Aşkla Yazılmış Şiirde Aşk

Kısa Pantolon Paslı Çakı Dizde Kabuk Bağlamış Yara
Kısa Çakı Paslı Pantolon Gözde Yarası Kalmış Kabuk

Nazlan
Sitem et
Kırıl bana
Beni geç vakit
Tek başıma suya yolla
bağçede yüzünü öteye çevir
Güle hayret ediyormuş gibi yap
Gülümseyerek konuş da başkalarıyla
Somurt avluda sadece ikimiz kalınca
Kızıp en sevecen adımlarla üst kata çık
En sevdiğim çiçeğin saksısı kaysın elinden
Derinleşsin ben içerledikçe ruhumdaki sakarlık

Yamru bastım iş değildi hake çakılmak bayırdan
Dağ sıra dağdı hangi haşin belden yol veresi
Gece hep süzüldü yukarıdan lakayt Kehkeşan
Altımda beni hep yutmaya çağladı nehir
Yetişir hecelemen sök beni bir kere
En zoruma gideni yap hengâme getir
Çel beni tökezlet tuttur çitlere
Ahla istida edecek ahvâl değil
Kim bana kıymazsan bilebilir
Dünya dedikleri samut küp
Acılar tıkandıkça bende
Hep seni seslendirir

Bu şiirin ilk okuyanı olmak şerefi öyle sanıyorum ki bendenize ait. İsmet Özel ile 1994’te Dokuz Eylül Üniversitesi İlahiyat Fakültesi öğrencilerine bir konferans vermek için geldiği İzmir’de tanıştım. Samuel Huntington’un Medeniyetler Çatışması’nın gündemde olduğu günlerdi. Kalın Türk adıyla kitaplaşacak konuşmasını yapmıştı şair. Sonrasında pek çok kez telefonla rahatsız ettiğim oldu onu. 1996’da ise yüksek lisans çalışmam için ziyaret etmek istedim. Bir cuma günü Çengelköy’de buluştuk. Cuma namazını eda ettikten sonra bir minibüs yolculuğuyla Talimhane’deki evine vardık. Hayatına, şiirine dair epey sorularım oldu. Onlardan birinin yolu, sonradan bu şiire çıkacaktı: “İsmet Özel’in şiirinde neden aşk yok?”

Erbain’i eline alıp sondan başa doğru yavaş yavaş geldi şair. Bitirince de şöyle dedi: “Evet, yok. Ne yapacağız şimdi… Ama ben bütün şiirlerimin aşkla yazıldığını iddia ediyorum.” Soru, Özel’in ne denli içine işlemişse yıllar sonra bu şiiri yazıp bitirdiğinde telefonla arayıp bana yıllar önceki sorumu hatırlattı ve şiiri okudu. Şair, bir aşk şiiri yazmıştı. Şiiri görmek istedim. O da beni kırmayıp faksla yolladı. Evet, faksı alan memur arkadaş benden önce okumamışsa kuvvetle muhtemel ki bu enfes şiirin ilk muhatabı olmak benim nasibimdi. Şimdi bir küçük şiir olarak onu yorumlamak da bana düşüyor.

Küçük şiirler, lirik olduğu için küçük değildir. Zaten onlara “küçük” deyişimiz metre hesabı baktığımızdan şekillenmiyor. Küçük şiirlerin üzerimizde yarattığı etki buna sebep. Küçük şiirlerde bir dünya başlayıp biter. Olaylar bir örgü oluşturur. Zaman ve mekân, tasvir ve tahlillerle, tam ve tekmil bir romandaki kadar zihnimizde belirginleşir hem de şair hiç tasvir ve tahlil yapmasa da. Sadece ona has bir musiki duyarız. İsmet Özel’in bu şiiri de öyle. Bir küçük aşk şiiridir ama sanki Fuzuli’nin Leyla ile Mecnun’unu yahut Şeyh Galib’in Hüsn ü Aşk’ını okumuş gibiyiz. Çünkü bu küçük şiir, bir mikro kozmos olarak eksiksizdir. “Eksik olan”, sadece âşıktadır.

