Cahit adıyla Edebiyat Dergisi’nde yayımladığı, Rilke’nin Malte Laurids Brigge’nin Notları’nda Birkaç Önemli Motif adlı yazısından aldığımız şu satırlar, İşaret Çocukları ve Yedi Güzel Adam boyunca şairin işleyen zihninin kendince de bir okuması sayılabilir: “Manevi problemler, gizli kuvvetler şaşırtıcı oluşlar üzerine eğilmiştir o (Malte). Onları anlayabilmek için kullandığı malzemelerdir kent, insanlar, olaylar ve eşya. Kent ‘hiçliğin yeri’dir. Sözünü ettiği insanlarsa körler, dilenciler, ve hastalardır. Fakat bunları işine yarayabilmesi için bir üst plana kaydırır, orada mütalaa eder, ya da “gerçekle gerçeküstü arasındaki sınırları kaldırır.’ Herhangi bir bakışın gördüğü şekli bozar, zorlar onları. Örneğin ‘gürültüyü’ ya da sessizliği sürrealist bir şekilde şöyle anlatır: ‘Tramvaylar hızla çan çalarak odamın içinden geçiyorlar, otomobiller üzerimden akıyorlar.’ (…) Malte’nin dili empirik gerçekliğe uyar, yani çizdiği tablolar ne doğrudan dış dünyayı ne de subjektif hisleri yansıtır, tersine kendi imajlı dünyasını ortaya koyar.”
Zarifoğlu’nun, kendisiyle yapılan mülakatlarda, yukarıdaki çözümlemeci yanını özellikle ötelediği görülüyor. Alim Kahraman’a yazdığı bir mektubundaki şu sözleri de bu tavrıyla aynı doğrultuda: “Bütün o çevrelerde artık ‘bayatlamış’ bir maya vardır. O istemesen de, hele farkında değilsen sana bulaşıverir. Bu noktada da açın geniş olmalı. John Kenet Galbraith, ve bir iki isim daha var. Kenet’in ‘Kuşku Çağı’ isimli eseri, bu kişileri okuyabilirsin. İşte o geniş açı için araçlar. Benim kullanmadığım ama bildiğim.” Bu son cümlede Zarifoğlu’nun, anlığına karşı gösterdiği sakınımlılık alabildiğine somutlaşmaktadır. Ancak O, bu tutumu, yeryüzünde kendi barbar diliyle ikâmetinin şiirlerinde yankılanan sorunluluğundan, ‘teslim olmuş olmanın’ yaşamına uzanan sorumluluğuna doğru eğilirken göstermekte gönüllü nâçâr kalacaktır.
Bu noktada, Ebubekir Eroğlu’nun, Zarifoğlu’nun kendi gördüğünden uzaklaşarak başkalarının gördüğünü görmeye yönelişinde, acılarından yaka sıyırarak oyalanmaya dönük kaçış buluşu üzerinde durup düşünmek gerek. Zarifoğlu’nun İşaret Çocukları’ndaki şiirleri, Giacometti’nin üşüyen, bir deri bir kemik ama devinim içinde oldukları belli heykelleri gibidir. Yedi Güzel Adam’dan başlayarak şiirin iç ısısızlığı, şair için dayanılmaz bir üşümeye dönüşür ve şiirler genleşerek ısınmaya yani bir anlatıya yaslanmaya başlar. Bu, üşümeye reaksiyon olarak vücudun verdiği titremenin tersine iradîdir ve anlığın bir tercihine işaret eder. Titreme, en azından dışa sürgit bir hâl olarak yansımaz. Şair, kendi “titremesinde/n/ bir yordam” bulur; bu, şiirsel dilinin peşinde olmak, “sevgili dostum / etim” dizelerini kuşanmak demeye de denk gelir. Zarifoğlu’nun şiirlerine biçtiği libas, sanat alanındaki başarının tek kişinin başarısı olmadığı bilincinden ve mensubiyet duygusundan hareketini almaya başlamıştır. İns, ötekileri (aslında üvey olan kardeşleri), öz belleyerek onların ısısını örtünmektedir. Zarifoğlu, Mavera’yı yönetirken, dergiye gelen ürünlere ciddi mesai ayırır. Her gelen mektuba bir cevap yazar. Şöyle düşünmektedir: “Bizlerden gelecekler vardır; hamurlarını biz yapıyoruz şu anda.. Yıllardır ve yıllarca da. Eminim bizi küçümseyecek o gelecekler (…) Bizlerin, edebiyat tarihi yönünden, bir oluşumun öyküsü yönünden değeri olabilir (…) Bu yüzden bende, bu anlayış içinde olağandır denebilecek artistik kaprisler yoktur. Kendine pay çıkarma yoktur. İşimiz bizsiz olamaz; ama bizi, bireyliğimizi yutacak kadar iri. Bu yüzden kendi hâlinde bir işçiyimdir ben.” 9
Şiiri bırakabilecek kadar ona bağlı olma hâli, şiiri aşan başka bağlanmaların sorumluluklarıyla karşı karşıyadır artık. Bir konuşmasında formüle ettiği şu tamlamanın, tamlanan bölümü söz konusudur şimdi: “O muğlak ama mevcut zorunluluğun o mevcut ama muğlak sorumluluğu.” Korku ve Yakarış’taki Uyarılan Şair şiiri, ‘Kendi yamanevinden habersiz dam özleyen adam’ın, ‘yazdıkların şiir değilse bırak bunları kalsın…’ deyişine tanıklık eder. Sözünü etmeye çalıştığımız ruhsal gerilim, bir başka şiirde araya giren Afganistan görüntüsüyle birleşerek, şiirsel şiddetle kendini belli eder:

