ŞİİR SERBEST DÜŞÜNMEYE KARŞIDIR

William Blake

“Yanan altından yayımı getirin
Oklarını getirin arzularımın
Mızrağımı! Ey Bulutlar açılın
Alevden arabamı getirin bana”*
Milton, William Blake

“Ey Batılılar! Tanrının yarattığı dünya
Değersiz paralar beklediğiniz bir dükkan değil”
Muhammed İkbal

Yedi sekiz yaşındaki çocukların baca temizleme işinde kullanıldığı yılların İngiltere’sinde William Blake, Milton’unda yukarıdaki dizelerin ardından şöyle diyordu: “Bizler İngiltere’nin bu güzel yeşil topraklarında ülkelerin en güzelini kuruncaya dek, ne kafamla cedelleşmekten geri duracağım ne de kılıcım elimde uyuklayacağım.”* Blake, yaşadığı yıllar boyunca İngiltere için İngiltere’yi kilisesiyle, toplumsal yapısıyla, sanatıyla karşısına almıştı. Ondaki düşleme (vision) gücü kadar serbest düşünme gücü de övülmüş; hatta o, tıpkı peşi sıra giden Rimbaud gibi anarşist bile sayılmıştır. Rimbaud, Blake’in İngiltere’sinden farklı olmayan, içine doğduğu ama içinde doğamadığı Fransa’yı, içinde doğmak istediği düşsel Fransa’sı için terk etmiştir. Ondaki bilici düşleme gücü de övgüye değer bulunmuş ve malûm olduğu üzere ‘modern şiirin faili modern şairin alamet-i farikalarından ilki’ tartışma kabul edilmez bir şekilde ve böylelikle kaideleşmiştir. Buna göre modern şair, düş ve düşünce gücü ile sınır tanımayan biridir. Öyle ki ondaki bu serbest düşünme gücü, diğer sanat alanlarına da bilim adamlarına da bir misâldir. Yani şair, serbest düşleyen, düşünen özgür adamdır vesselâm… Okumaya devam et

“ŞİİR ASIL MECRASINA DÖNDÜ”

şeytanın günlüksüz ırgadıİmtiyaz sahibiCelal Fedai İç Şiir Kitabı Kapak Resmi

“ŞİİR ASIL MECRASINA DÖNDÜ”