Şiir ile yüz yüze geldiğimizde ilk dikkatimizi çeken şey, formu kuşkusuz ama onu şimdilik göz ardı etmemiz gerek. Çünkü ona neden olan her husus şiirin semantik düzleminde. Onun da daha çok musikisinde. Şiirin atmosferini duyumsamak isteyenlerin klasik Türk musikisi eserlerine yolunu düşürmeleri gerek. Olaylar örgüsü, çatılan naif aşk hikayesi zira bugün sadece orada bulunabilir. Güftesi Vejdi Gönül’e, bestesi Selahattin Pınar’a ait şu beste bu kabildendir.

“Geçti ömrüm yine hâlâ ben o bin derd ileyim
Söyle dermanını ey sevgili aşkın bileyim
Böyle hicran eleminden nice bir inleyeyim
Söyle dermanını ey sevgili aşkın bileyim”

Âşığın vasıfları arasında sevdiğinin ona yüz vermeyerek ıstıraplar çektirmesi klasik şiirimizin en temel niteliklerinden biri. Modern dönemde terk edilsin istenen bir haleti ruhiye bu. Erkekler terk ettiği gibi kadınlar da terk ediyor yavaş yavaş. Artık erkekler sevdiklerinin kendilerine nazlanmasını, sitem etmesini istemiyor. Daha başka türlü sıkıntıları hiç gündemimize almayalım… Yaşamaya maruz bırakıldığımız dünyada “kadın” ve “erkek” ideleri, “aşk idesi” lağvedilerek yok ediliyor. ABD’de son yapılan araştırmalara göre kadın eşcinselliği yüzde otuzlara, erkek eşcinselliği ise yüzde sekizlere ulaşmış durumda. Oluşturulmak istenen şeytani dünya düzeninde insan neslinin doğası bedensel olarak yok edilmeye paralel olarak ruhsal açıdan da yok ediliyor. Kadın, kendisini erkeğin “aşk idesi”nin nesnesi olarak görmek istemiyor. Erkeklerde ise âşık olabilme yetisi öldürülüyor. Ahmet Arif, çok haklı bir gözlemle insanda acı çekme gibi âşık olabilmenin de bir kabiliyet işi olduğuna işaret etmişti. Leyla Erbil’e yazdığı mektuplar tespitini doğrular niteliktedir. Sadece bir tespit olarak söylersek, âşık olduğu kadına kavuşamayınca intihar eden erkek haberleri yerini, birbirlerine âşık olmadan hedonistçe yaşayan “çift”lerin birbirilerini boğazlama haberlerine bıraktı. Bunun asıl İslam sanatının özünü oluşturan “aşk idesi”ni tahrip olduğunu göremiyoruz maalesef. Sürekli parmak ucuna bakıyoruz. Türkiye’de “aşk idesi” böylesine zedelenirse, kadın ve erkeğin birer kul olarak Cenab-ı Allah’a yönelmelerinin imkânı da yok olur. Dünyanın şeytani düzeni zaten insanları birer “alık”a döndürerek yaradılışlarını fark edemez hale gelmesini istiyor. Bir Yusuf Masalı’nın Sebeb-i Telif’inde “Halbuki aşk, başka ne olsundu hayatın mazereti” diyen Özel’in bu şiirini dillere pelesenk etmemiz elzem bu yüzden. Gelmekte olan nesillerimiz için “aşk idemiz”i aktüel etmek zorundayız. Aksi halde sadece bizim değil insanlığın yüzlerce yıldır Yaradan’ından aldığı ruhla oluşturduğu ne varsa yok edilecektir.

