Türk Edebî Kanonu

Türkiye’de sosyal bilimlerin, edebiyatın, sanatın alanına giren hiçbir ciddi mesele hak ettiği ciddiyetle ele alınamıyor maalesef. Fen, mühendislik bilimlerindeyse durum tam tersi. Mühendislerimiz, doktorlarımız yaşanan zamanda dünyayla yarışacak haldeler. Hatta bazı noktalarda ileriler bile. Nereden kaynaklanıyor bu? Paranın sözünün geçtiği için ülkenin en zekileri bu alanlarda istihdam ediliyor, diye düşünülebilir ilk anda. Doğrudur. Kıtaları birbirine bağlayan bir köprü ya da ülkenin göğünü savunan bir silah sistemi yapmak hem zekâ, eğitim, irade ister hem de bunun bir maddî getirisi vardır. Sosyal bilimler böyle acil, hayatî hususlara eğilmiyor gibi görünüyor. Oysa gerçek bu açıkça görünenin tam tersi.
Yaşadığımız dünyada “kültür” can çekişiyor. Batı’da kilise Hıristiyanlığını yıkıp yerine geçen laik, hümanist kültür, bilindiği gibi dinin yerini aldı. Kültür, bu noktadan sonra Batılı toplumların dini oldu. ABD ve SSCB arasındaki soğuk savaş sadece silahlar eliyle yürütülmedi. Avrupa Birliği’nin oluşması da benzer şekilde iki paylaşım savaşının arkasından sadece silahların şekillendirmesiyle yükselmedi. Geri planda bir kültür mücadelesi oldu hep. Poetik ve politik bir mücadeleydi bu. Batılı toplumlar hem kendi aralarında hem de birleşerek dünyanın başka kültürlerine karşı mücadelelerini yürüttüler. Onları canlı, güçlü kılan şeyi kanımca burada aramak lazım gelir. Hasılı Batı kültürü, demek yerine “Batı, kültürdür.” demeliyiz ki yaşanan zamanda o kültürün bile can çekiştiğini görebilelim. Çok değil 1950’lerde tiyatronun, operanın, klasik müziğin Batı’da tuttuğu yerde bugün popüler kültürün beş yılda yenilenen figürleri, tınıları, aksiyonları almış durumda. Buna “popüler kültür” adı konmakla tüm dünyada Batı kaynaklı bir tarz kültür yayılmış oluyor ama bu Batı kültürü değil. Evet, sömürgeleştirmek için işe yarıyor lakin atılan ok, dönüp Batılı toplumları da vuruyor çünkü artık oralarda da bu kültür ayrık otu gibi her yanı sarmış durumda. Küresel kapitalizmin kültürü, insanları yeryüzün her yerinde alık kıldığı gibi Avrupa’da da alık kılıyor Amerika’da da.
Türkiye’de insanların popüler kültür eliyle “alıklaştırılması”na itiraz olmadı değil. İslamcılar, Marksistler kimi değerlendirmeler yaptılar ama Amerikalı ünlü eleştirmen Harold Bloom’un Batı Kanonu adlı eseri dilimize tercüme edilinceye dek “kanon” terimi etrafında dönen bir tartışma şekillenemedi. Şöyle diyordu Bloom: “Bu kitapta yirmi altı yazar belli bir nostalji duygusuyla incelenmektedir çünkü ben bu çalışmada bu yazarları kültürümüzde kanun ya da otorite yapan özellikleri ayırt etmeye çalışıyorum. (…) Bununla birlikte her şeyin parçalandığı merkezin tutmaz hale geldiği ve bir zamanlar “eğitimli dünya” denilen şeyin üzerine tam bir anarşinin hâkim olduğu süreç başlamıştır. Sahte kültürel savaşlar beni ilgilendirmez. (…) Büyük üniversitelerimizden birinde bütün hayatımı edebiyat öğretmek için harcadıktan sonra bir edebiyat eğitiminin şu anda içinde bulunduğu hastalığı anlatabileceği konusunda pek inancım yok. Eğitimcilik kariyerime 40 yıl önce T.S. Eliot’ın fikirlerinin baskın olduğu bir