Naomi Klein’dan Şok Doktrini…

c59fok-doktrini.jpg

Yaşadığımız dünyanın ekonomik ve siyasal sisteminin doğurduğu sorunlar, her geçen gün biraz daha çetrefilleşiyor. Bir zamanlar bu sorunların genişlediğinden, derinleştiğinden söz ediliyordu. Sanırım kullanılabilecek doğru kelime artık bu: Çetrefil… İçinden çıkılması kadar neden ve nasıl olduğunun anlaşılması, anlatılması güç olan bir durumun ifadesi demek çetrefil. Bu yüzden de dünya sisteminde olup bitenlerin sık sık resmedildiğine şahit oluyoruz. Yaşananların kendisi yeter derecede umut kırıcı. Olup biteni anlatanlarsa çok kere gerçekçi ressamlara benziyorlar. Resmettikleri şeylerin çarpıcılığı, olanların çarpıcılığından kaynaklanıyor. Çözüm sunabildiklerini söylemek güç. Olup bitenin neden olup bittiğini değil de nasıl olup bittiğini metaforik bir dille izah ediyorlar durmadan. Renklendirmeleri, ışık gölge ilişkilendirmeleri yerinde. Lakin sorun öylece duruyor. Okumaya devam et

Şair ile Başbakan

ustad_necip_fazila_30_yilda_ozel_anma13670726100_h1019471

Evet, şair ile başbakan… Biri Cumhuriyet dönemi şiirimizin çoklarına göre en dikkate değer ismi. Öteki yine çoklarına göre, Cumhuriyet tarihinin en önemli başbakanlarından biri: Necip Fazıl ile Adnan Menderes. Bu iki ismi, 1950’lerin başında Demokrat Parti’nin iktidara gelişinden 1960’da yaşanan askerî darbe sonucu Menderes’in idamına kadar geçen zamanda yan yana düşünmek, Batı’da dünyasında 1960’lı yıllar boyunca hararetle yürütülen edebiyatta bağlanma tartışmalarını aşan pek çok yanı fark ettirebilir bize. Mektup ve belgelerin ışığında bu iki zirve arasındaki bağı ele alan Necip Fazıl – Adnan Menderes İlişkisi, her bakımdan okunup düşünülmeye değer bir çalışma. Okumaya devam et

Dersimiz Acemilik: Turgut Uyar’ın Korkulu Ustalık’ı…

Turgut Uyar

Turgut Uyar, kırkına varmanın arifesinde kendini anlattığı, küçük ama içine işlememize izin veren denemesi Ben’de şöyle diyordu: “Ben hep sıkıntılıyım. Yani bir adamın canı sıkılır, o ben’im. Çünkü bana en yaraşan durumdur sıkıntılı olmak. (…) Aslında karışık bir şey, kime ne söylenebilir? Bir sıkıntıyı ısrarla büyüterek, asıl büyük sıkıntıya ısrarla giden tümün attığı çekirdek. Pis bir köleliğe ve sonsuz çılgınlığa varacak bir oluşumu sıkıntıyla bekleyen bölünmez Varlık’ın ben’i. Ondan severim sıkıntıyı. Sevincin o amansız, o aşağılayıcı bönlüğünden korur beni.” Buradaki kendini zamanından koruyan ‘sıkıntılı insan’ vurgusu, Uyar’ın şiirlerine olduğu kadar geçtiğimiz ay yayımlanan, içinde şiir üzerine yazılarının, söyleşilerinin, soruşturma cevaplarının ve Bir Şiirden’in yer aldığı Korkulu Ustalık’a yaklaşmakta da bize yardımcı olabilir, diye düşünüyorum. Çünkü modern zamanlara maruz kalan şairlerin varoluş sıkıntılarını barındıran bu tür kitaplar, geriden gelenler için düzenle yerleştirilmiş bir armağanın kutusuna dönüşürler. Kutu, doğru yerinden tutulup kaldırılmaz ve öylece taşınamazsa, içindekiler korunamayacağı için en azından birbirine karışır. Oysa o kutu içinde kim bilir ne özenle oluşturulmuş bir evren sunulmuştur bize. Bu bakımdan armağan almak, vermek kadar hassasiyet ister. Okumaya devam et