) alıp götürdüler
neden tekrar başa dönüyorum bu mısrada
Ha?!!
Çünkü şiir yetmedi
Kalemi atıp ayağa kalkıyorum
Bağırıyorum:
Öğürtülü karınlarına çarçakıl doldurun
Domuz başlarına çuvaldız sokun
Öyle bir hayal çatlatın
Böyle bir hayal çatın

Menziller’e ve Korku ve Yakarış’a bakıldığında görülen odur ki, Cahit Zarifoğlu’ndaki kardeşlik duygusu, düşsel planda, sadece içindeki boşluğu birbirine bağlamıştır. Görünen bir başka şey ise Zarifoğlu’nun bu hâlini, düşünsel planda, anlığını narsistçe işleterek kardeşlerinin üstünden sanatsal bir başarı arayışıyla sözüm ona bir taçlandırmayı seçmeyişidir. Menziller’de yer alan Yar şiiri şöyle bitmekte:

Hep severek
Ve yücelerek de
Ben’im bir yalnızlık haberiyle
İklimsizliğe doğru
Uçarak
Ufalmaktadır.

‘Ufalmakta olan’ ben’in evreni (zemini, zamanı), yeniden İşaret Çocukları’ndaki evrene doğru çekilmektedir. Yeryüzü hep olduğu gibi kaotiktir; İns, ‘Eğilirken diklenmeyi bilmeli’dir, yine kan görecektir. Zarifoğlu’nun bu son iki kitabındaki şiirleri Yunus’un dalgalanıp durulmalarını andırır, durulduğunda içi coşmaktadır; dışı şiddetle sarsıldığında ise, kendi ölümünü ölümden önce tadan nefs-i mutmain menziline ermiş ‘kendi kendiyle cenkleşen’ bir derviş gibidir:

Ansızın uyanıyorum her gece
Biliyorum bahçede dolanıyorlar
Solukları kapı önünde
Beni istiyorlar
Onlarla yemek yiyorum düşümde
Kendimi yalnız bildiğim her gece
Yalvarışım ağlayışım
Cenkleşiyorum kendimle