Evet, işte bu yüzden bu küçük şiir hayatî bir öneme sahip. Dikkat edilecek olursa hayatî öneme sahip olan, oradan neşet eden her sanat eseri muhteşemdir. Çünkü sanat eseri bir hayatın içinde kıvılcım alan bir hayatîyetten doğar.

Şiirin gitgide genişleyen ilk bendi bitmek tükenmek bilmeyen nazlanmaların manzumesi. Seven belli ki bunun bir yerde durmasını istiyor ama nafile… Sonunda ona kalan, hayatının geri kalanını kaplayan bir “sakarlık”. Âşık kişi sakardır. Anadolu’da alnında beyaz leke olan atlar için de “sakar” derler. Bu, bir işarettir onu diğer atlardan ayıran. Âşığın da başkalarından ayrılan bir hayatı, hayata bakışı vardır. Onun âşık olmaktan kaynaklanan sakarlığı, ömrünü sıradağlar arasında yamaçlarda geçirtecek ve başkaları için bu ömür seyirlik olacaktır. Fakat onun bu “seyirlik” hali, öyle ibretlerle doludur ki başkalarına da yayılacaktır. Zira haller, sirayet eder. Bugün küresel kapitalizmin medyası tarafından niteliksiz, derinliksiz insanlık hallerinin seyirlik kılınması nasıl bir salgın hastalık gibi yayılıyorsa âşığın hali de öylece yayılacaktır. Halk hikayeleri, masallar, mesneviler eliyle geçmişte yayılan işte tam da bu “aşk idesi”dir. Buradan bakınca dünya, üstünden ve altından basık “samut” bir küreden ibarettir. Aşık, hayatın içindeki hayatiyeti kavrayan kişi olarak dünyayı böyle görür.

Ortega y Gasset, Sevgi Üstüne’sinde, sevmenin sevilen şeye sonu gelmez bir gayretle neşve verme, onu koruma ve yeniden yaratma olduğunu söylerken haklıdır. Âşığın yaşaması için sevgisini canlı tutması, ona kendi neşvesinden vermesi gerekecektir. “Kısa Pantolon…” şiirinde sesini işittiğimiz kişilik için kendisini yaşatan ilk neşveyi aldığı sevgisi artık onun vereceği neşveyle canlı kalacaktır. Âşık, onu öldürürse kendisi de yaşayamaz.

Peki, ondan nefret edemez miydi?

Gerçek âşıklar için bu söz konusu değildir. Nefrete dönüşen sevgiden neşve gider. O, artık bir ağırlıktır. Canlılık vermediği gibi can için bir ağrıdır. Âşıklar yaşamak ister yaşatmak için. Bu nedenle de ona sarılan sarmaşıkla büyüyüp gidebilen ağaçlar gibi olmayı başarırlar. Oysa çoğu kere sarmaşık ağacı öldürür.
O halde sanatçı bu hali nasıl yaşayacaktır?