Başımızdaki Çatıdan Islanan Nakışlar

cahit-zarifoglu

Goethe’nin şiir–yaşam serüveninin sanatçıyı ve sanat eserini kavramak isteyenlere, en çok da şunu öğrettiği söylenir: “Büyük sanatçı, eserlerinin dizgesi oluşmadan ve bunların, onun yaşam–sanat gelişimindeki yeri belirlenmeden gereğince anlaşılamaz.” Cahit Zarifoğlu, kelimenin Batılı kavrayışıyla da İslam sanatlarının tinselliğinden fışkıran anlamıyla da büyük bir ‘sanatçı’ idi. Şimdi elimizde, kimilerini daha önce dergilerde okuduğumuz mektupları da kitap halinde bulunuyor. Zarifoğlu’nun eserlerinin tamamlanan ‘dizge’si, bu vesileyle bize kendini yeniden hatırlatıyor. Mektuplar’ı okuduktan sonra tekrar soruyoruz: Şair Zarifoğlu, şiiri nasıl algılıyordu ve bu algıyla nasıl bir şiir yazdı? Şiir dışında, şiiriyle hemhal olmuş diğer gayretleri nelerdi? Okumaya devam et

Ortadoğu: Bir Şiddetin Tarihi

Hamit Bozarslan’ın Fransızca yazdığı Ortadoğu: Bir Şiddet Tarihi adını taşıyan dikkate değer çalışmasının, her zamankinden biraz daha fazla kırılgan günler geçiren ülkemiz insanına, kırılganlıklarını anlamada ‘yüz yıllık bir ayna’ olabileceği kanısındayım. Yaşadıklarımızdan öyle görünüyor ki bizler, sadece kendi kırılganlığımızdan haberdarız. Oysa elimizdeki kitap, bizim kırılganlıklarımızın, yaşadığımız coğrafya için son yüz yılda, herkes için neredeyse bir ‘tarihi kader’ olma noktasına geldiğini ortaya koyuyor. Bu ‘kader’ üzerine gerçekten düşünmek isteyenlerin eleştirel bir gözle, tartışarak okuması gereken bir çalışmayla karşı karşıyayız şimdi.

Bozarslan, Osmanlı’nın son yıllarından El- Kaide’ye kadar Ortadoğu’da görülen ‘şiddet’i, farklı coğrafyalarda ve değişen zaman içinde büründüğü çeşitli çehreleriyle ele almış. XX. yüzyılın başından XXI. yüzyılın başına geçen zaman dilimi demek bu… Bu tarihler arasında kalındığında, meselenin kökenine inmeye imkân yok gibi geliyor bana. Bugün Ortadoğu’yu, tüm Dünya’ya şiddetin, terörün merkezi olarak tanıtan olaylar, olgular dizisinin kökenini sorgulamadan tabir caizse, ‘bir şiddet resmigeçidi’ sunmak, çalışmayı akademik olmaktan çok fonksiyonel araştırmalar zeminine oturtma tehlikesi altında bırakmış gibi. Köken meselesine inilseydi, Osmanlı’nın bu coğrafyada yürüttüğü incelikli siyaset ve bugün de işletilen sömürgeci aklın doğurduğu sonuçlar, eserin yazıldığı dilin muhataplarına da gösterilebilirdi. Osmanlı’nın son yıllarındaki şiddetten bahis açarken ‘Ermeni Soykırımı’nı, zaten çoktan kabul görmüş bir konu olarak kolayca ifade edip de Ermeni komitacılarının şiddetinin unutulmuş olmasını da kitabın fonksiyonel yapısıyla ilişkilendirmek mümkün olabiliyor bu yüzden. Ancak elbette bu eleştiriler, eserin kendine amaç edindiği meseleleri ele alışındaki nitelikle beraber düşünüldüğünde, Ortadoğu: Bir Şiddet Tarihi’ni okumanın değerine ve gereğine bir halel getirmiyor. Yazar, önümüze her şiddet eylemiyle biraz daha parçalanan bir ayna koyuyor. Bu aynada kimileri sadece kendini yara bere içinde görüyor ve şiddete yönelme hakkını kendinde buluyor. Kimileriyse aynayı bir sinema sahnesi ya da sosyal bilim araştırmaları için bir saha olarak algılıyor. Aynadan, masaldaki gibi, bize istediğimizi söylemesini bekliyoruz. Okumaya devam et