Zarifoğlu’nun Türk düş ve düşünce geleneği içindeki yazgısı, Yaşamak’ın bir yerinde anlatılan Müslüman yalnızlığının simgeselleştiği ardıç ağacı gibi olanlara bağlanır; onların sanatı metafizik olarak anılır ve kişilikleri bir yok kişiliktir bu gün. Hâlleri, onlarla aynı suyun yatağında yüzen yüzlerce balıkça taklit edilebilir bir patolojik hâl olarak yaşamaktadır. İçrek yanlarıyla Dağlarca şiirinin de, Asaf Halet’in hurufi kodlamalarının da tematik formatlı eleştirel gözlerin diliyle paslandırıldığı gerçeği ortadayken, Cahit Zarifoğlu şanslı bile sayılabilir. Zira düşünsel ve duygusal eylem yakınlığı içinde olduğu arkadaşlarınca O’na ve şiirine gösterilen ilgi yitirilen bir yakınlık bu gün. Yeşilliği zehirli yosun gibi olan ticaret ve ülküselliği habis egoyla beslenen siyaset, Zarifoğlu kişiliğini yaratan coğrafyanın ardıçlarının anlıklarını, ancak siyaset ve ticaret için işe yarar birer yedek parçaya çevirmiş ve içlerindeki ‘yapayalnızlıkla dolu gurur duygusu’nu alarak, programlanabilir hâle getirmiştir onları; düşsel ve düşünsel evrenleri, nicedir bu minval üzeredir.
Açıktır ki Cahit Zarifoğlu’nun şiiri, şairinin ‘ayakbağları’na (sorumluluklar) yenilmediği gibi kunduraları birbirine bağlanan ve Müslüman duyarlık diye adlandırılan, monologlarında bir dil varmış gibi yapan, o sağırlar diyalogunu da yenmiş bir şiir. Bayrıl’ın on beş yıl önce, Türk şiirinin zemine ilişkin sözünü ettiği ‘çatlak’ ise, çatlağın öbür yanındakiler için (bilmem solcu mu desek, şaşkın transit yolcular mı desek onlar için) bacaklarının arasında büyümüş bir zafere işaret ediyor. Türk şiirinin felç olduğunu söyleyemeyiz, yani şiirimiz krizde filan değil; çünkü Türk şairinin artık bir omurgası yok; tıpkı ülkesinin olmadığı gibi. Zarifoğlu şiirinden bakarsanız durum değişir; ben ordan kendimce bakarak söylüyorum bunları. Keyif sizin…

III.
Aylak Göz10
Sanıyorum kendimi Aylak Göz’ü okuyabilmek durumuna getirmek için geçirdiğim süreci, kendimce açık edebildim. Artık Aylak Göz’ü okuyabilirim. Bu okumayı şiirin dolayımında kısa bir seyir izleyecek.

Erkenden aşındırır aşkını
Odaların köşelerine zamansız oturur
Duyarsa bir çocuğun
Oyundan çağrıldığını

Başının her seferinde döndüğü kumarı
Gönlünü bir tarzla kurularken kazanır
Anlarsa yenilen bir kadının
Darda kaldığını

Kendi kendine ardaşak kaçağı
Arada bir bakınır ne yaptığına
Süresiz kapılır tablolara yangelir
Ve oturdu mu bir masaya
Hakkını verir çay içmenin

Bu adam kitapların uçlarına
Çizilmiş itilmiş resim
Korkmadan yaşar tebessüm gösterir
Ağır başıyla nöbet alır
Dağdan kaçar şehri çevirir
Ve bırakır gönlünü bir tazı sıçramasına

Erkenden aşındırır aşkını
Anlamaz bir kadının
Süresiz kapılıp yangeldiği tablolara
Severek tebessüm attığını
Ağır başıyla kopar dağdan
Nöbet alır şehri devirir