Mustafa Fırat: Değerli Celâl, “İç” adını koyduğun şiir kitabın üzerine seninle konuşmak istiyorum. Bu kitabın yayıncısı olduğum için sanırım hemen herkesten önce ben okudum. Üzerinde düşünmeye de fırsatım oldu. Sen yakın bir zamandan beri şiir, edebiyat ve hayat etrafında şekillenen tüm yapıp etmelerini ‘Neo Klasik’ bir tavrın, anlayışın şekillendirdiğini söylemeye başladın. Benim de bu adlandırmada kimi, deyim yerindeyse ‘kışkırtmalarım’ oldu. “İç” şiir kitabın Neo Klasik bir şiir toplamı mıdır?
Celâl Fedai: Neo Klasik bir tavrın ya da anlayışın şiirde, edebiyatta ve hayatta en ‘modern’, yani zamanın gereği tavır olduğunu düşünüyorum. İronik bir şey söylediğimin farkındayım. Klasik bir tavır nasıl olur da en modern bir tavır olur? Sanatın, düşüncenin geldiği bugünkü noktada pekâlâ olur. Hatta bu bir zorunluluktur bugün. Son yirmi otuz yılda düşünmenin, sanatın, hayatın anlamına ilişkin algımız kökenini kaybetti. Şiirde yenilik girişimlerinden gına geldi. Siyasetteki ikiyüzlülük toplumsal hayatımızın gerçeği oldu. Yeniden ‘klasik bir düzen’ tesis etmemiz gerek. Hem şiirde de değil hayatın, toplumun tüm alanlarında bunu yapmak durumundayız. Halimiz bizi zorluyor zaten. Her tür sanatsal yenilik bile bir klasik düzen fikrinin içinden gelişir. Yenilikler o düzenin daha iyileşmesi içindir. Yenilik, bir noktayı bozup bırakmak değildir ki. Önce bozsa da yenilik yapan kişi, sonra orayı âbâd etmek ister.
Ayrıca bunu yeni de düşünmüş değilim. Son on yıldır bu anlayışla yaptım ne yaptımsa. İlk kitabım Şeytanın Günlüksüz Irgadı, ‘Şair İdesi’nin, doğup büyüdüğüm taşra dünyasından yaşamak durumunda kaldığım ülkenin, dünyanın taşrasına taşınıp yaşatılmaya çalışılmasını mesele edindiğim günlerin ürünüdür. Şair’i tanımak istedim. Tanıyınca da çok sevdim. Baktım ki unutulmuş. Hatırlatmak istedim. Hatırlattığım şair kişilik çoklarının işine gelmedi. Ben sanıyordum ki sevilecek… Öyle olmadı. Bu yüzden de şiirim ve düzyazılarım yer yer sertleşmek zorunda kaldı. Ama şunu da -olumlu ya da olumsuz- tespit etmeliyiz. Şiir ve şair idesi açısından öze doğru bir çekilme var. Son otuz yıldır Türkiye’de şiir, mecralarından bir diğerine, belki de ötekine göre daha asıl olan mecrasına, yani ruhsal olanı kavrama alanına döndü.
— “Şiir asıl mecrasına döndü”, derken kastettiğin tam olarak ne? Hem eleştiriyorsun hem de olumladığın yanlar var gibi…
— Evet, haklısın. Aslında karışık değil. Şiir insan teklerinin dünyada bulunuşlarını kavramada onlar için bir refakatçiyse eğer, -ki bunun böyle olduğu yolunda beyanlar pek çoktur- ideolojiler döneminin sona ermesiyle birlikte, şiirin mecralarından bir diğerine, belki de asıl mecrasına çekilmesi kaçınılmazdı. Öyle de oldu. Ancak bu çekilmenin büyük şairleri henüz çıkmadı ya da çıktı da kulaklar hâlâ eski dönemlere ayarlı olduğu için fark edilemiyor. Ruhsal olanı kavrayabilen bir şiir yazanların, derin şairler olduğunu düşünüyorum.
— Şiirin ruhsal olana ilgisi, asıl mecrasına dönmesi bahisleri senin için öncelikli konular olmuş. Şu ‘mecralar meselesi’ üzerinden İç kitabının dünyasına baktığımda, açılan bir yelpazenin daralmasını görüyorum sanki…
— Mecra hususu farklı adlandırılmalarla hep karşımıza çıkar. Aslında temelde şiirin aktığı mecra iki türlü. Şiir, dünyada olup bitenler ile ilgili olarak en başta şair kişiliği uyarır. O da sabah erkenden kalkar ve öteki insan teklerini uyarır. Bunda bir doğallık vardır ama şairler ideolojiler dönemi boyunca, bu uyarma vazifesini yapmaktan ötürü kendilerini peygamber filan sanmaya başladılar. Oysa yaptıkları sadece şiirin bir mecrasında, zamanın gereğinin sorumluluğuyla akmaktan başkası değildi. Türkiye’de şiire başlayan herkes, Nazım Hikmet ya da Necip Fazıl şöhreti, aksiyonu bekler oldu kendinden. 1965’ten sonraki kuşaklarda bu hali daha bir net görürsün. O kuşağın gündemde kalma hırsı, şiirin bir diğer doğal mecrası olan içsel dünyada akmaya uyarlanamadığından ötürü türlü facia görüntüleri doğuruyor bugün. Halkın Dostları’nı çıkaran iki ismin başladığı yere, dünden bugüne yol alışına ve bir de şimdiki hallerine bir bak. Hem şiirlerinde hem de siyasal, toplumsal analizlerinde, geçip giden günlerdeki şöhretin, şair pozunun arayışı var. Uyarma vazifelerini yaparken kendilerini olamayacakları bir görüntü içinde buldular. Bu da hoşlarına gitti. Hep o görüntü devam etsin istiyorlar.
— Bir çeşit kompleks mi bu?
— Sanat nicedir toplumu etkilemiyor. Tek tek bireyleri etkilemek durumunda. Şiirin aslı yanlarından biri, belki de bir bakışa göre asli yanı bu. Şairlerse bunu anlamak istemiyor gibiler. Artık şiir, varoluşunun derdine bir nedenle düşmüş insan teklerine seslenmek durumunda. Ben de bir zaman bunu kabullenmekte güçlük çektim ama zamanla toplum için ya da şairler için yazmak yerine ruhsal dünyama yolculuğumu önemsemeye başladım. Kuşkusuz kimi zaman toplumu, kimi zaman şairleri de uyarmak isteğim oluyor ama yolculuk içedir. Farkındasındır, insanlar coğrafya üzerinde dolaşmaya pek meraklı oldular. Turist, diye bir millet oluşturuldu ki insanlar içlerine gidemesin. Yakın çevremde yürümeyi severim. Tabiatıysa pek çok. Gerekmedikçe dışıma çıkmam. Bu yüzden, ressam dostum Erdoğan Zümrütoğlu, İskeletimde Asılı Meyveler olarak koyduğum kitabımın adının İç olmasını önerdiğinde gülümseyip hemen benimsedim. Tabi bu adda bu kitaptaki şiirlere dair her şey içerilmiş değil. ‘İç’ kadar ‘dış’ın da bir argümantasyona tabi tutulduğunu ehli fark edecektir. Kitap kapağından şiirlerin farklı formlarla ele alınışına kadar bu böyle. Uzatmayayım. Bugün şiir, doğrudan duyularla verilemeyecek derecede ruhsal olanı verme durumuna gelmiştir. Zaman bunu fısıldıyor şaire. Şair ve şiir, insanın ruhsallığına, maneviyatına çekilecek ve oraya çekilmiş okurunu bulacak
— “Bugün”den konuşuyoruz. Yani 2000’li yıllardan… Yoksa daha öncesi mi var dediğin sürecin. Bir de bugün böyle bir ‘çekilme’ var mı? Ben açıkçası göremiyorum.
— Bunu, 1980’lerden bugüne de başlatabiliriz.
— İyi ama şairler bunun ne kadar farkında. Şiirin alabileceği formlar ile ilgili sürekli arayışlar var. Bu da senin söz ettiğin şiirin aktığı toplumsal mecradan içsel olana geçişte, şairler arasında bir isteksizlik olduğunu göstermiyor mu?
— Schopenhauer’ın sanatta sıradanlık ve seçkinlik bağlamında söylediklerini hatırlamak, sana da bana da bu konuda sükûnet verebilir.
–Şairleri sanatın araçlarıyla oynamaya yönelten itkiden mi söz ediyorsun?
— Evet. Şairin, amacına dair uygun bir bilgiye sahip olmadan şiirin araçlarıyla canının istediği gibi oynamasını Schopenhauer, acemiliğe dahası beceriksizliğe bağlıyor. Hatta bunun has bir şair ile beceriksizi ayırt eden bir nitelik olduğunu söylüyor. Çünkü daha şiirin başında düşünce devreye giriyor. Sezgi, imgelem baskılanmış oluyor. Oysa Neo Klasik şiir, bir tavırdan ibaret. Öze ilişkin bir hatırlatma. Sonrasında şair özgür. Baskılayıcı bir kuram yok. Ben başından beri bunları hatırlayıp eyleyen ve yazarak hatırlatan olmaya çalıştım. Dediğim gibi ben ‘şair ve şiir idesini’ hatırlatıyorum.
– Şair, senin anladığından, hatırlattığından farklı olarak ne sanılıyor…