Oryantalizm Yaşıyor: Oryantalizmin yeni Yüzleri

 

Edward Said’in Orientalism’i 1978’de yayımlandığında, İngiliz ve Fransız emperyalizmin 16. yüzyıldan beri Doğu’ya, bilhassa da Müslümanlara karşı yürüttüğü sömürgeci faaliyetin entelektüel maskesi düşürülmüş oluyordu. O günlere kadar Doğu’nun mazlumluğundan da öte insanlık için taşıdığı varlığı, anlamı anlatamayanların tezlerini doğrulayan bir durum oluşmuştu. Sanki arkeolojik bir kazı yapılmış ve toprak altında yüzlerce yıl kaldıktan sonra, Batı’nın Doğu ilgisinin altındaki hakikatin tüm ayrıntısıyla resmedildiği bir mozaiği çıkmıştı ortaya. Türkiye’de kendilerini bir türlü marksist görüşlere anlatamayan İslamî hassasiyetleriyle tebarüz eden çevreler, eseri 1982’de Oryantalizm adıyla Türkçeye çevirdiler. Cemil Meriç’in kompoze şekilde anlattıkları Said’in ağzından yankılanıyordu. O günlerin İslamcıları için psikolojik, düşünsel bir katkıydı bu eser. Yıllar sonra Said’in öncü eseri, bu defa Frankfurt Okulu’nu Türkiye şartlarında tesis etmek isteyen çevrelerce Şarkiyatçılık başlığıyla yeniden çevrildi. Tarihi bir vakıa olarak ‘oryantalizm’e ‘şarkiyatçılık’ adlandırması yapmak, basit bir şark kurnazlığının ötesindeydi. Bu adlandırmayla, Batı’nın Doğu ilgisi, sömürgeciliğinden soyutlanıp sözüm ona ilmî bir kisveye sokuluyordu. Üstelik dünyada postkolonyal bir sürecin yaşandığı apaçık meydandayken. 1970’li yıllarda marksizm, tüm dünya entelektüelleri üzerinde öylesine baskı unsuruydu ki Edward Said, Rus oryantalizmini, bırakın kendisine konu edinmeyi, bu bahsin adını dahi anamıyordu. Fakat bir kere maske düşmüştü ve bunun arkası gelecekti. Okumaya devam et

Hitler ve Wittgenstein: Akıl Üzerine Gizli Savaş

Linz Yahudisi

Linz Yahudisi
Hitler ve Wittgenstein: Akıl Üzerine Gizli Savaş

Kitabın yazarı Kimberley Cornish bir Avustralyalı. Türkçe basım için yazdığı önsözde, Türkiye’nin güzelliğinden ve tarihinden çok etkilendiğinden, ülkesinin yazılı tarihinin iki yüzyıldan daha ileri gitmediğinden, Avustralya’da, bir ulus olma hissinin Gelibolu sahillerinde başlamış olduğundan bahisle eserini sunuyor ve bir çile dolaşık ipin ucundan çekmeye çağırıyor okuru. İp çektikçe dolaşık yerler enikonu sıkışıyor. Cornish yün eğirmeyi biliyor mu bilmem ama uzaktan bir Wittgenstein ve Hitler izleyicisi olarak diyebilirim ki, bizim çeviri önsözü literatürümüzün çok eskilere giden tarihimizle koşut gelişmediğini yazdığı önsözle bile âyân ediyor. Marshall Berman’ın Katı Her Şey Olan Buharlaşıyor’unun Teşekkür bölümünü aratmayan bir teşekkür bölümü de var Linz Yahudisi’nin; bizim iliğimize işleyen Doktor Jeykl ile Mr. Hyde’lıklardan eser yok yani: Önsöz de Teşekkür’ler de bir esere ancak böyle dahil olur dedirtiyor. Okumaya devam et