Zarifoğlu’nun İşaret Çocukları’ndaki zihni, kelimelerin birbiriyle irtibatını anlıkla kurmaya değil imgelemle duymaya eğilimlidir. Nerdeyse her dizede bir imgeden bir başkasına geçer ya da imgeleri birbirine bindirir. Uzun şiirlerde bile bu böyledir. Anlatıya olan maharet açıkça bellidir; ama bu maharetin ön plana çıkması için, şairin de bizim de Yedi Güzel Adam’ı beklememiz gerekecektir. Bir şey, bir görüntü ya da bir ân, bir başka şeyle, görüntüyle, ânla tümlenmeye çalışılıyormuş gibi hissedilir ilk anda. Ancak sonra bir karmaşa güzellik içinde şiiri terk ederiz ya da ona yeniden döneriz. Bir karşılaşma gerçekleşmez; Hızır biz hazır oluncaya kadar gelmez; olduğumuzda ise çoktan terk etmiştir. Bu şiirlerle karşılaşmanın çarpıcılığı da buradan gelir. Az önceki cümlenin önü sıra sıraladığım özellikler, bizde Cenap Şehabettin ve Ahmet Haşim çizgisinden İkinci Yeni deneyimine uzanan modern şiirin başat eğilimleridir. Zarifoğlu, 1960’ların başında, bu deneyimlerden haberdardır; ancak onun haberdarlığı, kendinden önceki kuşağın Batı’yı yakından takip etmesiyle elde edinilmiş (beş duyu ve bir akıl ile) değil, kendi halindendir. 1960’larda değil de söz gelişi 1930’larda şiire başlasa gene aynı şiiri yazacaktır. Ancak bu şiir ruhen Haşim’e değil de Mehmet Akif’e yakın olacaktır; her ne kadar imgeyle mayalandığı için Haşim’le ilişkilendirilse bile. Safahat’ın son kitabı Gölgeler’deki şiirler ile ondan öncekiler mukayeseli düşünülürse demek istediğim daha iyi anlaşılabilir.
İşaret Çocukları’ndaki imgeyle mayalanmış diğer şiirlerin aksine Aylak Göz şiiri açık anlatımlı bir şiirdir. Aylak Göz’de Zarifoğlu bir portre çizer. Portre bir ‘adam’a aittir ve ‘bu’ işaret sıfatıyla adamı tavsif edenin personasında içkindir. Ben kendi okuma deneyimimde üçüncü defa okuduğumda, bu söylediğim özelliği fark edebildim. Bu elbet benim dalgınlığım ya da ayıklığımla, hazırlığımla ilgili bir husus; ama bu yolla demek istediğim şu: Aylak Göz, İşaret Çocukları’ndaki öteki şiirler içinde bu özelliğiyle yani bir kişiliğin açık anlatımlı bir surette portresinin çizilmesiyle, ayrıksı durur. Bu da ona bir işaret koymamıza yetmelidir. Ayrıca şu soru da var: İlk iki kitabına çoğul kişileri çağrıştıran adlar koyan Zarifoğlu’nun, İşaret Çocukları’ndan ya da Yedi Güzel Adam’ından biri, Aylak Göz’de portresi çizilen Bu adam neden olmasın? Belki de İşaret Çocukları’nın, Yedi Güzel Adam’ın hepsi Bu adam’ın birden fazla olmasıdır. Çünkü Bu adam, ikinci bir defa çoğaltıldığında gene Bu adamlık taşır ama Bu adam değildir. Aylak Göz şiirinde psikolojik portresinin en yalın hali duyumsatılan Bu Adam’ın gereğince kavranabilmesi için, sorumluluğu ve aylaklığı ayrı ayrı iki karşıt nitelik olarak değil, birbirini tümleyen tek persona olarak düşünmemiz gerekecek.
Aylaklığa ya da sorumluluğa yönelmek, kişioğlunun dünya hayatını nasıl algıladığıyla yakından ilgili kuşkusuz. Dünya hayatını dinsel bir bağlanma ile kavramanın aylaklığı olumsuzladığı, sorumluluğu ise baş tacı ettiği yorumuna sıkça şahit oluruz. Buna karşılık dünyada geçirilen zamandan alınacak tatlar önemsendiğinde sorumluluk yerine aylaklığın tercihe şayan bulunduğunu görürüz. Aylak Göz şiiri, aylaklığı ve sorumluluğu bu bilindik çerçevenin dışında algılayamadıkça tüm açık anlatımına karşın kapalı kalacak bir şiir. Onda hem Benjamin’in plauneur ve aura üzerine geliştirdiği düşünceler hem de bir Müslüman’ın dünya hayatındaki temayülleri iç içe.
Şiirin ilk iki bendi, birbirine bağlanabilecek iki düz cümlenin yapısal bir deformasyona uğratılmadan bölünmesinden oluşuyor. Şu durumda oluşan anlam katmanının düz cümle ile ifadesi şöyle: “Bu adam, bir çocuğun oyundan çağrıldığını duyduğunda, odaların köşelerine zamansız oturan biri; başının her seferinde döndüğü kumarı ise, yenilen bir kadının darda kaldığını anladığında, gönlünü bir tarzla kurularken kazanıyor.” Oysa şiir bu açık anlatımı tard eden bir dizeyle açılıyor:

Erkenden aşındırır aşkını.