— Aydınlanma düşüncesi dünya için bir felaket olmaya devam ediyor. En kanlı savaşları, bu düşüncenin doğurduğu hümanizm sapkınlığı ve diğer ideolojiler üretti. Hâlâ da üretiyor. Yeryüzünü mahvediyorlar. İnsanlığın tüm birikimi, Garaudy’nin deyimiyle ‘insanlığın medeniyet destanı’, büyük oranda yok edildi. Tüm vicdan sahipleri buna itiraz etti. Şairler yirminci yüzyıl boyunca buna itiraz ettiler. İkinci Paylaşım Savaşı’ndan sonraysa itirazlar azaldı. Şiiri, bilimi, felsefeyi bir din haline getiren hümanizm, bu alanları son elli yıldır, müthiş bir maharetle pasifize etti. Nasıl dinlerse bunlar, hiçbir işlevleri kalmadı. Bugün şairlerin büyük çoğunluğu, şiirin kendileri için bile boş bir oyalanma olma haline düştüğünü göremeyecek kadar kendilerinden, yaptıklarından bihaberler
— İyi de Batı düşüncesi hâlâ göklere çıkarılıyor ve aslında buna da ihtiyacı yok. O derece de nobranlaştı. Dünyayı yöneten onlar, diye de herkes peşlerinde değil mi?
— Ben Batı düşüncesini yerlere batırmak derdinde değilim. Bununla uğraşmaya değmez. Hem zaten bizzat kendi içinden bunu nefis yapanlar var. İnsanların ideallerine değil sıradan insanların en hayvani eğilimlerine, nefslerine seslenerek hayatta kalan bir düşünce bu. İnsanlığa, bu düşüncenin verimlerinin bir serinlik veremediğini söylüyorum.
— Nedeni ne sence bunun? Batılı ve Doğulu zihin işleyişinin ayrımını yaparsan yani, ne dersin…
— Batılılar, biliyorsun Kilise kurumundan çok çekti. Hümanizmden beri fert fert dünyaya kendilerinin bir anlam yüklemesi gerektiğine inanarak yol almaya başladılar. Bunu önce felsefeyi bilgelik sevgisinden, yani hayattan tümden koparıp dar bir alana sıkıştıran filozoflar yaptılar. Spinoza’dan sonra Batı felsefesi açık bir şekilde bu yolda ilerledi. ‘Büyük işler’ yapmış olabilirler kimilerine göre ama bana göre bir serinlik yoktur ne Hegel de ne de ne bileyim Wittgenstein’da. Her şey spekülasyondan ibarettir. Benim hoşuma gidiyor doğrusu ama yörüngemin ne olduğunun bilincindeyim ben. Neyse… Filozofların peşinden yazarlar, şairler, ressamlar, müzisyenler devam etti. Bach’tan sonraki Batı musikisi için ağıt yakan Adolf von Grolman haklıdır. Resim sanatının hali de malum. Günün ressamları Van Gogh’un adını nasıl ağızlarına alıyorlar bilemiyorum. Özetle bu insanların dünyaya kendilerince bir anlam yüklemek istemeleri edebi, düşünsel, siyasal akımları ideolojileri doğurdu. En son siyasetçiler kervana katıldılar ve onlar da kendi dünya tasarımlarını başka insanlara, milletlere dayattılar. Şimdilerde postmodern zamanlarda bunu sıradan insanlar da yapıyor. Edepsizce internette kendi fetiş nesnesine dönüştürdükleri benliklerini teşhire çıkarıyorlar.
İşin kötüsü bu hastalık Müslümanları da Hintlileri de Çinlileri de sardı. Slumdog Millionaire filmi Hindistan açısından bu kara tablonun tam bir örneği. Ama Ayşe Şasa Hanımefendiden öğrendiğime göre Semih Kaplanoğlu’nun Bal filmine Berlin’de genç bir papaz hayli ilgi göstermiş. O, bu durumu, insani hallere kayıtsız kalamama, bu hallere bir çeşit muhtaçlık olarak yorumluyor. Dikkate değer bir tespit. Bu yoruma katılıyorum. Bizse o halleri doğallıkla yaşıyoruz. Lakin terk etmeye hevesli bir genç kuşak var. Bana kalırsa bir Müslüman’a dünyanın, hayatın, sanatın anlamı verilmiştir. O, bunları aramakla oyalanmaz. Yolu buraya kadar değil bundan sonradır. Bu yüzden de onun yazdıkları bugün için kolay anlaşılır şeyler değildir. Öyle gelir insanlara. Kendimi yontulmuş bir heykel gibi görüyorum. Neden daha da yontmaya uğraşayım. Yürür giderim. Özgür olurum, yontulduğumu bilerek.
Özetle fark bu, bizler dünyaya anlam yüklemeyiz, dünyayı anlamaya çalışırız. Batılılar bir anlam yüklemek için başkalarıyla, kendileriyle çatışır dururlar. Modern dünyadaki çatışma fikrinin de kökeni budur. George Simmel’in izahında da bunu bulabilirsin.
–İmtiyaz Sahibi kitabındaki ‘imtiyaz’ bu son dediğini fark eden şaire mi ait.
–İmtiyaz Sahibi, bir şiirsel dramdır. Sahnelenmek ister. Zaten okunduğunda, okurdan ayağa kalkıp beş farklı dona bürünmesini bekler. Tabii şizofren olmamayı başarmak gerek. Türkiye’nin bugününde, inancını insanlığa bir kurtuluş olarak sunma erdemine sahip olmak isteyenler için o kitap, bir çağdaş Dede Korkut hikâyesidir. İşaret ettiğinde hakkın var. Hikâyede kendini bulmaya çalışanlar bana göre bugünün dünyasında bir ‘imtiyaz’a sahiptirler. İnsanları kucaklayacak kolları vardır. Şiiri ve düşünceyi fetişleştirmezler.
— Neo Klasik tavır, anlayış, şu halde hümanist bir tavır olmuyor mu?
— Asla değil. Aksine Neo Klasik anlayış layık olduğu değerin aslının, gerçeğinin insana, şiire, bilime verilmesidir. Şiirin bir din haline getirilmesi değildir. Şiir, şiirdir. Şairler için de dinin yerini tutamaz. Ama kuşkusuz çok değerli bir refakatçidir yanı başımızda.
— Ama tutuyor işte… Dindar şairler bile şiiri kendilerine din haline getirebildi. Hatta şairliklerinden kendilerini neredeyse peygamber gibi bir öncü görülsün, diye de bekler oluyorlar. Dahası da var “İslam şiire karışmaz” da deniyor. Dışarıdan bakan biri olarak söylüyorum. Şiiri bir serbest atış alanı olarak görme eğilimi, İslami duyarlığı olan şairler arasında yaygın epeyce…
— Böyleleri şairlik pozuna fena halde kapılmış olanlar. Şiiri rejenere edebilecek bir yetenekleri, emekleri olmadığı için kolay olanı seçiyorlar. Modern şiirin yolundan gittiler önce. Şimdilerdeyse postmodern zamanlarla başları dönmüş olarak şiir yazıyorlar. Neo Klasik anlayış yalnızlık, yalınlık gerektiriyor. Dediklerin yalnız kalamazlar. Dışlama, dolayısıyla yaşanan zamandan dışlanma gerek bize. Parmak ile Boyanmış, bu yüzden böylelerinin en çok unutmak istedikleri kitabım oldu. Oradaki Na’t, tüm söylediklerimi ifadeye yeter.
— Özetle sen, “İç”ten önce de Neo Klasik bir anlayış içinde olduğunu söylüyorsun.
— Elbette. Suyu Seveni Derin Batırın Irmağa’daki emek kendini belli etmiyor mu. Spekülatörlere Karşı Şiiri Savunmak’ta neden bu kadar sert olmak zorunda kaldım. Sevgili Fırat, dünyanın her devrinde yangınlar oldu. Bu çağınki gezegen düzeyinde. Bu yüzden de her inançtan vicdan sahibi yangına işaret etmeli. Böylelerinin inancını ben, kendi inancım biliyorum. Tabii ki inancımın farkındayım ama dediğin gibi Müslüman duyarlıklı olanların hali de ortada. Amerika’ya küfrederken ondan bir farkları da yok. Hem onlar gibi şiir yazıyorlar hem de onlara söverek prim yapma derdindeler. Neo Klasik tavır, en çok, gelenekçi bir zihin işleyişine sahip olanlarla sorunlu bu nedenle. İnancının gerektirdiği estetik için çalışmayanlara tahammül edemiyorum. Ondan nemalanan uyuşuk, tutkusuzlara da…
— “İç”te de sertliğin devam ediyor…
— Senin de nedense hep bu şiirlerim dikkatini çekiyor. Kitabın ilk şiiri Buğdaya Güzelleme ile açılan ilk bölümü konuşmak isterim söz gelimi. O bölümde sertlik yok.
— Tamam, oradan başlayalım. Bu ilk bölüm, yalın. Hem de çok. Gerçekten meselen ya da kendi başına ‘mesele’ bu kadar yalın mı?
— Şairler, yazarlar kişisel hayatlarındaki sorunlardan beslenme kolaycılığını sanatın temeli gibi sunmakta çok başarılı oldular. Bu kolaycılığa kapılmamaya çalışıyorum. Yazdığım şiir, gerçek bir tohum olsun istiyorum. Gerçek bir tohumun toprakta da topraktan çıktıktan sonra da işi hayli zordur. Birçok tohum toprak altında kalır ve gübre olur. Benimkilerden de olacak var. Belki de pek çok. Ama olsun. Çocukluğumda türlü meyvesi olan bir bahçe kurmak istedim hep. Sonra meyvesi olmayan ama insanların soluduğu havaya katkısı olan ağaçlıkları da sevdim. Fidanlıklarıysa tarifsiz sevdim. Kitabın ilk bölümü insanları yalın, yalnız zamanlarında kendi hallerine bakıp gülümsemeleri gibi bir etki taşıyor bende.