Bunu sanırım en iyi Sezai Karakoç’un kitaplarına almadığını fark ettiğim çarpıcı bir yazısı ile anlatabileceğiz.
Karakoç, Mülkiye dergisinde (Ocak, 1953), Mona Roza şiirinin ikinci kısmı “Ölüm ve Çerçeveler”i yayımladığı sayıda, “Sanatkârın Aşk Tarafı” adlı enfes bir yazı da yayımlar. Şair, yirmi yaşındadır. Mona Roza şiirine akseden “aşk hali”ni bir “ide” olarak anlamaya çalışmış ve şimdi anlatmak istemektedir. Önce “sanatkâr”dan kimi anladığını sonra “aşk”tan neyi anladığını soyut izahlar ve somut imajlar ile anlatır. Ardından “kadın idesi” aynı çarpıcı bir usul ve üslup ile ortaya koyar. Yazıya okurun ulaşma güçlüğünü düşünerek bu fevkalade pasajı buraya almak istiyorum: “Sanatkâr derken, mücerret sanatkâr ruhlu insanı yani kapalı bir daire gibi kendisinde başlayıp kendisinde biten statik artist ruhunu değil, belki bir eserde tecelli eden, aydın ruhları aynasının tılsımına çekmek için çevresine mütemadiyen kemend ve ok fırlatan, müşahhas bir cehd hattından ibaret dinamik artist ruhunu kastediyoruz. Meyve ağacı ile meyveli ağaç arasındaki fark… Aşk derken mücerret bir sevgiyi değil, esere akseden aşkı murat ediyoruz. Luigi Pirandello’nun kendi yaptığı heykele âşık olan hikâye kahramanının aşkı ile eseri arasındaki münasebet… Heykel dirilmiş, heykeltıraş bahtiyar olmuş, fakat sanatkâr ölmüştür. Bu hikâyede aşkla sanatın bağlılığı görülüyor. Ama, olay, bu bağın negatif yüzünü veya sonucunu gösterecek şekilde kurulu… Ve aşk derken, bir şeye olan umumi manada temayülü değil bir cins mensubunun kendi cins veya daha doğrusu mukabil cins mensubuna duyduğu sadece cins mensubu olmaktan gelen hususi temayülü ifade etmek istiyoruz.”

Sezai Karakoç, sanatçıların aşk tarafını diğer bir deyişle aşkları açısından sanatkârları “muvazene”, “vasıta”, “inhiraf”, “obje sayısı” açısından misâllerle somutlaştırarak sözü varmak istediği yere, “ideal sanatkârın aşkı”na getirir. İdeal sanatkârda ruh muvazenesi, cemiyet planında meşruiyet umumiliği, ruh planında hususilik, obje tekliği, objenin muhakkak karşı cinsten olması ve onun da yaradılış hikmet uygun oluşu aynı anda olmalıdır: “(…) kaplumbağanın bağası gibi etine yapışık bir şekilde sunan Sevgi ve Aşk.”

Yirmi yaşında bir âşık şair olarak Sezai Karakoç yazısını nasıl mı bitirir?

İsmet Özel’in “Kısa Pantolon…” şiirinin ilk bendinin atmosferiyle paraleldir Karakoç’un yazdıkları. Umuttan söz etmek istemektedir: “Ve elbetteki, bu sanatkârın karşısında, muhatap olarak bir beyaz kâğıt kadar boş, bir beyaz duvar kadar sağır, kaya kadar sert idrakin, daha doğrusu idraksizliğin, yani imkansızlığın ve çaresizliğin bulunmaması temennisi.” Fakat ne “Mona Roza” için ne de “Kısa Pantolon…” öyle olmamıştır… Karakoç’un ve Özel’in yaşamları, şiirleri bunun işaretleriyle doludur. Bu bakımdan bu iki şiirin yan yana durduğunu söylemek yanlış olmaz. Bir yanda şiirlerinde aşkı ancak ellili yaşlarında mevzubahis eden ancak tüm şiirlerinin aşkla yazıldığını savunan İsmet Özel, öbür yanda şiire muhteşem bir aşk şiiriyle giriş yapan ve bu aşkı tüm şiirlerinde sürdüren Sezai Karakoç. “Aşk idesi”ne duydukları bağlılık, bu iki büyük şairinin ortak yanıdır.