Bu dizedeki bireyselliğin (aylaklık) aksine, az önce düz cümleye döktüğümüz diğer ifadelerde bireysellikten eser yok. İlk bentte Bu adamın çocukluğuna gidiyor ve oyundan çağrıldığındaki surat asışına şahit oluyorduk ama bu görüntü herhangi bir çocukla da ilişkilendirilebileceği için söz konusu durumu yaşayan her çocukla Bu adamın aynı somurtmayı yaşadığını düşünebiliyorduk. Bu da bizi onun yaşça büyüse de halce çocuk kaldığı sonucuna vardırabiliyordu. İkinci bentte ise, zihninin kaybetmeye yazgılı işleyişini, yenilen bir kadının darda kalmasını anlamasıyla birlikte kazanması durumu ilk bentle paralellik taşıyor ve Bu adamın gönlünü bir tarzla kurulamasıyla stilize ediliyor. İlk bentteki çocuğun hemen ikinci bentte kadınla ilişkilendirilmesi, “Erkenden aşındırır aşkını” dizesinin anlam alanından okuru uzaklaştırmıyor. Bu adamın aylaklığını terk ettiren ve onu eyleme geçiren iki durumu buraya kadar kavramaya yaklaşmış olma umudundayız. Bu böyledir ya da değildir; şu an için bunun ancak ikincil önemi olabilir. Çünkü her okuma kendi aldanışını beraberinde taşır ve belki de sadece aldanmayı içerdiği için anlamlıdır. Ayrıca yenilen her kadının darda kalmayacağını, her yenilmenin darda kalmayı getirmeyeceğini düşündüğümüzde, aylaklığın hangi hal ü kârda terk edildiğine de varmış olduk.
Üçüncü bentte Bu adama ilişkin bir başka nitelikle karşılaşıyoruz: Kendi kendine ardaşak kaçağı. Bu dizenin şiirin ilk dizesiyle paralelliği önemli. Aşkını erkenden aşındıran Bu adam, aynı zamanda kendi kendinin ardaşak kaçağı. Kendi kendinin birbiri ardına kaçağı olması, aşkî bir bağlanma söz konusu olduğunda Bu adamın halini nice kılacaktır? Oturdu mu çay içmenin hakkını verdiğine bakılırsa haz duygusu onu yeden duyguların önde gelenlerindendir. Ancak aşkını erkenden aşındırır olumsuzlamasına bakılırsa, aşkî ya da değil, bir bağlanma, kendinden menkul nedenlerden dolayı ona uzak gözükmektedir. Onu, kadına ya da bir çocuğa götüren sorumluluk duygusudur. Ayrıca dördüncü ve son bentte onun yangeldiği tablolara kadınların tebessüm attığından söz edilmekte. Halbuki o, belki de aylaklığı yüzünden kitap uçlarına çizilmiş resim olmasına, tüm naifliğine rağmen korkmadan yaşar. Aslına bakılırsa onun korkmadan yaşayabilmesi, tebessüm gösterebilmesi tam da bu çizilmişlikten, naifliktendir, denilebilir. Hali, yani aşkını erkenden aşındırışı ve kendinin ardaşak kaçağı oluşu, ona bu kayıtsızlığı tek başınalığına karşın kendiliğinden vermektedir. Şehrin içinde dağdadır. Sorumluluk duygusunu harekete geçiren bir durum doğduğunda ise duramaz, dağından kaçar; fakat bu kendi dağından koca bir kaya gibi kopup şehre inme değildir; bu defa aylak kanıyla değil sorumluluk veren aklıyla hareket eder ve şehri çevirir.