— Kime gülümsüyorsun? Şiirlerde sanki bir başkası var…
— İlk şiirimden beri o hep vardı. Bir alter-ego belki. İçimdeki közün köz olarak kalabilmesi ona bağlı belki de. Fakat burada şuna dikkat etmeli, şiirin argümantasyonla ilgili yanları izleklerle, yani içle sınırlı değil.
— Ya duygu boyutu. İnsana derinden etki bırakıyor…
— Etki duygudan değil maneviyattan, ruhsallıktan, tinsel boyuttan. Duygusallığın ruhla bağlantılı gelişmesi gerek, yoksa maneviyatı zedeler. Onca berbat aşk şiiri bu yüzdendir. Duygusallık insanı sakatlayabilir pekâlâ. Gerçek maneviyat duygusallıktan öteye geçer. İç’in ilk bölümüne bu yüzden İskeletimde Asılı Meyveler adını koydum. Meyvesi tam olgunlaşan nar ağaçları tüm yapraklarını döker. Sonra narlar çatlar. Üstünde meyveler yüklü bir iskelete dönüşür ağaç.
– Sonra onları kuşlar yer… Günün şairlerinin pek hoşuna gitmeyecek bu yalın şiirler. Bunu biliyorsun değil mi?
— Kişiliğim çağımla şekillendi. Yazdığım şiir de öyle oluyor. Bal filmini alkışlayan papazlar kadar da olamayan şairler için yazmıyorum ki sevmelerini bekleyeyim. Saf bir inançla hareket etmeye çalışıyorum.
–Anselm Kiefer’in resimlerinde entelektüellik de düş gücü de iç içe. Sen bunu önemsiyorsun. Yani hem bilgi hem de düş gücünün yalınca birleşimi. Bu yüzden kitap kapaklarında da o var. İç’i olgunlaşmış, açılmış ayçiçeklerinden bir gemi.
— Kiefer sevdiğim bir ressam. Enstalasyona benzer işler yaptığında da tuval resminin etkisi oluyor. Sinemanın hiçbir şekilde ruhsal olan için kullanılamayacağını düşündüm uzun bir süre. Fotoğrafa da sinemaya da mesafeliydim. Laf aramızda hâlâ biraz öyleyim. Tarkovski sinemayı sevdirdi bana. Pek çoklarının üzerindeki etkisinden başka bir etkisi oldu bende. Basit bir etki belki. Sevdirme gibi. Kiefer de enstalasyon fikrine yaklaştırdı.
— Çokça armağan veriyorsun şiirle. Hendrick Bloemaert mesela. Kışa Dair Alegori resmine bir karşılık vermişsin. Yine Van Gogh’un Öğle İstirahati resmine ve Cinuçen Tankıkorur’un Tarla Dönüşü bestesine.
— Bunlar ithaf şiirleri değil. Şiirin varlık bulduğu alanlara ilişkin işaretler. Fakat yukarıda da dediğim gibi, bu şiirlerin argümantasyonla ilgili yanları içerikle sınırlı değil. Cinuçen Tanrıkorur’un Tarla Dönüşü bestesi dinlediğimizde, çalışmanın yöneldiği ereği derinden algılarız ama müzik sadece bu değildir.
— Çalışma sonrası evine sırtında tırpanla dönen kişiyi, Azrail’le yüz yüze getirmişsin. Azrail’in elinde tırpanla muhatabını karşılayan resimlerini düşününce hayli ilginç bir karşılaşma.
— Şimdi Hazreti Azrail nasıl adamın canını alacak diyorsun. Üstelik de kızcağızı da yanındayken…
— Güzel ölüm olmalı. Kız için çok teskin edici bir durum var babanın halinde. Ölüm üzerine ne düşünüyorsun?
— Ahkâm kesebilecek bir konu değil. Korkmuyorum ama endişeliyim halimden. Yaptıklarım, yani şiir yazmam, şiirin ve şairin mahiyetini hatırlatmaya çalışmam beni kurtarır mı bilmiyorum. Sorumluluğumun şiirle, edebiyatla, sanatla, düşünceyle ilgili olduğunu fark ettiğimden beri bu alanlara emek verip duruyorum. İnancımın yapmamı istediği şeyleri sezip en güzel şekilde yapmaya çalışıyorum. Şiir beğenim zamana uygun değil belki ama zamanın dışında bir seyir benimkisi.
— Evet, bence de şiir beğenin zamana ‘uygun’ değil. Klasik biraz da bu demek ama… Gönlünü almış olayım. Bir de şiirinin sert şekli var… İç’in ikinci bölüm şiirleri: Otu Çöpten Ayır…
— Lafı istediğin yere sonunda getirdin.
– Son yıllarda şiirimizdeki en canlı, otantik çıkışlar, görüşler, hareketler senden geliyor. Bunun deşilmesi gerek bence. Şimdi, şairler ve züppeler meselesi… Hece’nin züppelikle ilgili bir sayısında, Jung’un anlattığı bir meselden yardım alarak şair ile züppeyi ayırmıştın. Bir yaşlı bilge sıkıntısının derinliğinden kendini bir mağaraya kapatıyordu. Neden sonra mağara duvarına bir yuvarlak, içine de artıya benzer bir şeyler çiziyordu. Öğrencileri de onu takip edip aynı şeyi yapıyordu. Sen bilgenin halini şaire, ötekileri de züppeye örnek verdin. Ama züppelerin de şair olabilme ihtimali olduğunu es geçmedin. O halde bu derece sert olmasan daha iyi değil mi? Madem değişme ihtimalleri var…
— Kitabın ikinci bölümünde yeryüzünün Türkiyelileri için bir para tasarımı var. Tasarlanan para da Türkiyeliler gibi ikiyüzlü. Paradoksal şekilde. Madeni bir para. İlk yüzde martı kuyruğunda kanla beslenen bir ispinoz kuşu kabartması; ikinci yüzdeyse unutma seansına gelmişlerin yer kavgası var. Halimiz buysa ben ne yapayım… Türkiye’de bir siyasetçi tipi var. İşi gücü ülkeyi bir şekilde pazarlamak. Tanzimat’ın devamı günler yaşıyoruz. Gençlerini bizim gibi sınavlarla aptala dönüştüren başka bir ülke tarihte yoktur. Onlara en ufak bir gelecek hazırladığımız yok. Fabrikalar, atölyeler kurmuyoruz. Dünya insanına sunduğumuz bir hizmet de yok. Herhangi bir kitapevine gittiğimizde oranın yarısının sınav kitaplarına ayrıldığını görüyoruz. Uykuların kaçması gerek. Ama ne güzel göz boyacılığı yapılıyor işte.
— Sözünü ettiğin şiir Türkiye ve Dünya siyasetinin şarlatan yanını gözler önüne nefis şekilde seriyor. Buna katılıyorum. Son yıllarda böyle politik bir şiir yazılmıyordu. Sen birbirinden farklı şiirler deniyorsun sık sık…
— Farklı şiirler değil de bir şiirin farklı sesleri, edaları, formları diyelim.
— Bahis geçmeden şunu da sormuş olayım. Yeryüzünün Türkiyelileri İçin İkiyüzlü Para Tasarımı’ndaki gibi mi gerçekten Türkiye’nin hali… Gazetelere hapsolmuş bir toplum. Liberalleşmenin tuzağına düşürülen Müslümanlar, Kürtlüklerini kazanmak isterken Müslümanlığına veda etiğinin farkında olmayan Kürtler, hâlâ aynı eda ile ‘uluyan’ Türkler ve başka görüntüler…
— Osmanlının Müslüman coğrafyasının hangi tezgâhlarla parçalandığını unutmuş gibiyiz. Bu parçalanma, o coğrafyaların sadece sömürülmesi neticesini doğurdu. Halk aptallaştırıldı. Aşiret reisleri başbakan oldu. Bugün de aynı planlar yürürlükte. Kürtlerin Türklerle olan kardeşliği, onlara türlü vaatler yapılarak bozulmak isteniyor. Son yüzyıl tarihini biraz bilen her Kürt bunu fark edebilir. Ne yazık ki fark edemeyenler pek çok. Bilhassa gençler. Yaşlılardansa kimileri Müslümanlıklarını bile gizli bir Kürtçülüğün maskesi yapabiliyorlar. Bunu vaktiyle Türkler de yaptı. Neyse ki onlarda bu hal epeyce azaldı. Bunlar yaşanacak ve olması gerekeni umarım bulacak. Hangi milletten olursak olalım, dünyada olup biten büyük resmi göremiyorsak sadece manipüle ediliriz. Bugün de olan bu. Irkçılığın başladığı yerde İslam da birleştirici olamıyor. Bence insanlar arasındaki ayırıcı vasıf, dünyada olup bitene dair bir bilince sahip olmaktadır. Araplar, Rumlar ve Ermenilerle birlikte yaşama şansımızı kaybettiren ‘nedenler’, bugün de yürürlükte. Bunu doğru görmek gerek. Türkiye’de, senin sözünü ettiğin liberaller, sadece bu ‘nedenler’in yürütücüleridir. Onlar her çevreye, karşı çevreyi gösterip haklarından, haklarının çiğnenmesinden, özgürlüklerini kullanmalarından dem vururlar. Bu manada bir tutum, liberallik değil başka bir şeydir. Türkiye’de liberal düşünceye ihtiyaç yoktur. Biz zaten liberal bir toplumuz. Entellerin televizyonlardaki, gazetelerdeki liberal pozları gülünç geliyor bana. Devlet örgütlenmesindeki jakoben yapılanmanın hukuka yansıyan boyutları da ülke insanı için bir normalleşme getirdiğinde, daha da iyi olabilir. Bizdeki devlet örgütlenmesi toplumun her çevresi için kabzedici çünkü. Bizler buna yıllardır tahammül gösteriyoruz. Endişem, bizim de zaten düşük düzeyde seyreden varoluşumuz, iyice gevşeyen bağlarımız, liberalleşmenin içi kapitalizm için boşaltılmış sözde hoşgörüsünden iyice bozulmasına dair. Tek derdi yeni yeni sömürü yolları keşfetmek olanların farkına varmak gerek. Bugün Kürtlerde bir heyecan var. Bunun akılla tarihi rolüne döndürülmesi gerek. Kürtlerin tarihi rolü de Türklerle aynı. Nasıl başladıysa öyle yani. Zulme karşı mücadele etmek. Gerektiğinde feragatler de bulunmak. Ben Türk’üm ama bu tarihi rol noktasında kendimi Kürt de sayarım ve öyle yapılmasını da kardeşlerimden beklerim. Daha geniş bir mesele bağlamında ‘tarihi kader’ de diyor buna, Daryûş Şâyegân. Rahat yaşamı için kendini ortadan kaldıran hiçbir toplum bir benlik kuramaz. Bizim için en büyük tuzak, bugün için, rahat yaşam isteğimizdir. Tabii bu yeryüzü çapında bir sorun. Almanlar için de aynı sorun geçerli. Dünyaya karşı kayıtsızlar. Avrupa Birliği bu kayıtsızlığın adıdır.
— Şiirlerindeki ‘yeryüzü’ fikri buradan mı doğuyor. “Yeryüzü, seni kendi ellerimle seviyorum/ Param kıt, zamanım kıt/ Mekânında yer tutmak istemem./ Çayımı içip gideceğim…/ Bu kalpazan/ Şarlatan/ Şaklaban/ Kabartmalı/ Kalp kuruştan/ Sil çehremi./ Ben bir ruhum/ Korkumu ver ellerimdeki maden kokusuna/ Ve geri al zavallı gölgemi.” diyorsun.
— Tüm dünyaya doğal olmayan meyveleri, sebzeleri tohumlarını yok ederek pazarlayanlar, şimdi bir başka aldatmacayla bu defa organik tarım diye bir şeyi pazarlıyorlar. Önce zehirli tarım ilaçlarını kullandırıp sonra da onlardan sebze, meyveleri suda yıkamanın temizlik maddesini satıyorlar. Koca bir kışı domuz gribi safsatasıyla nasıl geçirdiğimizi nasıl da unuttuk. Bu nasıl bir alıklık… Yalana teslimiz ama asıl teslim olmamız gereken yerde benliğimiz kabarıyor. Dünya insanı demokrasi yalanı ile seçtikleri eliyle uyutuluyor.
— Yakıcı bir bahis… Elden fazla bir şey gelmiyor…“İç” boyunca şiirde ses tonunun, formun değişmesinden konuştuk. Ses tonunda beş altı farklı türde farklılaşma var. Aynı şekilde zihin işleyişinde de beş altı türde farklılık da söz konusu. İskeletimde Asılı Meyveler şiirinde bunların hepsini topluca görmek mümkün.
— Bunları yürüyüş ritmi gibi düşünüyorum. Sanki kafamda bir mesele var ve bu mesele ile yürüyüşe çıkmışım. İçimdeki, kafamdaki bana refakat ediyor ve yürüyüş ritmim ona uyuyor. Şiir kitaplarımın hiçbiri birbirine benzemez bu yüzden. Dünyayı anlamakla meşgulken kendi nefesimi, nefsimi de anlıyor, tanıyorum. Dolayısıyla benden çıkan ses, eda farklı tonda ve formda oluyor ama toplasan sonsuz çeşitlikte değil elbette. Hatta belki on formla sınırlıdır.
— “Pareler” adını verdiğin yeni bir yolculuğa başlamışsın…
— Evet, bunlar küçük yürüyüşler. Bir görüntüden, anlık bir şakımadan yürümeye başlıyorum. İlk kez kurgusallığı ağır basan bir yürüyüşüm olacak. 99 pare yazacağım. Üç tane 33 parelik bölüm olacak. Dördünü yazdım bile.
— İmamesi de olacak mı?
— İmamesi dikkat çekici derecede olan tespihleri pek sevmem. Tinselliğe senin de kapın kapalı mı? Sorundan öyle anlaşılıyor. Kapalı olmak, havalı bir şey oluyor değil mi?
— Değil, yani ne kapalıyım ne de bunun havalı oluşu umurumda ama senden uzun bir Deli Dumrul yürüyüşü beklerken kısa yürüyüşlerden bahsediyorsun.
–Yapıp ettiklerimle sence kime benziyorum?
— O Halde böyle olmaktan çık ki bu şiiri senden okuyabilelim.
— Şimdilik elimde “İç” var.
— Kendi adıma bunun için ve bu söyleşi için sana teşekkür ederim Celâl. Ne diyordun Tarla Dönüşü şiirinde, onu şiire uyarlayayım: “Şiir ruhun şad olsun…”
— Umarım öyle olur. Ben teşekkür ederim.