akademik bağlamda başladım; bunlara karşı elimden geldiğince savaştım. Şimdi etrafındaki hip-hop profesörlerini, Gallik Germanik teorilerin klonlarını, toplumsal cinsiyetin ve her çeşit cinsel tercihin ideologlarını, sınırsız çokkültürcüleri gördükçe edebi çalışmaların Balkanlaşmasını geri çevirmenin mümkün olmadığını anlıyorum. (…) şimdilerde Yale Üniversitesi’ne sadece bir avuç öğrenci gerçek bir okumak tutkusu ile gelir. Böyle bir aşk içlerinde yoksa kimseye şiiri sevmeyi öğretemezsiniz. Yalnızlığı nasıl öğretebilirsiniz?”
Bloom, kuşkusuz bu görüşlerin uzandığı eserleri, isimleri kendi ciddiyetiyle ele alınca Türkiye’de bizim bir kanonumuzun olup olmadığı gibi bir soru kolayca ortaya çıktı ve kolaya kaçılarak cevap arandı. Bloom’un iddiası, Batı kanonunun merkezinde Shakespeare’in olduğu görüşünden başlayıp kendini örüyordu. Orada çağlar boyunca okunan eserler vardı. Homeros’un İlyada, Odisseia’sı, Vergilius’un Aeneas’ı, Dante’nin İlahi Komedyası, Milton’un Kaybolmuş Cennet’i… Öyle görünüyordu ki kanonun merkezine İngiliz Shakespeare yerine Alman Goethe de konulabilirdi Fransız Victor Hugo da Rus Tolstoy da. Shakespeare’e Anglo-Sakson iltiması geçmişe benzemiyordu gene de Bloom. Onun gerçekten de merkezi bir yeri olmuştu. İngilizler, güneş batmayan imparatorluklarıyla dünyadan neler sömürmüşlerse o da yeryüzü kültürünü öyle özümsemişti. Bu sayede onda sadece Batılılar değil Müslümanlar da Afrikalılar da Çinliler de kendilerinden bir şeyler buldular. İngilizler ne kadar övünseler de az. Hindistan’ı kaybetmeyi Shakespeare’den olmakla eş tutmamaları hadisenin farkında olmalarından ileri gelmektedir ve yerindedir. Peki ya bizde? Soru buydu… Bloom’un şablonuna bakılacak olursa bizde de bir kanon olmalıydı. O olmadan olmayacağına göre kimdi bizim kanonumuzun merkezî şahsiyeti? Shakespeare’imiz kimdi? Mevlânâ mı Yunus Emre mi? Bizim çağlar boyunca okuduğumuz eserlerimiz nelerdi? Tanpınar, birkaç kuşak boyunca okunan eserlerimizin bile yokluğundan söz ediyordu, Melih Cevdet Anday, bizde klasiklerin olmadığından. Durum karmaşık görünüyordu…
Durumun karmaşık görünümüne dönüp tekrar baktım bu satırları kaleme almadan. Ne Pasaj dergisinde Bloom’un kitabının çevirisinin öncesinde ondan haberdâr olan isimlerce hazırlanan “Edebiyat ve Kanon” dosyasında ne Besim Dellaloğlu’nun içinde bu konunun da tartışıldığı Poetik ve Politik kitabında ne de Turgay Anar’ın geçtiğimiz günlerde yayımlanan Janus’un Yüzü, Türk Edebiyatı’nda Kanon ve Karşı Kanon adlı çalışmasında söz konusu sorunun esasına ilişilmediğini gördüm. “Kanon” Batılı, uzak bir kavram olmasına karşın çok iyi biliniyordu ama mahiyeti, macerası muğlak Türk kanonundan mümkün oldukça söz açılmamaya çalışılıyor gibiydi. O konuşulmadan azınlıkların “tersten kanon”u ya da onun içinde oluşan “karşı-kanon”lardan dem vuruluyordu. İyi de Türk kanonu neydi? Türkiye’de sosyal bilimciler Batı’yı birbirlerinden daha iyi bilmekte yarışırlar, orada ne görseler onu bir şablon yapıp bizde de aynını ararlar ve birbirlerini okusalar da görmezden gelirler. Nitekim Anar’ın kitabında Dellaoğlu’nun adı, çalışması geçmiyor. Oysa bu bahsi canlı tutan