“Kısa Pantolon…” bir küçük şiir olarak, mükemmelliğine, semantik düzlemindeki bu mükemmeliyete erişme algısıyla ulaşmaz sadece. Yapı bakımından da mükemmel bir şiirdir. Bir kelimeden başlayıp genişler; öyle ki o tek kelime şiir sonunda “Hep seni seslendirir” gibi bir temelin üzerine yerleştirilirse ancak yıkılmayacak bir ağırlığa ulaşmıştır şiir sonunda. İsmet Özel, daha ilk şiirlerinden başlayarak şiirin bir yapı meselesi de olduğunun farkındadır. Geceleyin Bir Koşu’daki lirik şiirlerinde de “Amentü” ve “Of Not Being A Jew” gibi kaplamlı şiirlerinde de şiirin gerektirdiği form arayışları kendini açıkça ortaya koyar. Burada şairin işi fevkalade zordur. Zira yazdığı nihayetinde bir aşk şiiridir. Can Yücel, bu zorluğu. “Dinar Yolunda Devrilen Bir Fordun Şoför Ahmet İçin Yaktığı Ağıt” şiirinde humor ile aşmıştır. Yücel’e has argo onun en büyük yardımcısıdır. İsmet Özel ise o güne kadar şiirinde olmayan naif bir sesi yardıma çağırır. Özel sert ve gür sesine alışık olanlar için şaşırtıcı bir durumdur bu. “Şair, ‘zayıf yanı’nı mı göstermiş olmaktadır?” sorusu bu noktada sorulsa yeridir. Karakoç’un “Mona Roza”yı yazarak şiire başladığı yerde gösterdiği bu yan, Özel’de niçin bu kadar geç tebarüz etmiştir? Kanımca bu da yerinde bir soru olurdu.
Küçük şiirler, işte böylesine meselelerle yüklüdür. Ne derebeylerinin zirvelere kondurdukları şatolar gibi ne de manastırlar, tapınaklar gibidirler. Şairler, küçük şiirleriyle kendilerine bir koza örerler. Oradan kelebeği çıkarmak ise okurun işidir.

5 thoughts on “Aşkla Yazılmış Şiirde Aşk

  1. Üstadım, yazınızı hayranlıkla okudum. Tebrik ediyorum. Karakoç’un bahsettiğiniz yazısı sonradan herhangi bir kitabına dahil edildi mi, cehaletimi mazur görünüz.. Hürmetler..
    Sizinle “bir bardak” çay içmeyi ne kadar çok isterdim..

    • Teşekkür ederim. Yayımlanmadı. Bendeki dergi nüshasında sekiz on cümle kesik kesik. Başka nüsha bulursak iktibas etmeyi düşünüyoruz ama üstad istemez, düşüncesi de ver tabii… Nasip. Bir vesileyle içeriz inşallah. Selam ile…

      • Muhtemelen.. Teşekkür ederim üstadım.
        İnşallah..
        Hürmet ve mehabbet ile bereketli günler diliyorum..

      • Hocam, tekrar rahatsız ediyorum.. Hocam malumunuz, İsmet Özel, Metin Eloğlu için modern Türk şiirinin zirvesidir diyor.. Siz ne düşünürsünüz bu meseleyle alakalı.. Biliyorum aslında pek hoş bir sual değil bu:)
        Ben sizden haddimi aşmadan aslında bir Metin Eloğlu değerlendirme yazısı okumayı çok isterim. Acaip bir kalem. Sizin düşündüklerinizi de merak ederim.. Belki İsmet Özel’in bu şekilde değerlendirme yapmasının sebeplerini bir türlü bulamıyorum.. En kısa ifadeyle hakikaten acaip bir kalem. Başka ne denilir hocam.. Siz ne dersiniz.. Yine rahatsızlık veriyorum.. Hakkınızı helal ediniz..

      • Metin Eloğlu, İsmet Özel’in abarttığı kadar major bir şair değil. Gariple garip, İkinci Yeniyle ikinci yeni, sosyalist gerçekçilerle sosyalist gerçekçi olarak yoluna devam etmiş bir şiir seyri vardır. Hiçbiri olmamış. Olamazdı da. Mizacı müsait değil. Bu yanı enteresandır. İronikliğini İsmet Özel neşve sanıyor olabilir bana kalırsa. Bu Yalnızlık Benim toplamı ilk çıktığında iyi yıl kadar önce Kitap Haber dergisinde bir yazı yazmıştım. O vakit ben de kimi yanlarını sevmiştim. Özlem Fedai Hoca da hakkında akademik bir kitap yazdı. Aleyküm selam…

Yorum bırakın