Ağır başıyla nöbet alır
Dağdan kaçar şehri çevirir

Aylak Göz’ün son bendi şiirin hem semantik katmanını hem de geometrisini, okurun gözünde ve zihninde tamamlar mahiyettedir. Sondan bir önceki bendin son dizesinde gönlünü kendi dağındaki bir tazı sıçramasına bırakan Bu adam, son bentte dağından kopar ve çevirdiği şehri artık devirir.

Dipnotlar
1 Pierre Encreve’in Alfred Manessier ile yaptığı söyleşiden. Bu Söyleşi Sanat Dünyamız dergisinin yanılmıyorsam Fransız resmi üzerine yoğunlaşan bir sayısında yer aldı. Manessier, o söyleşide dindar bir hayatı seçişini ve bu seçimin yaşamına, resimlerine yansımalarını uzun uzadıya anlatıyordu. (Alıntıdaki vurgu bana ait)
2 Martin Lings, Hazreti Muhammed’in Hayatı, ( Çev: Ali Çavuşoğlu), Akçağ Yayınları, Ank., 2000, s.724. Çevirinin bu alıntıladığım bölümünde, “(…) and calling for a skin of water he bade them sprinkle it over the grave” cümlesi atlanmış.
3 A.g.e., aynı sayfa.
4 Eliot, bu dizeleri, Çorak Ülke’sinin “Ölünün Gömülüşü” bölümüne parodileştirerek katmış olsa da, geçen yüzyıl başı Avrupa’sında durum ne ise bu gün de aynıdır. Gerçi Avrupa topraklarındaki çoraklık edebiyat için dahi remzi yapılamayacak denli ortadan kalkmış ve Eliot’un muradı gerçekleşmiştir; ama bu defa “bir ‘Abad Toprak’ olarak Avrupa Birliği” meseli bir parodiye dönüşmüştür. Dizelerin Tükçe’si Yüksel Peker’e ait.
5 İsmet Özel, Şair Öldüren Rejim, Milli Gazete, 10 Haziran 1987.
6 Gerçi ancak kendi mahallelerinde ötebilen horozlar sadece bu ‘yaka’da bulunmuyor. Fotoğrafçı Nazif Topçuoğlu’nun düzenleyip çektiklerinin Balthus’ün tablolarından aşırma olması düş yoksulluğu sayılıp konuşulmadan geçilse bile, Balthus’ü vaktiyle Ömer Aygün’ün, Topçuoğlu’nu ise Orçun Türkay’ın yorumlamaya yeltenmeleri, insana ‘sahiden de öyle ya; bak, ben bunu görmemiştim’ dedirtiyor, eğer istedikleri buysa.
7 H. Ünal Nalbantoğlu’nun, Patikalar’ından aldığım Angelius Silesius’un dizelerinin İsmet Özel’in ağzından Türkçe’si şöyle: “Güle dair bir neden yok/ gül açar çünkü açar / Ne gözetir kendini / ne görülmek arzular”
8 Goethe, Faust, (Çev: Hasan İzzettin Dinamo), İst., 1983, s. 436.
9 Cahit Zarifoğlu, Konuşmalar, s.27.
10 Bazı şiirlerin şairlerinin karnından doğacak ‘diğer şiirleri içerme’, ‘şiir cevherini taşıma’ gibi bir yazgıları vardır. Aylak Göz böyle bir şiir. Dikkat edilirse, “… gibi bir özelliği vardır” demeyip bir ‘yazgı’ dedim. Yol uzamadan bunun izahını yapmam gerek. Şiiri bir canlı olarak görmek gerek. Özellikten bahsetseydim, işte o an şiirin biyolojik yanına ters düşmüş, onu öldürmüştüm. Onunla beni karşılaştıran nedende, onun ve benim yazgımız var. Buna kuşku yok. Aylak Göz, kendisiyle bu şuurla konuşmayı becerebilirsem, benimle konuşacaktır. Aksi halde hemen bir kadavra olarak karşılayacak ve benimle arasında, neşter ve et arasında olabilecek bir rabıtayı tesis edecektir.

Yan Yana Kayıt

Cahit

Cahit Zarifoğlu’nu rahmetle anarak…

Gerçi ben resimle başlamadım sen Zarif gibi, duyduğum müzikti yekten;
Tablolarım bilyelerimdi; boz toprağın, kızıl suyun rengini çeşitlendiren.