BİR MİSÂL VE BEŞ LÜZUMSUZLUK ÜZRE; ŞİİRİ NE SANIYORUZ?

“İsteyelüm iş ıssını bulı görelüm kandadur

Cân kulagıla dinlersen iş bu sözüm turvandadur”

Yunus Emre

Bir Karşılama Şiiri

Bugün gelmekte olan yeni bir insan var dünyada
ayak seslerini işitiyor musunuz?
Ben naçizane bir kulak olmuşum onu duymaya kendi payıma
ya da muradındayım öyle olmak.
İçindesiniz, içindeyim;
onun ayak seslerini değil belki ama
farkında olmadan onu mayalayacak
bu bun ve bunak atmosferin.
“Uyur isen uyu
hazineyi bekleyenin uykusunu” öğüdü uyarınca geceliyorum;
kulağım karnımdaki, karnınızdaki, karnımızdaki seste
plasenta içinde türkuaz uyuyorum;
bütün bütün uyanık olmalı diye düşünüyorum
Hızır gelince hazır olmalı
ve soru sormamalı insan aklınca.

Turfanda olanı uğurlamak için son turfanda şiirler de yazıldı.
Turfandaları da güzeldi. Turgut Uyar yazdı.
Hurşit Bey de içindeydi benim balmumu Pertev’im de.
Son turfanda şiirler de yazıldı. Zarifoğlu yazdı.
O; Zarif, Çoban’dı. “Tombul kuzuların aşkına” dedi
ve yekindi bende bir geçmiş bir zamanı uğurlama fikri.

Gelmekte olan yeni bir insan var dünyaya bugün
ayak seslerini işitiyor musunuz?
Ben naçizane desem de öyle işitmek cehdindeyim ki, hatta
öyle duyayım ki diyorum kalmaya, artmaya
benden başkasına duyacak ses.
Öyle sağırım ki tüm bu sesleri içinde
bu bun ve bunak atmosferin;
tavan arasında bir kirpi; ters çevrilmiş
asfalt yolların kenarında
yoldaşı o gözsüzsepekin;
o ben, bir tosbağa.
Karşılayıcısıyım şimdi o gelmekte olanın ayak seslerinin.