tartışmalara, yargılarının kimisine katılmasam da, vesile olan o olmuştur. Ele alınan konudan kaynaklandığını sanmıyorum bunun. Bizde yaşanan zamanın sosyal bilimcileri oturup bir bahsi konuşamaz. Görüş alışverişine kapalıdır. Görmezden gelmenin kendini büyüttüğünü zanneder. Öte yandan Batılı isimleri en iyi onun gördüğünü de göstermek ister. İki yüz yıllık hastalığımızdır… Batılı akademisyenlerde, yazarlarda görüp hayran olduğumuz yanı onlara veren şeyin tartışma, diyalog olduğunu vurgulamak için söylüyorum bunları. Andığım çalışmalar içinde yalnızca Portland State Üniversitesi’nde öğretim üyesi olan Pelin Başçı, Tanpınar’ı oryantalistlerle mukayese etmek pahasına eleştirebilmiş ve Türk kanonunda Kur’an-ı Kerim’in tuttuğu yere bağlamı farklı da olsa işaret edebilmiştir.
Soru hâlâ orada öylece durmaktadır. Andığım çalışmaların hiçbirinde maalesef “Türk kanonu”nun mahiyetinin Bloomvâri bir niyet ve gayretle ortaya konulmadığını ifade etmek durumundayım. Pasaj dergisindeki Batı edebiyatı merkezli spesifik yazılarıyla Jale Parla, Oğuz Demiralp; kanonu bir ansiklopedi maddesi çevresinde ele alan Besim Dellaloğlu; çalışmasının ilk bölümüne “Türk Edebiyatında Kanon” demesine karşın Turgay Anar, Türk kanonunun poetik ve politik esasını tespite niçin yeltenmeden düşünmelerini sürdürmüşlerdir, sorusunun nihaî cevabını Harold Bloom veriyor sanırım: “Okuyucu bu ilk listedeki kitapların arasında İncil, Homeros, Platon, Atinalı oyun yazarları ve Vergilius’a aşina olduktan sonra, okunması gereken kitap Kuran’dır. İster estetik ve tinsel gücünden ister geleceğimiz üstündeki etkisinden olsun, Kuran’dan habersiz olmak aptallıktır ve tehlikelidir.”
Öyle görünüyor ki Bloom, Türk kanonunu bizim yazarlarımızdan, akademisyenlerimizden daha esaslı tespit etmektedir. Onun bir Batılı olarak yaptığı bu tespit, Türk kanonunda merkezî bir şahsiyetin bulunamayacağını da içermektedir. Dellaloğlu’nun açtığı tartışmadan giderek Türk kanonunun merkezinde bir edebî şahsiyet arayanlar, çağlar boyunca okunan eser tespitinde güçlük çekenler meseleye bu zaviyeden bakmalıdırlar. Türkler, İslamlık öncesi “töre” kavramıyla “kanon” fikrine sahip olup onu bireysel ve toplumsal her meselenin temeline yerleştirmişlerdir. Bu bakımdan “töre” kelimesi, “kanon” kelimesinin izini Türk hayatında araştırmada doğru çıkış noktası olacaktır. İslamlık sonrasındaysa “töre”, Allah’ın kitabı Kur’an-ı Kerim ve Allah’ın peygamberi Hz. Muhammed’in hadislerinde somutlaşmıştır. Türk kanonu böylece merkezini Kuran-ı Kerim’in ve hadisler oluşturduğu bir “yörünge” olarak başlangıcından bugüne dek gelişmiştir. Yörüngenin merkezinde hiçbir şahsiyet ve onun eseri ya da eserleri yer almamıştır. Ne Mevlânâ ne Yunus Emre böyle bir surette ele alınmamıştır. Türkiye’nin, Osmanlı’nın son dönemlerinden beri süre gelen laikleşme serüveninde de bu “yörünge sistemi” işlemektedir. Laikler ya da ateistler bu yörüngeyi ne kadar reddetseler yerine bir şahsiyet ya da eserler önerip değiştirmek isteseler de sistem onları da içine alarak şaşırtıcı şekilde çalışmaktadır. Aynı şey İslamcılar için de geçerlidir. Onlar yörüngenin merkezinde Kur’an-ı Kerim