Ezra Pound ve Cathay

Ezra Pound

Ezra Pound’un Cathay’inin yeni baskısı, post-modern atmosferden güç bulan yığınlara layık bir romantizme ve aynı yığınların kaba realizmine yönünü çevirerek popülizme batan şiir ortamımıza gene bir göktaşı gibi düştü… ‘Gene’ diyorum, çünkü şair Ülkü Tamer, bu şiirleri çevirip De Yayınlarından ilk kez yayımlattığında yıl 1963’tü. İkinci Yeni’nin şiirimize getirdiği gerçekliği kavrayış şekli, o günlerin şiir ortamına iyiden iyiye yerleşmişti. Şairlerimizin gerçeği kavrayış biçimi şiir dilini, sentaksını, musikisini, izleklerini kısacası sadece şiire değil hayata dair de hemen her şeyi, farklı bir gözle algılanabilir bir hale getirmişti. İşte bu, ‘farklı gözle de algılanabilme hali’ dediğimiz şeyin üzerine gelen Cathay çevirisi, 1910’lu yıllarda Avrupa’da yaşanan imajizmin ve ondan ayrılmayan naifliğin ta kendisiydi. Birden Âsaf Hâlet Çelebi’nin Budizme, tasavvufa yönelen şiirsel gayreti yerini buldu o gün için. Can Yücel’in şiir çevirilerine neden ‘Türkçe söyleyen’ demesinin kökeni görüldü. Kitabın çevirmeni şair Ülkü Tamer’in ilk şiir kitabı Soğuk Otların Altında’nın Çin Çocuk şiirinden başlayarak Ezra ile Gary’de somutlaşan ilgilerinin, şairlerin zengin ve derin ilgilerinin olmasının gereği olarak beliriverdi. Daha ne olsun!.. Bir küçük şiir kitabı çevirisi birçok yönden ‘sarsıntı’ yaratmıştı. Okumaya devam et

HOLOKOST ENDÜSTRİSİ

Üç yıl kadar önce ailesi Nazilerce öldürülen Yahudi yazar Norman Finkelstein’ın Holokost Endüstrisi kitabı üzerine yazmıştm. Finkelstein şimdi Gazze’yi savunduğu için gözaltında. Kitabı enfestir.  Yahudilerin ‘soykırım’ı nasıl çarpıtıp kullandıklarını anlatır.  Yazı aşağıdadır…

HEPİMİZ HOLOKOST KURBANIYIZ…

Norman G. Finkelstein’ın Holokost Endüstrisi’ni okuduktan sonra yazarla ilgili şunları düşündüm: Finkelstein, anne babasının hatırasına sahip çıkan, duyarlı, sadık bir evlat; tarihin palavraya dönüşmesine gözünü kapamayan sorumlu bir entelektüel; tarihi hakikatlerin ticari bir meta gibi pazarlanmasına karşı duran yürekli bir kişilik; Yahudilerin etkili bir bölüğünün önce kendi hatıralarına sonra da tüm dünyaya karşı yürüttükleri akıl almaz bir endüstriye karşı sesini yükselten samimi bir inanmış olmalı… Bazı kitapların kaderi böyledir; yazarlarından yüreklilik isterler. Yazılacaklar için çalışma gayreti, sonrasında gelen bir şeydir. Nice çalışkan vardır, yürekli olamadıkları için çalışkanlıkları bir ses oluşturmaz kendileri adına. Finkelstein hem çalışkan hem de yürekli biri. Ayrıca tespitleri ve yorumları çalışkanlığından, yürekliliğinden de ileride. Bilemiyorum, ben, “inanmış biri” dedim onun için ama belki Amerikan Yahudilerinin ve İsrail’in hali onu inancına karşı soğutmuştur. Belki tam da bu sayede, çalışmasında onun da andığı gibi John Stuart Mill’in, “Sürekli olarak sorgulanmayan doğrular sonunda abartılarak yalanlara dönüşüp doğruluğunu kaybeder.” sözleri onda karşılığını bulmuş ve tam aksine inancın asıl büyüğüne, çıkara, hileye, desiseye batmamış olanına varmıştır. Bu ve benzeri düşünceler önemsiz değildir. Ancak Holokost Endüstrisi’nin okur katında daha önemli görüleceğini düşündüğümüz yanına gelelim biz: İkinci Paylaşım Savaşı sırasında Yahudilere Nazilerin yapmaya çalıştığı soykırım, daha sonra bizzat Amerikan Yahudileri ve İsrail tarafından manipüle edilerek küresel çapta nasıl bir siyaset ve ticaret stratejisi haline getirildi, ona bakalım… Okumaya devam et