Adını Dedem Korkut koymuştu; adından tanıyayım dedim
Ve nicesinde yanıldım “İşte o!..” dediğim kim varsa.
Ayak seslerinden biliş çıkacakmışım meğer
gelmekte olan o
Delinin.

Bir: Tenevvü ve Turfanda
Şiirin insanlar için değeri, dünya hayatının ne anlama geldiğine ilişkin kavrayışı, hassasiyeti artırıcı olmasında mündemiçtir. Böyle olan şiir her ferdin içinde ve vaktiyle neredeyse şimdi de oradadır; yani olduğu yerdedir. Şair olsun ya da olmasın her kişioğlu, sanatı ve sanatın öylece, olduğu gibi gösterdiği hayatı bu yordamla ve böyle bilmekle, kendinden dışarıda, ötede olanı da görebilir, kendinde olanı da. İnsan kendinden öte gördüğüne, duyumsadığına doğru yol alır. Bunu yapmaktan, onda hâlâ insanlık kalmışsa kendini alamaz. Bu eylemin adı ise ister sanatta olsun ister hayatta, ilerleme ya da gerileme değil, tenevvüdür. Deveran halindeki tabiata bakın, tenevvüün hiç olmazsa rengini görebilirsiniz. Sonra hayranlıkla, teferrüçlen gördüğünüzden içinize dönün, işte şimdi yeniliği değil tazeliği, tenevvüü ve turfanda olanı duyumsamaya yaklaşabilirsiniz. Buraya kadar, iç dinamiğini ve bu dinamikten dışa yansıyan taraflarını kısaca tavsif ettiğimiz âlem, adına dünya denilen mekâna ve bu mekânda geçirilen zamana, yani saatin tik taklarına vurularak kavranamaz. Şiirin kendine has bir uzamı vardır. Bu uzamda yenilik zırvası değil turfanda olana rağbet yürürlüktedir. İşe bakın ki içlerinde hiçbir mevsim yaşayamayanlar, köşe minderi gibi kondukları yerde kalanlar, günümüz dünyasında yenilikten dem vurup durmaktalar. Onlara turfanda olanı anlatmak mümkün değil. Bu yüzden de bugün şiir, tıpkı günün tekniği gibi bun bir vandallıkla koşar adım ilerliyor. Mehter adım yürüyüş ise karikatürize ediliyor. Yazdıklarının kendileri ve okurları için neye denk düştüğünü düşünmek yerine, keyfe keder bir hava içinde uğraş veriliyor. Pek az kişioğlu ne, ne içindir ve onun’çün olan nasıl olur derdinde.
Yaşadığım zamandan şikayet için söylemiyorum bunları. Dünyada akıp giden zamanı kontrol ettiklerini düşünenlerin bunak kafalarına şairlerin nasıl yardakçı olduklarını görüyorsam da şikayet etmemek gereğinden haberliyim. Geçmişte olduğu gibi bugün de halis insanlar has şiirin peşinde olacaklardır. Onlar zaten peşlerinde olduklarının gerisindedirler. Böyleleri azalmış olabilir ama ne gam. Terki dünya edenler içinde pek çokturlar. Fakat madem soruluyor, o halde dilimdeki konuşturan ıslaklığa ram olup dökeyim içimi. İçimde olanı dökersem belki dökülür eteğimde olan da. Açıkçası bu iç dökme, ümidim yok ki benim gibi kendi tavan arasında olan yarenlerden başkaca birine ulaşsın. Bunu peşinen söylersem beklentisizliğim olsun anlaşılır umarım.

İki: “Uyur isen uyu hazineyi bekleyenin uykusunu”
Toplumsal hayatımızın sorunlu-sorumsuzları olduğu gibi şiirimizin de sorunlu-sorumsuzları var. Şiir sahasında bunlar öncelikle şairler, şiir yayımlayan dergi yöneticileri ve şiir eleştirmenleri. Bunların üçünün de sorunlu oldukları her hallerinden belli. Kaçtıkları, üstlenmedikleri sorumluluklar onları sorunlu hale düşürüyor. Hem de berbat, döl bırakmayan sorunlar bunlar. Böyleleri, şiiri, dünya hayatının ne demeye geldiğini fark etmede hassasiyet artırıcılardan sadece biri olarak algılamak yerine, egolarının sayrıl yanlarını etrafa bulaştırmak için bulunmaz bir araç olarak görüyorlar. Şiir bir fetiş nesnesine dönüşüyor. Eşlikçi, varılmak istenen olmakla ihanete uğratılıyor. Modern zamanların belalarından şiir saçağının altına sığınarak kurtulanlar, altına sığındıklarını kendilerine rab bellediler. İddialarının aksine, bu böyle oldu. Bugün bunu yapanlar, vaktiyle yapanlardan daha bön durumdalar. Aradan şunca zaman ve deneyim geçti çünkü. İkinci sırada saydığım şiir yayımlayan dergi yöneticilerine gelince; onların da halleri yayınladıkları şiirlerden belli. Bugün şiir yayımlanan kimi dergilerde, yayınlanan şiirleri seçme selâhiyetini ellerinde görenlerin öykücüler ya da bizzat dergilerin yayın yönetmenleri olduğu ortada. Bunlar yayınevlerinin alış verişleri için ya da kendi öykücü, yazar, şair kimlikleri için şairleri maymuna çeviriyorlar. Şairler buna dünden teşne; işleri pek de zor olmuyor. Berbat, döl bırakmayan sorunlar ve sayrıllığını ganimet bilen egolar, aslolanı yani sorumluluklarını unutturuyor insanlara. Şiirin Sahibi tüm varlığın da Sahibi ama şiir hazinesini asıl bekçilerinin bekçileri, yani şiiri savunan şiir eleştirmenleri de ortada yok.

Üç: Kuram Lakırdıları
Şiir bir simya mahsulü ama gene de tüm kimyasıyla elde. Tıpkı yoğurt misali. Daha önceden de bir vesile ile bu benzetmeyi yapıp yorumlamıştım. Yeri gene geldi. Yeni bir yoğurt için bir kaşık olsun yine bir yoğurda ihtiyaç var. Eğer o bir kaşık evvel emirde yok ise taze yoğurt da yok. Ne kimyasıyla ne de simyasıyla bilebiliriz onu. Simyasıyla bilebilmek için kimyasına ihtiyaç duyuyoruz. Kimyası içinse simya kabilinden bir süreç gerekiyor. Bu yüzden de Türkçe’de yoğurt mayalamaya yoğurt çalma da diyoruz. Bugünün şairi, en insani ihtiyaçlarını giderirken bile acı çektiğini unutup kendini Lacan’cı bir ifade ile Özne, kendinden gayrısını da bir nesne olarak görüyor. Hele de geçmiş kuşaklara, onların deneyimlerine karşı lakayt, cahil ve hatta kör. Yoğurt çalmak için gidip başkasından bir kaşık yoğurt istemek ayıp kaçmaz. Ama bugünün şairleri, bu ayıbı belli bazı şiir türlerine, tarzlarına, kısacası kuramlara yaslanarak işlemekte bir sakınca görmüyorlar. Bildikleri yanıldıklarına yetmiyor. Üstelik birbirlerini de bu ayıbı örtmekte kelimenin tam anlamıyla kullanıyorlar. Sanılıyor ki müşterek aldanma, aldanma değildir. Lirik ben’inin etiğini, estetiğini tekamül ettirememiş yarım ve yamalıklı Faustların yazdıkları, rap şarkı ezgilerine söz olabiliyor ancak. Uyduruk bilinç akışları, birbirine bindirilmiş sözüm ona kübist resimler vesaire… Oysa pejmürdelik başka bir şey, bilinci akan zihnin hâli başka bir şey. Söz gelişi epik, bir bakış açısı, anlatım formu meselesi olmadan önce etik bir meseledir. Lirik ben’iniz, kendinden öte bir şey için geri durabilecek; yazdığınız ile öyle identikleşeceksiniz ki siz o, o da siz olacak. Gene lacan’cı bir terminoloji ile söylersek, ben’iniz iğdiş ama gene de özlem dolu bir fallus gibi etrafa saldırmayacak. Bu sadece bir örnek. Başka başka yönelimlerde de benzer ayıplar görülebiliyor. Türkçe yazan Kürt kökenli şairler muhabbetinde de benzer ayıplar var idi, İstanbullu şairlerin şuncacık olsun fantezisi yaşamak için sponsor oldukları güya taşrada çıkan şiir dergilerinde de. Bu dergiler bir duruşu, kişiliği olmayan derleme dergiler olmaktan öteye gidemediler. Taşralı, yani dışarlıklı, kendiliği olan, başka, ayrıksı olamadılar. Tam aksine, piyasanın tam da merkezinde kaldılar. Bunları ve bu yazı sınırları içinde söylediğim tüm eleştirileri birer kınama, küçümseme olarak söylemiyorum. Hepimiz birbirimiz için birer aynayız. Ne kadar parlak olduğunu benim bilemeyeceğim aynama yansıyanlar bunlar. Elbet başka bir yordamla da söylenebilirdi, bu söylenenler, söylenmiştir de. Ne var ki bir yerden sonra kişinin kendiliğini koruma uğruna feda etmek durumunda kaldığı yordamlar oluyor. Akif’in dediği üzre: “Yumuşak başlı isem kim dedi uysal koyunum”