Renkli göremedim, mevsim tekti; bir kahraman gezer dururdu dışarıda:
Elleri diye seslerini tutardım nasılsa sesleri yeterdi elleri gerektirmeyen.

Yaşı benzemesin derlerdi: Bu çocuk çıktığı kadar bağırır dedesi avazlı.
Benzesin huyu suyu bir de ezanı -bulunursa tabii ondan bir dinleyen…-

Üzülürüm hep terk edilmiş ata ocağının şerefesinde seslenemedim hâlâ;
Gerçek şu ki sesim kötü ama üzülürüm neden şiir cenginde en önde ben?

En öndekileri kim diker oraya yan yanadırlar lakin bir başlarına konuk;
Onlar ki karşılarındaki serdengeçtileri arkalarındakilerden çok seven…

__Biz hep Şri Krişna önünde Arcuna olacağız bunu iyice bilecek miyiz?
Soruşum şüphemden değil yanım yöremdeki ganimet düşkünlerinden.

Ben ister miydim emeklerken sorulaydı yürümeden koşayım mı bu yaşıma?
İstemezdim… İyi ki sormamış, o güzelin peşinde bana yazgımı sevdiren.

Geldik merkeplere binmiş olarak bir resmin sonunda gömütlükten bir yere
Seni bir ‘Zarif, Çoban’; kendimi yanında düşünürüm hep bir zenci Celalîylen.

Şiir Sanatının Yeniden Tebarüzü ve Tebellürünün Güçlüğü Üzerine

Deformasyon, Yenilik ve Kuram Söylemlerinden Gına Gelmesine Karşın
Şiir Sanatının Yeniden Tebarüzü ve Tebellürünün Güçlüğü Üzerine

“Oyun tahtasında bu oyundan başkası yoktu.
Oyna dedi; ilave yapmayı ne bilirim?
Ben mevcut olan bir oyunu oynadım;
Kendimi belaya attım
Bela içinde de onun tatlarını tadıyorum;
Onun mağlubuyum, onun mağlubuyum,
onun mağlubu”
Celâleddin-i Rumî

“Yapacağım en son şey,
sahip olduğunuz estetik yetileri
nasıl kullanacağınızı söylemektir.”
John Cage

“Önümde Yürünecek Canlı Bir Yol Varken…”

Ehlinin derhal kavrayacağı gibi daha yazımın adıyla, eğildiğimiz meselenin gene ehli için hayatiyetine, geniş ve karmaşıklığından ötürü sınır ihlalleriyle, işgalleriyle dolu geçmişine ve olanca yalınlığına karşın çetrefilleştirilerek yağmalanmış varlık alanına, daha açık bir ifade ile ‘sınırlarına’ işaret etmek istedim. Beni bu isteğe zorlayan iki sebep oldu. Bunlardan ilki, şiir söz konusu olduğunda eğildiği hususu emekle kuşatmış yazıların okurlarının, bugün neredeyse hiç kalmayan şiir okurundan daha da nadir olmasıdır. Bir yazının adının, yazarının kuşattığı alana dair savını tez elden sunması kaçınılmaz olmakta bu yüzden. İmajlarla, benzetmelerle, reklâm işi spotlarla tezyin edilmiş ifadelere sığınmak, doğrusu pek ‘afili’; ama bugün artık pek klişe olan bu yönelim, eli kalem tutanlara bile kendini alternatifsizmiş gibi gösterebiliyor. Ayrıca şu da var: Yazarın savı yerinde ise, yazdıkları, yazısının adının ağırlığında kalsa bile maksadın hâsıl olması gerçekleşmiş sayılabilir. Bu durumda akılda kalan başlığın kendisi, meselenin sınırlarına ya da meselenin niçin mesele olduğuna yeter vurguyu yapmış demektir. Yazımın başlığına “Kolları Irmağına Kasdetmiş” desem, sanırım bu ‘yerinde ve de hoş’ terkip, kendisi hayatta ve sanatta bir nesnel karşılığa sahip olmasına karşın, bu niteliği taşımayan onlarca ‘benzeri’ arasında kolaylıkla buharlaşabilirdi. Okumaya devam et