ve hadislerin bulunmasından hoşnut olarak koltuklarının kabarması yersizdir çünkü işleyen yörüngeye katılıp onu bayındır kılarak kendilerini gönendirecek eserler verebilmek noktasında kolaya kaçmaktadırlar. Küreselleşerek yeni bir aşama kaydeden kapitalizm, onları da laikler gibi çekimine almıştır. Oysa Türk kanonu başlangıcından beri kendine has bir yörüngede başka sistemlerle mücadeleye girip onlara muarız bir sistem içinde var olmuştur. Bizim ondaki bu muarızlığı görmeden muadillik aramamız meselemize gereğince eğilmemizden kaynaklanmaktadır. Aksi halde tam da yeni bir bin yıla girerken çıkan İsmet Özel’in Bir Yusuf Masalı’nın 13. yüzyılda Şeyyad Hamza’nın Yusuf ile Züleyha’sıyla irtibatlı olarak Kur’an-ı Kerim’deki Hz. Yusuf kıssasına uzandığını fark eder ve kanonumuzun tüm öldürücü darbelere karşın arayanına hayatiyet verecek canlılıkta olduğunu görebilirdik. Özel bu şiiri annesinden dinlediği, Erzurum Masalları arasından derlenen Hüsnü Yusuf masalından ilham alarak meydana getirmiştir. Atalarımızın ayağının değdiği her yerden beslenen Türkülerimiz gibi masallarımızda da Kur’an-ı Kerim ve hadislerin merkezinde olduğu bir dünya görüşü yaşayagelmektedir. Tek başına türküler bile Türk kanonunun varlığının Batı kanonununkine benzemediğini, bambaşka bir sistem olduğunu göstermektedir. Türk kanonu, laik dönemde ve öncesinde Hz. İsa’ya uluhiyet atfetmekten şairi, müzisyeni, ressamı deha sayarak tebcil etmeye uzanan Batı kanonuna benzememektedir. Onun sisteminde hiçbir kişilik bir fetiş nesnesine dönüştürülemez. Hatta yaşadıkları dönemlerde birbirine zıt kişilikler de sonraki dönemlerde tartışmalarıyla değil yörüngenin içinde yer almış olmalarıyla birleştirilirler.
Türk kanonu liselerimizde maalesef nicedir üniversite sınavlarında soru çıkarılmak düşüncesiyle öğretilmektedir. Uzun yıllar edebiyat tarihi mantığı içinde öğretilirken yaklaşık otuz yıldır edebî türler üzerinden bir eğitim tercih edilmekte. Sanırım Türk edebî kanonunu öğretmemek için daha iyi bir yol bulunamazdı. Tarih duygusunun yok olduğu bu tercihte edebî eserlerimiz, şairlerimiz, yazarlarımız bir sistemden uzak olarak gök yüzünde hareket eden intizamsız cisimler olarak dolaşmaktadır. Zihinleri böyle işleyen akademisyenlerimizin büyük buluşu bu olabilmiştir. Acıklı bir tablodur bu. Hele de Fransız romancı André Maurois’nın İngiliz romantik şairi Shelley üzerine yazdığı kitabına aldığı şu bahis anımsanırsa: “Bu seviyedeki gençler arasında meşhur şairlerden parçalar zikretme zevki o kadar tekâmül etmişti ki bir gün Pitt, parlamentoda Enéide’in bir mısraı ortasında durunca, bütün meclis, (Whig’ler ve Tory’ler) hep birden ayağa kalkıp mısraı ikmal etmişlerdi. İşte mütecanis kültüre güzel bir misal.”
Mütecanis kültür, birleşmeye çalışan Avrupa’nın laik, seküler dönemindeki dini oldu. Türkiye, bu dine hayranlıkla bakıyor ama ona muarız olarak muadilini yahut onunla diyaloga girebilecek benzerini oluşturmak arasında bocalıyor. Liselerden üniversitelere, akademik çalışmalara dek mesele olduğu gibi görülemiyor. Bana kalırsa ilk kez burada sunulan şu yorum Türk edebî kanonunu tartışmaya açmaya bir vesile olabilir:

Türk Edebî Kanonu
Batı Kanonu’nun Muarızı Olarak “Meydana Getirme”nin Estetiği
Şiir ve Şuurda Tefekkür ve Tahayyülün Yörüngesi: Kur’an-ı Kerim

A. “Yörünge”de Aramak

  1. Yörüngede Aramanın Üslubu: Aşk
  2. Bir Kur’an-ı Kerim Kıssasından İki Yorum: Şeyyad Hamza ve İsmet Özel
  3. Leylalar ve Mecnunlar: Fuzuli ve Sezai Karakoç
  4. Umuttan Oluşmuş Çocuklar: Nasrettin Hoca ve Cahit Zarifoğlu
  5. Siyasetin İnşa ve İhyası: Yusuf Has Hacip ve Necip Fazıl
  6. Siyasetin Bedeli ve Lütfu: Nef’i ve Mehmet Âkif

“Yörünge” terimi zannediyorum burada önemli bir kavramsallaştırma… Kur’an-ı Kerim ve Hz. Peygamber etrafında şekilleniyor yapı. Arayış, yenilik çabaları hep bu yörüngede sürüyor. Sanatta bir derinleşme var. Sanatçı sanatı bir nefs terbiyesinin parçası olarak görüyor. Şuara Suresi’nin belirlediği bir poetika söz konusu. İlk bakışta bir sınırlama var gibi ama aksine bu derinleşme getiriyor. Yörüngesizliğin yarattığı bir savrulma yok. Öte yandan bu yörüngeye raptolmadığı için yörünge arayışı içinde olanlar da var. Bunların özellikleri de şöyle:

B. Yörüngede “Yörünge”yi Aramak

  1. Yörüngeyi Aramanın Araçları: Hümanist, Marksist Sanat Aksiyonu
  2. Sanatın Siyaseti: Mayakovski ve Nazım Hikmet
  3. Naif Estetin Siyaseti: Lorca, Turgut Uyar, Ülkü Tamer
  4. Tarih Tahrif Edilmiştir: Ezra Pound, Ece Ayhan, Cemal Süreya
  5. Estetize Edilen Estetize Edilir mi? Asaf Halet Çelebi

“Yörünge”yi aramak, daha çok Tanzimat sonrası oluşan bir durum. İlk çeviriler, ilk roman, hikâye, Batılı tarzda şiir girişimler. Hatta Batı kanonunun temellerinden sayılan İlyada ve Odiseia’nın Sadullah Paşa tarafından tercüme edilişi, ilk gazete vesaire… Bunlar yörüngede kalarak yeni bir yörünge arayışı. Bu arayışta inkarlar da başlıyor. İlk materyalistler. Beşir Fuat, Tevfik Fikret… Tanzimat ve sonrası elli yıllık süreç, bugüne dek de uzanmakta. Tevfik Fikret ile özellikle “Yörünge’nin inkarı”na uzanan süreç günümüzde de temsilcilerini buluyor:
C. “Yörünge”nin İnkârı

  1. Modernist İnkâr: Tevfik Fikret ve Mahdumları
  2. Postmodernist İnkâr: Küçük İskender ve Şürekası
    Harold Bloom’un Batı Kanonu’nun bugün üniversitelerde bile öğretilemediğine ilişkin yaktığı ağıttan ötesi geçerli bizim için. Biz bozlak okusak yeridir Türk “töre”sinin bugünkü haline. Yaşanan zaman, bütün bir edebiyat tarihimizi değil kanonik metinlerimizi birbiriyle ilişkili bir şekilde ele alıp nesillerimize öğretmemizi gerekli kılıyor. Burada işleyen mantığıyla izaha yeltenip şematize etmeye çalıştığımız ya da başkaca yorumların tartışılmasında fayda var. Belki bu sayede hiç olmazda kendimizi tarihle, kültürümüzle tanımlamakta bir adım atabiliriz.

Harold Bloom’un Batı Kanonu’nun bugün üniversitelerde bile öğretilemediğine ilişkin yaktığı ağıttan ötesi geçerli bizim için. Biz bozlak okusak yeridir Türk “töre”sinin bugünkü haline. Yaşanan zaman, bütün bir edebiyat tarihimizi değil kanonik metinlerimizi birbiriyle ilişkili bir şekilde ele alıp nesillerimize öğretmemizi gerekli kılıyor. Burada işleyen mantığıyla izaha yeltenip şematize etmeye çalıştığımız ya da başkaca yorumların tartışılmasında fayda var. Belki bu sayede hiç olmazda kendimizi tarihle, kültürümüzle tanımlamakta bir adım atabiliriz.

Yorum bırakın