Dört: Yıllıklar merakı
Bütün bir yıl boyunca, iyi şiirlerin peşinde dergi taramaya, sonra da bunları bir güldeste olarak derlemeye diyeceğim bir söz olamaz. Böyle bir uğraşın adına güldeste demek ne çok yakışır. Lakin geçtiğimiz birkaç yıl içinde yaşanan yıllık patlamasında böyle bir durumdan söz etmek mümkün değil. “Şiir benden sorulur, şiiri ben görürüm, benim gördüğüm şiirdir göremediğim bana ulaşmamıştır” ağzıyla yazılmış yıllıklar, şiir iktidarına soyunanların emeklerini beyhude harcamalarından başkaca bir şeye denk düşmüyor. Geçen yılın edebiyat, düşünce hayatına ilişkin bir yıllığın şiir bölümünü hazırlamak geri çeviremeyeceğim bir rica olarak önüme geldiğinde, dem bu demdi. Basan hafakanları şimdi yeniden yaşıyorum. Meğer bir natürmort boyamak ne zor imiş. Yazının sonuna yaptığım seçkinin ise bir hayra vesile olmadığını üzüntüyle gördüm; zira hata benimdi, bir güldeste değil bir seçki hazırlamıştım. Şiirini aldığım şair arkadaşların kimileri, değerlerini kendilerinden menkul bilip sözünü ettiğim ve aşağıya bir bölümünü aldığım yazının sınırları içinde dolanmaya bugün de devam ediyorlar. Natürmorttan detay da natürmortun kendisidir deyip mezkur yazıdan bir pasaj aktarmak istiyorum: “Bana öyle geliyor ki tüm zamanların şairlerini, başka şairlerin şiirlerine ilişkin duydukları merakla birbirlerinden ayırmak ya da birbirlerine benzetmek mümkün. Biraz tuhaf bir tasnif gibi görünse de son derece yerinde bence. Üç grup var: Kendi gibi olan var mı diye merak edenler birinci grup. Benim gibi olan var mı diye merak edenler ikinci gruptakiler. Üçüncü grupta ise, benim gibi kimse olamaz öngörüsüyle merak etmeyenler var. Bu ayrımı tüm şairleri tanıma bahtiyarlığına erişmemin verdiği imkanla yapabilmiş değilim. Aksine tanışıklığım olan şair sayısı gayet sınırlıdır. Ayrım, geçtiğimiz yıla ilişkin şiir yıllıklarına, ondan evvelki yılın şiir yıllıklarına, ondan evvelki yılın şiir yıllarına bakınca netleşti kafamda.
Şairin yalnız adam olduğu söylenir ama onun yalnızlığındaki paradoksal yan söylenmekle görülebilecek türden değildir. Şair kendi gibi olan varsa onunla aşık atmak ister; bundan kendini alamaz. Kendi gibi olan yoksa, ölü şairlerle konuşmak şairin yalnızlığını bir nebze giderebilir. Yalnızlıkla yoldaşlığı olanların bile bu hususta ne denli iştiyak duyduklarını kendinizden çıkaramıyorsanız Mevlana’dan çıkarabilirsiniz. Çünkü has şair şunu iyi bilir ki tek kişinin olduğu yerde var oluşun anlamına varılamaz; varılsa bile gereğince duyumsanamaz. Oysa kişioğulları içinde en çok şairler bu hâli yaşamaya can atarlar. Bu yüzden de şairler, başka şairler nasıldır, halleri, şiirleri ne minval üzredir merak ederler. Şairliğin şanı da bunu gerekli kılar. Kendinden ötede bir yerde, kendi varoluşunda, yaşamında şiir olan, şiir söyleyen var mı? Şair bunu bilmek ister. Bu yüzden de her has şair kuru çayın üstüne köprüsünü kurar ve bekler ki kendi gibi bir yalnız varsa gelsin. Böyle düşünenler birinci grubu teşkil ederler ki, onların varlığı, birbirleriyle olan cedelleşmesi, muhabbeti yaşadıkları şiir ortamına bambaşka bir varlık katar. Onlar birbirlerini görmeseler de tanırlar. Zaten kendi ile olan diyaloglarından, kendi gibi olanın kendileriyle kurduğu diyalogu bilirler; bu yüzden de birbirlerine karşı bir saygıya sahiptirler. Aralarında bir cedel yaşandığında bile bu şiir adına imkân barındırır sadece. Türk şiiri böyle bir zamanı yaşamıyor bu gün.
Bana öyle geliyor ki Türk şiirinde, bu gün, ikinci ve üçüncü gruba dahil edilebilecek merak taşıyan şairler var. Benim gibi olan biri var mı merakı, sanatsal başarı için yan yana getiriyor şairleri; tabii muvakkat olarak. Bu yan yana geliş, kendinden önceki safta duranı kıyam haline bir an önce getirmeye bakmanın çarelerini bir şekilde arıyor. Böyle düşünenlerin örgütlenmesi bir yeraltı örgütlenmesini değil, gene yer altında ama bu defa şebeke birleşimini, bağlılığını taşıyor. Benzerler birbirini buluyor ve bir kendilik taşımadan aynı şiiri yazıyorlar. Oysa, edebiyatın her alanında hele de şiirde, aynı kuramsal kaygıları taşıyarak sanat yapanların ortak kaygılarından başka üslup ortaklığına da rastlandığı nadirdir. Türk şiirinin gelişim sürecinde, birbirleriyle şiire bakış yakınlığı bulunan şairlerin, üslup benzerliği içinde kişiliklerini yitirmeme hususunda gereken kaygıyı da ataklığı da göstermeye çalıştıklarına şahit oluruz. Kaygılarındaki, ataklıklarındaki başarı ayrı bir noktadır fakat Türk şairi kendine benzeyen şairler ile birlikte hareket etmenin kolaycılığına kendini kaptırmama hususunda sabıkalı olmama gayretinde olmuştur hep. Avrupa’daki şiir hareketlerini yörüngeye oturtulmuş bir uydu gibi komutla izleyerek iş kotarmak derdinde olanlar çokçadır; ama bundaki zorluk bambaşka ve epey karmaşıktır. Anlatmaya çalıştığım vakıa ise oldukça yalın. Bu gün dergilerde adları itibari bir zeminde yan yana gelen isimlerin yazdıkları şiire öyle uzun boylu değil, şöyle bir bakıldığında bile şu görülür: Filancanın şiiri sanki falancanın da olabilir ya da falancanın adının yerine filancanınki konsa yer yerinden oynamaz. Birinci gruba dahil olanlar için bir felaket olan bu küçük test sonucu, ikinci grupta olanların kaçtığı bir şeydir. “İyi ya derler yer yerinden oynamıyor işte!..” Biri kaçtıklarını yüzlerine söylerse, derhal birleşip onu kasttan atmaya ya da bir barkotla kendi aralarına katmaya çalışırlar. Bu anlayışa sahip olanlarda yenilik düşüncesi bir yineleme edimine dönüşmüştür; özgünlük ise şaşkın bir şairaneliğe.”

Beş: Şiiri ne sanıyoruz?
Günün şiiri üzerine lüzumsuzlukları uzatmak mümkün. Beş değil on beş bölüm sıralanabilir. Lüzumsuz yere lüzumsuz isimler de anılabilir. Geçtiğimiz on yılın, ondan önceki on yılın hatta ondan da önceki on yılın akışı gelişim süreci içinde dökülebilir. Debisi çıkarılabilir, çavlanları resmedilebilir. Kişilik yoksa, hiçbirinde bir yarar yok. Şiir gerilemiyor deyip şiiri savunsak bu neye denk düşer? Günün dünyasında şiire ihtiyaç kalmadı, yaşasın öykü ve roman!. desek, bu kime gönenç olur? Hatta günün şiiri semiotiktir dersek kim bize karşı çıkabilir? Nitekim, kendisine layıkıyla talebelik edemediğim sevgili hocam Rıza Filizok, semantik dersleri boyunca, sık sık böyle derdi de reklamların büyüsüne kapılan yığınları hatırlar; fazla acıtmasın diye de Pound’u Çince’ye götüren mantığa meseleyi evriltip susardım. Tüm bunlar ve bunlara eklenebilecek başkaları, şiirin bir kişiliğin deveranı olduğuna götürür mü bizi? Wilhelm Meister’in bir yerinde, “bir yetenekle bir yetenek için doğan kimse, bu yetenekte kendisinin en güzel varoluşunu bulur” diyor Goethe, benim gönlüm yetenek yerine kişilik demekten yana oldu hep. Şiir, münafıkların değil kahramanların harcıdır. Hiç olmazsa kahramanlara hayranlık duyanların. Şiir bizi kurtarmayacak ama kurtuluşumuza doğru yol alırken eşlikçimiz olacak. Ömrüm olursa, önümüzdeki günlerde yukarıda yokluğunu sıraladığım her hususta sıvalı kollarımı işler kılmak dileğiyle güldesteler de hazırlayacağım, günün iyi şiirleri üzerine yazılar da kaleme alacağım. Nasip.

(2005, Suyu Seveni Derin Batırın Irmağa’dan)

Şair, Ruhun Bekçisi*

Yury Lotman

“Aynada bir Pazar günü
Görülen düşte uyunulur,
Ağız gerçeği sayıklar durur.”
Paul Celan

Sabina Spielrein (1885-1942), Ekim Devrimi sonrasının Rusya’sına dair umutlarını dile getirdiği mektuplarından birinde Carl Gustav Jung’u, ‘ruhunun bekçisi’ olarak selamlıyor. Bu selamlamada şairin tüm eylemlerini yeden düşünceyi buluyorum. Şair kendi ruhunun bekçisi olmakla başka ruhların kendiliklerini kavramalarının yolunu işaret ederek onların da ruhlarının bekçisi olmaktadır. Bu hususta eğleşmeden önce bize bu kavrayışı ifade imkânı veren kişiliklere haklarını teslim edelim.
Ailesi, on dokuzunda ağır bir ruhsal bunalım geçiren Speilrein’ı, tedavi edilmek üzere Rusya’dan Zürich’e getiriyor. Speilrein’ın sorumluluğu, Freud’un psikanaliz yöntemini maharetle uygulayan, göz kamaştırıcı kariyerinin henüz başındaki Jung’a veriliyor. Birkaç yıllık bu tedavi süreci ikilinin arasında duygusal bir bağ tesis edince, hem Jung hem de Spielrein için aralarındaki bağı sürdürmenin tinselliği başka tüm boyutlara galebe çalıp çalamamakla yüz yüze geliyor. Tahmin edilebileceği gibi iki kişilik için de derinliklerini kavrayabilecekleri bir travma bu. ‘İyileştikten’ sonra psikoloji eğitim gören Spielrein’ın, doktor Pavel Naoumovich Scheftel ile evlenip Rusya’ya döndüğünü görüyoruz. (1923) Döndükten sonraysa, çocukların erken yaşlarda özgürlüklerini benimsemeye hazırlanmalarının yaşları ilerlediğinde birey olmalarını destekleyecek en önemli dinamik olacağı düşüncesi ile, adını ‘beyaz kreş’ koyduğu anaokulunda çalışmalarını yürüten Speilrein, Lenin’in Rusya için yaptıklarına büyük bir inanç besliyor. Ne var ki Stalin’in iktidara gelişi her şeyi gölgelemeye yetiyor. Yazıları ve çalışmaları engellenen, durmadan kovuşturma geçiren Spielrein ve ailesine İkinci Paylaşım Savaşı’nın vahşeti 1942’de ulaşıyor. Yaşadıkları şehri (Rustov) ele geçiren Naziler, iki kızıyla birlikte Spielrein’ı öldürüyorlar.** Okumaya devam et

TASARI HALİNDE KALACAK BİRİDİR ŞAİR

Resim
Hiç kimseye hatta belki kendime bile suç bulamam bugün, Deli Dumrul’u yazamamak konusunda. Oysa her şey pek güzel başlamıştı. Gerçi üniversite eğitimim edebiyat üzerineydi ama kendi emeğimle dünyanın nasıl döndüğünü çözmüşüm gibi geliyordu bana. Etrafına çaka satan bir yeniyetme şair halim olduğu umurumda da değildi. Değil mi ki ben, kendi emeğimle, üstelik kimselerden de yardım almayarak kavramıştım işin aslını. Wallace Stevens’ın Mavi Gitarlı Adam şiirinde gitarı mavi olduğu için, her türlü ısrara rağmen bir türlü işin aslını çalmayan adamı gibi ben de bana sorsalar nedir şu anlamakla caka sattığın işin aslı diye, derhal yapıştıracaktım dizeyi mealen: “İşin aslı değişiyor gitarım mavi olunca…” Şair hali böyledir. İşin aslı bir türlü şair dilinde aşikâr edilemez. Aynı işin aslı filozof dilinde aslından uzaklaştırılır. Musiki dilinde parlar geçer, dibindeki organizmalarla renklenen deniz gibi renklenip söner. Şiirdir gene de işin aslına bizi en özden yaklaştıran. Ben de işte öyle bir kendine güvenle üniversite yıllarımı tükettim. Edebiyat tarihini edebiyat tarihi gibi değil akrabalarımın halleri, ruhsal şecerem olarak görsem de kimi şair ve yazarların ömürlerinin bazı dönemlerinde kalem oynatmamış olmalarına, kimi zamansa başarısız eserler vermelerine tepeden baktım. Nasıl olur da pineklemişler, Okumaya devam et